'Felek' Burhan Bey'in Paris Hatıraları

14 dk

Açlık, sefalet, türlü çeşit zorluklar... 1924 Paris'e futbolcuları götüren Jack Fresine isimli buharlı, Burhan Felek'in hatıralarında ve olimpiyat tarihimizde unutulmaz bir iz bırakmıştır.

"... Reis efendiye söyleyiniz. Açlıktan vefat etmek üzereyim. Lütfen bana bir kâğıt kalem versin. Çoluk çocuğuma son mektubumu yazayım..."

Türkiye'nin erken dönem olimpiyat oyunları tarihi oldukça renkli hikâyelerle dolu. Hele hele şimdiki zamandan bakan bir sporsever için son derece tuhaf gelen, eğlenceli hadiselerle bezeli bir sergüzeşt bizim olimpiyat tarihimiz.

Memleketin olimpik tarihi, -1912 Stockholm'e giden ve orada ülkemizi temsil eden Ermeni sporcularımız Mıgırdiç Mıgıryan ve Vahram Papazyan'ı derin bir saygı ve itina ile ayrı bir yere koyuyorum- esasen 1924 Paris ile başladı. Önce mart ayında Eskişehir'de birinci seçme müsabakaları, bir ay sonra da Kadıköy'de yapılan yarışmalarla belirlenen olimpik sporcularımız bir kafile halinde Paris'e gittiler. İçlerinde atletler, futbolcular, bisikletçiler, halterciler, eskrimciler vardı.

Futbolcular devrin Türkiye İdman Cemiyetleri İttifakı Başkan Yardımcısı Burhan Felek'in başkanlığında -ki sonradan Şeyhü'l-muharririn (Gazeteciler Şeyhi) sıfatına layık görüldü- Jack Fresine isimli bir buharlı ile vakitli bir biçimde İstanbul'dan ayrıldılar.

Paris'te harcanmak üzere Ankara'dan alınan tahsisat oldukça kısıtlıydı. Burhan Bey'in anlattıklarına göre, eldeki para sadece Paris'te kalacakları oteli, yiyecekleri yemekleri ve çamaşır yıkama, transferler ve saire gibi elzem ihtiyaçları, o da kıtı kıtına karşılayabiliyordu.* Yani hariçten, olmadık bir harcamaya tahammül edilemezdi.

Jack Fresine, Marsilya'ya doğru yol aladursun, birinci sınıf biletlere sahip olan futbol takımı kafilesi öğlen yemeği için salona gittiğinde bir sürprizle karşılaştı. Gemi idaresi birinci sınıf biletleri olmasına rağmen onlara üçüncü sınıf yemek vermeyi uygun görmüştü. Burhan Felek hatırasında biraz kızgın, biraz da çaresiz "Akdeniz'in ortasında, bir geminin içinde kimi kime şikâyet edeceksin" diye yazıyordu. Üçüncü sınıf yolculara verilen yemekler, doğrusu o ya, yenecek nane değildi. Üstadımız bakın nasıl anlatmış önlerine konan yemekleri:

"... Ben kendi hesabıma verilen yemekleri yiyemiyordum. İçimizde listeye karşı en çok teveccühkâr olanlar antrenör Billy Hunter ile Beykozlu İbrahim idi. Hele Muro balığı dedikleri leş gibi kokan, Allah'ın belası bir balık vardı. Haftada iki defa ondan verilir ve tabii geldiği gibi giderdi… İşin bir çıkar yolunu bulmak ve ara sıra gemiden yemek tedarik ederek yemekleri fena çıkan akşamları telafi etmek istedim. Geminin satılık fazla yemeği olmadığı cevabını aldık…"

Burhaneddin Bey, cebindeki para hayli kısıtlı olmasına rağmen, idaresinde bulunan futbolcuları ve elbette misafir saydıkları İskoç antrenör Billy Hunter'ı aç bırakmamak adına geminin şişman ve her daim sarhoş gezen kahyasına birinci sınıf yemek fiyatını soruverdi. Aman Allah! Aldığı cevap karşısında neredeyse küçük dilini yutacaktı: Kafile için toplam on bin Frank!

Gemi idaresi artan yemekleri de satmıyordu. Eni konu Milli Takım futbolcuları, idarecileri, antrenörü, o devrin şartlarında oldukça uzun süren İstanbul-Marsilya seferinde aç kalmışlardı. Burhan Felek hatırasında çaresizliğini şu cümle ile anlatıyordu:

"Bahr-i Sefid'in göbeğinde de; -Kuzum Kaptan biraz sahile uğrayın da öteberi alalım denmez ya!.."

Elbette çareler tükenmezdi. Burhan Bey geminin içinde tavuk tüccarları olduğunu fark etti. Yazdığına bakılırsa, gemide on-on iki bin canlı tavuk vardı ve her gün üç-beş tanesi telef olup denize atılıyordu. Bunun üzerine hem Paris'i görmek hem de futbolcu arkadaşlarıyla birlikte olabilmek amacıyla yolculuğa kendi parası ile katılan Otomobil Nuri'yi tavukçularla görüşmesi için görevlendirdi. Sonuç müspet! Birkaç öğünü tanesi on beş Frank'tan pazarlıkla satın aldıkları tavukları yiyerek geçirdiler. Bununla birlikte Cenova'ya ulaşıncaya kadar yemek sıkıntısı bitmek bilmedi. Futbolcular, antrenör, Otomobil Nuri, velhasıl bütün kafile aç biilaç güvertede volta atıp durdular.

Önceden gemi telsizi ile haberdar edilen Cenova Kançılaryası Fuad Bey karşıladı kafileyi. Derhal gemiden ayrılmalarına müsaade aldı ve futbolcular karaya ayak bastılar. Tıka basa karınlarını doyurduktan sonra gerisin geriye gemiye döndüklerinde, şehirden ilave kumanya almayı ihmal ettiklerini anladılar: Yemek çanı çaldı. Sofraya oturduklarında önlerine konanı görünce akılları başlarına geldi.

İmdada yine Otomobil Nuri yetişti. Burhan Bey kendisinden bir defa daha rica etti, Nuri Bey bir sandala atlayıp Cenova'ya kumanya almaya koyuldu. Ancak bu güzel İtalyan limanının büyülü atmosferinden olacak, bir türlü dönmek bilmiyordu. Sonrasını Otomobil Nuri'yi sabırsızlıkla bekleyen Burhan Bey'in kaleminden aktaralım:

"... Nuri Bey akşam sekizde yani guruptan (güneşin batışından) yarım saat evvel gitti. Aradan yarım saat geçti… Üç çeyrek geçti… Ben ellerde bir kâğıdın dolaştığını ve imza edildiğini görüyordum. Bu şüphesiz ilân-ı harbi intâc edecek (neticelendirecek) bir ültimatomdu.

Nihâyet İsmet'e tevdî edildiğini de süzdüm. Orada kaldı ve bana kadar gelmedi. Esasen İsmet'ten daima idareye karşı müzaheret (arka çıkma) bekliyor ve görüyordum. Biraz sonra Billy Hunter'ın iki çocuk koluna girmiş, o da bi-tab bir adam taklidi yaparak salona girdiler. Nuri'nin gecikmesiyle büsbütün endişem ve asabiyetim artmıştı. Bu acı latifenin ne olduğunu güçlükle setr edebildiğim (gizleyebildiğim) bir hiddetle sordum; İngiliz'in sözlerini bana Galatasaraylı Kemâl tercüme ediyordu:

-Reis efendiye söyleyiniz. Açlıktan vefat etmek üzereyim. Lütfen bana bir kâğıt kalem versin. Çoluk çocuğuma son mektubumu yazayım. Latifeye gülmekten başka ne yapabilirdim. Hemen aklıma geldi dedim ki:

-Kemâl Bey lütfen Mister Hunter'a söyleyiniz. Hatırlar ki, Kork (Cork) şehrinin belediye reisi olan bir İrlandalı, İngiliz mahkemesinin verdiği mahpusiyet kararını protesto için tam altmış üç gün kendini aç bıraktı da yine güçlükle öldü. Elbet bir İngiliz bir İrlandalıdan daha fazla dayanır. Onun için endişe etmesinler, ailelerine henüz veda etmek zamanı gelmedi.

1924 Paris Olimpiyat Oyunları resmi geçidi. Önde Çekoslovakya, arkada Türkiye.

1924 Paris Olimpiyat Oyunları resmi geçidi. Önde Çekoslovakya, arkada Türkiye.

İngiliz cevabıma karşı kızardı ve güldü. Onun gülüşü de biraz evvel benim güldüğüme benziyordu..."

Nuri Bey -biraz gecikmeyle de olsa- yanında çeşit çeşit yiyeceklerle, tereyağı, peynir, çikolata, süt gibi kumanya ile döndü. Futbolcular masaya çöktüler. Kimsenin ağzını bıçak açmıyordu. Burhan Bey'in ifadesiyle;

"... Bir çeyrek sonra bütün kamarotların yardımıyla derhâl kurulan masada, hilâf-ı mûtâd (alışılmadığı üzere) olarak hiç kimse laf etmiyor, yalnız müstacil (sabırsız) bir şapırtı devam edip gidiyordu..."

Jack Fresine, heyecanlı, fırtınalı olduğu kadar eğlenceli geçen dokuz günden sonra nihayet Fransa'nın Marsilya limanına demir attı. Bizimkiler yarı aç yarı tok Marsilya'ya kadar sağ salim ulaşmayı başardılar. Karaya çıkınca ilk işleri leziz Fransız yemekleri ile midelerini doldurmak oldu. Gazeteciler Şeyhi, Marsilya'da buldukları lokantayı ve buldukları mönüyü şöyle anlatıyor:

"... Bizim dokuz gün süren meşhur Jack Fresine perhizinden kurtularak aç kurt gibi Marsilya'ya döküldüğümüz zaman ilk işimiz bir lokantaya konmak olmuştu. Refakatimizde bulunan Lozanî Fuâd Bey'in çarşı içine kadar tanıdığı şehrin eski liman taraflarında Mon Vatto isminde bir lokantaya girdik.

Fransız yemeği namıyla dokuz gündür çenemize dayanan sözde mekûlâta (yiyeceklere) zevk ve gıda nokta-i nazarından kıymetini bit-tecrübe anladığımız için hemen matbaha (mutfağa) yürüdüm. Direktör efendi ardımızdan ayrılmıyordu. Matbahta başı beyaz tekyeli bir cemaat arasında etli, sütlü muhtelif yemeklerden çeşnisaz olduktan sonra -zannediyorum- çorba, et, ciğer tavası, makarna ve meyveden mürekkep bir tepsi tertip edip çok ganice karnımızı doyurduk. Yemek esnasında en çok laf eden ben, hiç söz söylemeyen de Billy Hunter idi..."

Milli Takım kafilesi tam dokuz gün süren sefaletten sonra Marsilya'da mükellef bir ziyafeti hak etmişti. Güzelce karınlarını doyurdular. Sonra da trene binip Paris'e gittiler. Paris'te düzenlenen futbol turnuvasında aralarına Almanya Karlsruhe'den Bombacı Bekir de katıldı.

Milli Takım turnuvanın ilk turunda şimdi mevcut olmayan bir ülke olan Çekoslovakya ile eşleşmişti. Çekoslovakları tanıyorduk, bir sene önce İstanbul'a gelmişler; Galatasaray, Altınordu ve Fenerbahçe ve bu üç kulübün en kıymetli oyuncularından mürekkep 'İstanbul Karması'na toplam otuz bir gol atıp, kalelerinde sadece dört gol görmüşlerdi.

Antrenör Hunter, Akşam gazetesine verdiği bir röportajında kura şanssızlığından yakınıyordu: Şöyle Bulgaristan, Yugoslavya, Lehistan, Portekiz veya Uruguay gibi daha dişimize göre bir takım ile eşleşseydik ya... Tabii o devrin şartları içinde dünyada oynanan futbol pek iyi bilinmiyordu. Bizim gözümüze kestirdiğimiz ekiplerden Uruguay, Paris'te muazzam oyunlar çıkardı ve ilk dünya şampiyonluğunu kazandı.**

Burhan Bey'in Paris hatıraları sadece Jack Fresine'de çektikleri sefaletle sınırlı değil. Paris ile alakalı daha pek çok hikâye ve anıları var bu muhterem gazetecinin. Sırası gelince yine bu sayfalarda yazarız o kıymetli hatıraları...

*Burhaneddin, Olimpiyat Hâtıraları I, Spor Âlemi, 1 Kânûn-i Sâni 1341, Sayı:17, s.2-3.

**Uruguay Milli Futbol Takımı'nın armasında dört yıldız bulunuyor. Bunlardan ikisi, 1930 ve 1950 yılında kazandıkları iki Dünya Kupası'nı işaret eder. Diğer ikisi ise 'Dünya Şampiyonluğu' sayılan 1924 Paris ve 1928 Amsterdam Olimpiyat Oyunları'nda kazandıkları şampiyonluklardır.

Socrates Dergi