En Uzun Sene

15 dk

Şampiyon Toronto Raptors, 24 yıllık makûs talihini değiştirmeyi başardı. Ama Raptors'ın şehir ve Kanada için anlamı, basketbolun çok ötesinde... Çetin Cem Yılmaz, Toronto'dan bildirdi.

Getty Images

"Rica ederim, Kanada."

Başka koşullar altında gülüp geçeceğim sonra da unutacağım bu Deadpool 2 repliği, tam bir yıl sonra hâlâ aklımda. Haziran 2018'de Kanada'ya taşınacağımı resmîleştiren e-mail'i aldığım günün akşamında izlemiştim bu filmi. Öylesine, kafa dağıtırım diye izlediğim film son cümlesinde bambaşka bir anlam kazanmıştı. O cümle, spotların üzerine çevrili olduğunu fark eden Truman Burbank gibi evrenin üstüme oynadığı oyunu çözmüş olmanın heyecanını yaşatmıştı bana. Bir yıl sonra, bu sefer Haziran 2019'da Toronto Raptors tarihindeki ilk NBA şampiyonluğunu kutlarken biramdan bir yudum aldım ve kendi kendime "Rica ederim, Kanada" dedim. Kanada'nın bundan haberinin olup olmaması önemli değildi.

Evet, Kawhi Leonard gibi şut sokmadım. Kyle Lowry gibi hücum faul yaptırdığım, Pascal Siakam gibi potaya gittiğim, Serge Ibaka gibi şut blokladığım ya da Fred VanVleet gibi kenardan gelip katkı verdiğim de söylenemez. Ama bir şekilde, Toronto'daki ilk yılımda Raptors'ın şampiyon olmasında bir payım var gibi hissediyorum. Hiç rasyonel olmadığının farkındayım. Ama spor sevgisinde rasyonel bir bağ aramak beyhude bir çaba. Üstelik yalnız olmadığımı da çok iyi biliyorum.

Basketbol Şehri

Toronto Raptors'ın tarihi play-off yürüyüşü sırasında basketbol ve Kanada ilişkisi sıkça konuşuldu. Basketbolun ülkede 'birinci spor' olup olmayacağı çok tartışıldı. Buz hokeyi, gerçek anlamda Kanada'nın milli sporu ve kısa vadede basketbolun ona yaklaşması mümkün olmayabilir. Ama Toronto özelinde işler biraz değişik. 'Dünyanın çokkültürlülük başkenti' olarak görülen şehrin sokaklarında yaklaşık 150 farklı dil konuşuluyor, yaşayanlarının yarısı da Kanada dışında doğmuş.

Göçmenlerin çoğunun geldiği ülkelerin de buz hokeyine değil, futbol ve basketbola düşkün olduğunu düşünürseniz, gidişatı anlamak çok zor değil. Raptors, Maple Leafs ve Toronto FC'yi yöneten şirket olan MLSE'nin eski patronlarından Richard Peddie'nin The Athletic'e verdiği röportajda şu kısım bu yüzden çarpıcı: "Toronto Raptors taraftarları, diğer sporlardaki taraftarlara göre Toronto'yu daha iyi yansıtıyorlar. Kitlenin çeşitliliği, yaş ortalamasının düşüklüğü… Leafs taraftarları ise çok daha yaşlı. Kanada'ya göç eden insanlar hokey ülkelerinden gelmiyor. Basketbol ise dünyadaki ikinci spor."

Son yıllarda South Park şakaları ve Justin Trudeau çorapları sayesinde parodi hâline geldiyse de Kanadalılar gerçekten kibar ve hassas insanlar. Diğer yandan göçmenlik konusunda dünyanın örnek ülkelerinden birisi olarak kabul ediliyorlar. Elbette hiçbir ülke gibi Kanada da kusursuz değil ama yabancı düşmanlığının çok arttığı, ya da daha görünür olduğu bir on yılda en azından elinin daha temiz olduğu kesin. Raptors, bu anlamda etnik olarak çok karışık bir toplumda güzel bir erime potası işlevi görüyor. Yahoo Sports'tan Vivek Jacob, ergenlik yıllarında Dubai'den Toronto'ya göç eden Hint bir ailenin çocuğu olarak ilk arkadaşlarını basketbol sayesinde bulduğunu yazdı mesela: "Lisenin son yıllarında yeni bir ülkeye gelmek, aksanımdan kıyafetlerime kadar tüm özgüven sorunlarım ortaya çıkartmıştı. En kolayı sessiz kalmaktı. Kibar insanlardı, evet, ama konuşmak kendimi ortaya dökmek anlamına gelirdi. Buz hokeyi? Çölden geliyordum. Şu yeni film? Tek başıma sinemaya gidecek değildim. Kızlar? Bottan yeni gelmişsin, hiçbir şansın olamaz. Derken kasım ayı geldi… 'Dün gece Raptors maçını izledin mi?' Evet, evet izledim. Nihayet insanlarla konuşmalara katılabiliyordum. Konuşmalar buluşmalara, buluşmalar basketbol oynamalara, düğünlere, şimdi çocukların doğum günlerine evrildi. 17 yıl geçti ve en yakın arkadaşlarım hâlâ onlar."

Buzları Kırmak

Yeni bir ülkeye taşınmanın, size kimsenin anlatamayacağı, anlatsalar da sizin anlamayacağınız bazı dezavantajları var. Sosyal hayat, bunun en büyüğü belki de. Yıllarca kendinizi tanımladığınız pek çok etiketin, parantezin tüm işlevini yitirmesi, insanı başka türlü bir hesaplaşmaya itiyor. Kendinizi yeniden tanımlamanız, sosyal hayatınızı yeniden kurmanız gerekiyor. Uzun geçen kış boyunca kabuğunuza çekilmek ve bir rutini tutturarak bundan saklanmanız olası ama bahar gelince? İşte, Toronto'daki ilk baharım ve yazımın bu play-off serüvenine denk gelmesi güzel bir tesadüf (ya da Christof'un Truman için yazdığı türden bir senaryo) oldu. Yeni tanıştığım insanlarla sessizliği kırmak için basketboldan yardım alabildim, farklı insanlarla maç izledim, havadan sudan konuşmayı (buradakilerin tabiriyle 'small talk') pek beceremeyen biri olarak "Dünkü maçı izledin mi?" sorusuna sarıldım.

Zaten Raptors'ın hikâyesinde benden veya Vivek'ten çok daha büyük bir örnek de var: Nav Bhatia, namıdiğer 'Superfan.' İlk sezondan bu yana Raptors'ın evinde oynadığı tek bir maçı bile kaçırmamış. Hikâyesini geri sardığınızda Kanada'daki pek çok göçmenin geçtiği yollardan geçmiş bir adamla karşılaşıyorsunuz. 1984'te bir mühendis olarak Hindistan'dan Kanada'ya göç ediyor fakat denkliği olmadığı için mesleğini yapamıyor ve sıfırdan başlıyor. Daha sonra bu işinde de başarılı oluyor ve 'tutunuyor.' 1994'te Raptors kurulunca ilk maça iki bilet alıyor… Ve alış o alış. Takımın Drake'ten bile önceki ilk sembolü hâline geliyor. Bu sezon Bucks serisinde bir Milwaukee taraftarı kendisinin taktığı türban ile dalga geçince gözler kendisine çevrildi. O taraftar gelen tepkiler üzerine hesabını kapattı ama sonradan öğrenildi ki Bhatia onunla telefonda konuşmuş, özrünü kabul etmiş ve daha sonra yemek ısmarlamayı teklif etmiş. "Biz Kanadalılar karşımızdaki alçaldığında yükseliriz" dedi daha sonra…

Nav Bhatia

Nav Bhatia

Herhâlde final serisinin beşinci maçına kadar da herkes böyle düşünüyordu. Hem Kanada'ya olan sempati hem Golden State Warriors hanedanına karşı sürpriz takım kontenjanı sayesinde hemen herkes Raptors'ın tarafında gibiydi. Kevin Durant'in sakatlığı sonrasında tribünden yükselen sevinç ise 'Kanadalı kibar insanlar' klişesine hiç uymuyordu. Salonda olan insanlar adına konuşamam (zira pek çok kişinin savunması "O sırada Raptors'ın hızlı hücumunu kutluyorduk" oldu) ama maçı izlediğim barda da Durant'in sakatlandığı an ekrana geldikten sonra çok büyük bir tezahürat koptu. Raptors seriyi kazandıktan sonra unutulsa da altıncı maça kadar geçen üç günde ülkenin en çok konuştuğu konu buydu. Maç sonunda Durant'in sakatlığının ilk anda tahmin edilenden de ciddi olduğu ortaya çıkınca yaşanan utançla ülkenin kendisi için koyduğu çıtanın altında kalmasının mahcubiyeti birbirine karıştı. Daha birkaç hafta önce Bucks'ı eleyerek Doğu Konferansı şampiyonluğunun yaşandığı gece tek bir tutuklama olayının yaşanmamasının gururunu yaşayan ülke için pek hoş durmadı tabii.

Maçın heyecanı, 24 yıllık özlem, üstelik iç sahada şampiyonluk yaşama ihtimali gibi konularla açıklanabilir tabii ki bu durum. Sonuçta spor bazen insanın içindeki en iyiyi ortaya çıkardığı gibi bazen de en kötüyü çıkarıyor. Adrenalinin çok yüksek olduğu bir salonda yaşananları bir ülkede yaşayan milyonlarca insanı tanımlamak için kullanmak çok adil değil. Ama sayının da 'üç beş kendini bilmez' olmadığı ortadaydı. Bununla yüzleşmek bile pek çok Kanadalı için kabullenmesi güç bir deneyim oldu. Maçın ertesi günü kızımı okuldan almaya gittiğimde arkadaşlarından birisinin babası olan Kevin'la laflarken şöyle dedi: "Zaten o yuhalamadan sonra kazanmayı hak etmemiştik." Tuhaf ama ben de aynı şeyi hissetmiştim.

Tamam, biraz daha dürüst olacağım, Durant olayı da rol oynadı ama tek sebep bu değildi. Bucks serisinde iki maçı Scotiabank Arena'da izleyip serinin 2-2'ye gelmesinde büyük pay sahibi olduktan sonra final serisinde hiçbir maça gidememiştim. O gün, içten içe Raptors şampiyonluğu evinde kazanmasın istedim. Sanki sadece biletlere binlerce dolar verebilen şanslı bir azınlık o tarihi ânı yaşayacak, dışarıdakiler ise bu tecrübeyi 'ikinci sınıf' yaşamış gibi hissedecektim. Bu çok saçma bir his fakat FOMO (fear of missing out / bir şeyleri kaçırma korkusu) sahibi bireyler neden bahsettiğimi anlıyordur: "Ya bir yerlerde tarihî bir şey yaşanıyorsa ve ben orada değilsem?" Zaten birkaç hafta önce Liverpool'un Şampiyonlar Ligi'ni kazandığı Madrid'de ya da evindeki geçit töreninde olamadığım için biraz buruktum. Toronto da uzun bir senenin sonunda şampiyon olduğunda şehirdeki herkesle beraber kutlamak istiyordum. Öyle de oldu. Önce izlediğimiz barda, sonra dışarı fırladığımız sokakta ve nihayetinde kendimizi attığımız Yonge-Dundas meydanında; tam olunması gereken yerde hissediyordum.

Güneye Dönenler

Ben 'uzun bir sene' dedim. Bu takımın tarihi açısından bakarsak o acılı hikâyenin en güzel yılına denk gelmiştim. Ama burada yaşayıp taraftarların, takımın, şehrin yolculuğuna vakıf oldukça daha da anlamlı gelmeye başladı o yolculuk. Daha önce tüm yıldızlarını bir şekilde kaybetmiş; gelen oyuncuların yemekten, soğuktan, televizyon kanallarından, hatta metrik sistemden bile şikâyet ettiğini tecrübe etmiş bir takımdı Raptors. Doug Christie yemekleri beğenmemiş, Chris Bosh kablolu yayından şikâyet etmiş, Antonio Davis ise çocuğunun metrik sistem öğrenmesini istemediği için transferini istemiş. Bu istenmeme hâli zamanla bir psikoza dönüşmüş (2000'lerin ilk on yılında şehrin göçmen nüfusunun da etkisiyle daha Avrupalı ve Güney Amerikalı bir kimlik üzerine oynadıklarını ve bolca İspanyol, İtalyan, Brezilyalı, Arjantinli oyuncu getirdiklerini de hatırlarsınız.)

Tüm bu psikolojiden çıkmaları için biri sahada, biri saha dışında iki büyük adım oldu. Birincisi, DeMar DeRozan'ın Kyle Lowry ile kurduğu ortaklık. Özellikle Chris Bosh'ın gittiği gün DeMar'ın attığı "Merak etmeyin, bize sahip çıkacağım" ("Don't worry, I got us…") tweet'inde cisimleşen bir şehirle bütünleşme hâli. O güne kadar hiçbir oyuncunun yapmadığı kadar Raptors'a aidiyet hissetmesi. Ve Lowry ile kurduğu ortaklığın, takımı 22 galibiyetli sezonlardan Doğu Konferansı'nı birinci sırada tamamlamaya kadar götüren yolculuğu.

"Biz Kuzeyliler"

Diğer kritik hamle ise "We The North" sloganıyla kulübün markasının yeniden yaratılması oldu. O güne kadar uzaklık, izolasyon, soğuk gibi şeylerle özdeşleşmiş olan Toronto, bunlara sahip çıkmaya, kendisini 'Kuzey' üzerinden konumlandırmaya ve Kanadalı kimliğini vurgulamaya başladı. Projenin arkasındaki beyinlerden MLSE'nin Pazarlama ve İletişim Şefi Shannon Hosford fikri şöyle açıklıyordu: "Biz Kanadalıların kim olduğu üzerine kurulu. Nereden geldiğimizle ilgili negatif görülen tüm şeyleri çevirip pozitif olarak sunuyoruz. Evet, burası soğuk olabilir ama biz kuzeyiz ve bununla da gurur duyuyoruz. Sanırım bu duygu pek çok insanda karşılık buldu."

Pek çoklarına göre 2011 Dallas Mavericks, hatta 2004 Detroit Pistons'tan bu yana NBA'in en beklenmedik şampiyonu Raptors oldu. NBA'in 'süper takım' yıllarında, gerçek anlamda tek bir yıldızla bir hanedanı yıkmak kolay iş değil şüphesiz. Ama, DeRozanLeonard takasının çok tartışıldığı, taraftarların küstürüldüğü, Kawhi'ın sağlığıyla ilgili soru işaretlerinin havada uçuştuğu 2018 yazını düşünürseniz kat edilen mesafe daha da büyüyor.

Bir de başka türlü bir mesafe var: Psikolojik bariyerler. Bu sezona kadar Raptors, her daim ilk darbede dağılan kumdan kaleler gibiydi. Bir serinin kötü gitme ihtimali varsa, mutlaka öyle giderdi. Bu yıl ise, başka bir şey oldu. Raptors, play-off'ta oynadığı ilk üç serinin tamamında geriden gelmeyi başardı. Orlando Magic karşısında ilk maçı içeride kaybettiği, Kyle Lowry'nin sıfır sayı attığı o akşam, yolun buralara geleceği hayal bile edilemezdi. Peki ya Philadelphia 76ers serisinde 21 sayıyla kaybedilen üçüncü maçın ardından yazılanlar? Raptors Twitter'ı alev alıyordu o gece. Hepsi tamam, yedinci maçta Kawhi'ın efsane şutunun çemberden sekip dışarı çıktığı bir senaryoyu düşündünüz mü? Ben düşündüm. Paralel evrende Sixers o maçı uzatmada kazandı, Bucks'la yedi maçlık bir Doğu finali oynadılar. Bucks serisinin Toronto'ya geldiği üçüncü maça kadar Lowry'nin, Fred VanVleet'in, Marc Gasol'ün, Danny Green'in, kısacası Leonard dışındaki hiç kimsenin düzenli hücum katkısı vermediğini şu anda hatırlıyor musunuz, bilmiyorum.

Dört Mevsim

İşte bunca yıl acıların takımı olmuş bir takım bunca darbe sonunda her seferinde ayağa kalkmayı, yeniden ringe dönmeyi başardı. Nakavt olmayı reddetti. Raptors'ın hikâyesinde aslında en etkileyici olan bu. Her biri kariyerinin bir döneminde (hatta birçoğu bu play-off'lar sırasında) sorgulanmış ama gereken anda ayağa kalkmayı başarmış bir oyuncu grubuna sahip Raptors. NBA tarihinde ilk 14 sıradan (lotarya seçimi) draft edilmiş bir oyuncusu bulunmadan şampiyon olan ilk takım oldular. Leonard, 15, Lowry 24, Ibaka 24, Siakam 27, Green 46, Norman Powell 46, Gasol 48. sıralardan seçilirken; VanVleet draft bile edilmemişti.

Bu yılın Raptors'ı, bu anlamda 2011 Mavericks'ten ayrılıyor. O yılki Dallas; son bir vurgun peşinde olan ihtiyar soyguncular misali, kariyer zirvesi geride kalmış yıldızlara sahip bir takımdı. Raptors'ta ise neredeyse tüm oyuncular hayatlarının en unutulmaz oyunlarını bu play-off'ta oynadı, ki buna Kawhi Leonard da dâhil. Düşünün ki Gasol, Bucks'a karşı ilk iki maçta toplam 8 sayı atmıştı; VanVleet serinin ilk üç maçında toplam 10 sayı bulmuştu. Sporcular açısından başarıbaşarısızlık ayrımının ne kadar gaddar olduğunu gösteren bir durum bu; bugün (haklı olarak) birer kahraman olarak iki katlı otobüsün tepesinde halkı selamlayan oyuncuların pek çoğu 'hayal kırıklığı' olmanın eşiğinden döndü, sonucu birkaç topta belli olan maçlarda.

Ama bu kez böyle olmadı. Toronto Raptors, 23 sezon boyunca üstüne sinmiş olan karakteri yırtıp yeni bir başlangıç yapmayı başardı. Dünyanın her köşesinden binlerce insanın yeni bir hayat umuduyla gelip yerleştiği bir şehre yakıştı hiç şüphesiz. Ya da analojiyi iklim üzerinden kurarsak, Toronto'nun uzun, sert ve yorucu bir kışın sonunda gerçekten keyif verici bir bahar ve yaza ulaşması gibi, onca yılın kasveti de takımın üzerinden kalkmış oldu.

Evet, Kyle gibi çıkık parmakla, Fred gibi kırık dişle savaşmaya devam etmemiştim. Birkaç kez sahadan, genelde uzaktan desteğimle bir parçası olmuştum bu zaferin. Biramı yudumlarken önce Deadpool'u hatırlayıp gülümsedim, sonra da bu takımın milyonlarca parçasından birisi olduğumu hissedip mutlu oldum. Conor Oberst'ün Cape Canaveral şarkısında dediği gibi: "Sahaya en uzak koltuklarda da otursan zaferi tatmak güzeldir."

Socrates Dergi