Fransa Kralı

22 dk

1980'li yıllar ikonik 10 numaraların onyılıydı. Hırslısı, tekniği, tembeli, golcüsü… O sihirli numarayı taşıyanlardan biri de Michel Platini'ydi. 'Le Roi' ile 80'lere ışınlanıyoruz…

Bezgin, sıkılmışçasına sahada gezen ama birkaç dakikada iki gol, bir asistle takımını zafere götürebilecek garip bir yetenek. Michel Platini, sahaya çıktığı birçok maçta bu özelliğini zarafetiyle birleştirdi ve insanları büyüledi. Juventus'un en görkemli zamanlarında da onun imzası vardı, Fransa'nın 'Avrupa'nın Brezilyası' olduğu kupalı günlerinde de… Üstelik bireysel rekorlar kırdığında bile hiçbir zaman kendini takımdan ayrı konumlandırmadı. 1980'lerin ilk yarısında Avrupa'nın en büyük futbol ikonu olan Michel Platini ile milyonlarca kişi tarafından sevildiği günleri konuştuk. Sonrasını da unutmadan…

Seksenlere Saint-Etienne formasıyla girdiniz. Kulübün son lig şampiyonluğunu kazanan takımın yıldızıydınız. Saint-Etienne'in Fransa futbolundaki yeri ayrı. Sizin kariyerinizde Yeşiller'in yeri nedir?

Yeşiller ile tarihi başarılar elde ettik, çok güzel hatıralarım var. Buna rağmen belki klişe gelecek ama Nancy, Saint-Etienne ve Juventus formalarını giyerken hissettiğim tutku ve sevgi arasında bir fark yok. Üçünde de büyük keyif aldım ve oynadığıma gurur duydum. Saint-Etienne kariyerim bazılarının gözüne farklı görünebilir, haklı oldukları taraflar da vardır ancak bir önem sıralaması yapamam.

1970'lerin sonundan itibaren Fransa Milli Takımı'nın ayak sesleri de duyulmaya başlamıştı. Milli takımın rekabetçi bir hale gelmesinde Michel Hidalgo'nun rolü neydi?

1958 Dünya Kupası'ndan 1976'da Saint-Etienne'in Avrupa başarısı gelene kadar Fransa futbolu parlak bir sonuç elde edememişti. 1970'lerde Fransa futbolunun kendini toparlama ve yeniden yapılanması diyebileceğimiz süreç ise üç önemli ismin katkısıyla gerçekleşmişti: Federasyon Başkanı Fernand Sastre, ulusal teknik direktör Georges Boulogne ve milli takım teknik direktörü Michel Hidalgo. 1973 ile beraber tüm profesyonel futbol kulüplerinin genç futbolcu adayları için altyapı merkezi kurmaları zorunlu hale getirildi. Clairefontaine Akademisi'nin de doğuşunu sağlayan ve bugünkü sistemin temelini oluşturan kararlar o günlerde alınmıştı. 1970'lerde Avrupa'da başarı kazanan Saint-Etienne jenerasyonunun bu yapısal değişimle harmanlanması 1980'lerde elde edilen yükselişe zemin hazırlamıştı. O jenerasyon Fransa futbolunu özellikle mental açıdan çok yukarı çekmişti. Hidalgo da bunu milli takımda çok iyi sentezlemişti.

1982 Dünya Kupası bu meyvelerin alındığı ilk turnuvaydı...

Aslında 1978'de başladı her şey ama 1982 dönüm noktasıydı zira o jenerasyonun sonuç almaya başladığı ilk turnuvaydı. Özellikle İngiltere maçını kaybederek başlayıp ona rağmen gruptan çıkabilmek bizim kaderimizi de etkiledi. Meşhur yarı finalde Almanya'ya karşı kaybetsek de o maçı öyle oynamış olmak bize büyük bir özgüven aşıladı. 1982 öncesinde çok fazla maç kazanan, kupalarda turlar geçen bir takım değildik. Euro 1984 kupasını getiren süreç aslında o kupada edindiğimiz özgüvenle gelmişti.

Yarı finaldeki F. Almanya maçı birçok senaristi kıskandıracak cinsten bir maçtı…

Yaşadığım duygular ve hisler açısından değerlendirdiğimde sahada yer aldığım en büyük maç olabilir. Çok farklı duyguları kısa sürede hissetmiştim. Mutluluk, korku, kaygı, nefret ve daha fazlası... Özellikle Schumacher-Battiston olayı esnasında ve sonrasında yaşananlar çok sarsıcıydı. Maçın tümü üç saate yakın sürmüştü ve çok perdeli bir Pierre Corneille tiyatro oyunu gibiydi. Bir büyük tragedyaydı. Sonu iyi bitmedi ama bir yandan hayatlarımız boyunca yanımızda taşıdığımız muhteşem dakikalar da yaşadık. Hatta bizi sonrası için tanımlayan ve olgunlaştıran anlar. Deneyimlediğimiz için kendimizi şanslı saydığımız bir maçtı.

Michel Platini ve Michel Hidalgo

Michel Platini ve Michel Hidalgo

Battiston'a pası atan da sizdiniz. Bir takım kaptanı olarak o gerginlikte neler hissettiğinizi hatırlıyor musunuz?

Öncelikle çok endişelendim elbette. Çünkü gidip gördüğümde yüzü çok solgundu ve nabzını hissedememiştim. Hayati tehlike yaşıyor diye düşünmüştüm. Battiston'un sağlığından daha değerli değildi o maçın sonucu fakat o gün birkaç dönüm noktası vardı ve aralarında en mühimi Schumacher'in bu hareketi yapması ve sonrasında faul bile çalınmamasıydı. O andan sonra aklımız da Patrick'te kalmıştı. Hastaneye kaldırılmıştı ve ne olduğundan haberimiz yoktu. Çok endişeliydik. Dediğim gibi bir de kaptan olarak o gün yaşadığım duygu değişimini ve yoğunluğunu başka hiçbir maçta yaşamadım.

Juventus'la sözleşme imzaladığınız gün Gianni Agnelli sizi aradı...

Evet doğru, hatta şöyle olmuştu: Ben Juventus ile sözleşmeyi imzaladım ve akabinde Sayın Agnelli aramıştı. "Michel, hoş geldin, ben hayatım boyunca Avrupa Şampiyon Kulüpler Kupası'nı bekledim. Sizden de bunu almanızı istiyorum. Bunu bekliyorum." Çok net, kısa ve basit bir şekilde söylemişti. Lafı hiç dolandırmadan.

Gianni Agnelli'nin size olan 'aşkı' çok bilinir. İlişkinizi nasıl tanımlarsınız?

Bay Agnelli tam bir İtalyan beyefendisiydi, istisnai bir kişiliğe sahipti. Ayrıca hiç arkanızdan iş çevirmez, ne söyleyecekse yüzünüze söylerdi. Onunla aramızda farklı bir ilişki vardı evet, zira beni Juventus'a isteyen oydu. Gider gitmez Serie A'nın gol kralı olunca, bu seçiminin başarısından dolayı da Boniperti ve Trapattoni'ye de bu konuda takılırdı. İlk günlerde zaman ayırıp Torino'ya alışmam için benimle vakit de geçiriyordu. Rahat olmam için her imkânı sağlamıştı. Onun tarafından bu kadar şımartılmamın karşılığını sonuna kadar vermeye çalışıyordum. Hatta üst üste üç kez kazandığım Ballon d'Or'ların ilkini ona hediye etmiştim. Fena bir jest değildi sanırım.

İtalya'daki ritiro sistemi, tifosi kavramı derken, başka neler size ilginç gelmişti?

Tutku açısından tamamıyla farklı bir seviyedeydi. Dini bir ritüel gibiydi maç günleri. En basit örnekle; Fransa'dakiler seyirci, İtalya'dakiler tifosi'ydi... Yani sadece futbolu izlemeyi tercih eden insanlar değil, futbolu yaşayan bir kitle. İnsanlar, basın, taraftarlar ve yaşam hepsi daha komplikeydi. Ama çevremde bir canlılık vardı sürekli ve o bana da iyi gelmişti. Juventus'ta bu açıdan iyi korunuyordum. Takımda İtalya'nın dünya şampiyonu kadrosundan Zoff, Gentile, Cabrini, Tardelli, Scirea, Rossi gibi isimler vardı. Ayrıca Boniek. O yıllarda dünyanın en iyi futbolcuları Serie A'ya geliyordu: Maradona, Rummenigge, Zico, Passarella, Socrates, Falcao... Benim için de İtalya'da o dönem oynayabilmek büyük bir şanstı. İşin oyun kalitesi kısmında ise kazanmak iyi oynamaktan her zaman daha önemliydi. Fransa'dan bu yönden de farklıydı İtalya.

Trapattoni ile çalışmak nasıldı?

Trapattoni bir antrenörden daha çok bir psikolog gibiydi. Çok akıllı ve futbolcularını etkileyen bir teknik adamdı. Takımlar da çok fazla transfer yapamıyorlardı o günlerde. Çoğu futbolcu uzun zamandır Trapattoni'yi tanıyordu ve onunla iyi ilişkiler geliştirmişlerdi. Bonini mesela… Her zaman sahada güvenilebilecek bir futbolcuydu. Bu güven ve birliktelik de sahaya yansıyordu.

1983'te Hamburg'a kaybeden takım, Kupa 1'i kazanamayan en görkemli kadrolardan biridir...

Hakikaten fantastik bir takımdık. Ancak Ernst Happel yönetimindeki o Hamburg takımı da çok iyi bir ekipti ve maalesef kaybettik. O kadroyla yine de kazanmalıydık. Hatta Boniek "O gün kazansaydık muhtemelen Şampiyon Kulüpler Kupası'nı üç kez üst üste alırdık" der.

Euro 84'te finale giderken Yugoslavya, Belçika ve Portekiz maçlarında harika bireysel performanslarınız vardı. Sizin şahsi favoriniz hangisiydi?

Favori seçmek zor. Danimarka çok iyi bir takımdı ve onlara karşı açılış maçımız çok zor geçmişti. Yugoslavya maçında sakindik çünkü gruptan çıkmayı garantilemiştik. Ancak yine de üst üste ikinci hat-trick'i yapmak güzeldi. Belçika maçında da hat-trick yapmıştım ama o maçı kolektif biçimde çok iyi oynayarak kazanmıştık. Portekiz en zor geçeni oldu. Finalde İspanya maçı zaten zorluydu ama sonunda bir final kazanmıştık. Favori maçım oydu tabii ki. Her maçın kendine göre bir hikâyesi var ama asıl önemsediğim izleyenlere yaşattığımız duygular. O konuda farklı bir kariyerim oldu kesinlikle.

Futbolun Her Şeyi

Tarihte beni en çok etkileyen oyuncu Johan Cruyff. Her şeyi yapabiliyordu. Regista gibi oyun kurabilirdi, bir 9 numara gibi gol atabilirdi. Çizgide veya içerde oynayıp oyunu yaratırdı. Ayrıca fikir de üretirdi. Bir fikir ve ideal insanıydı. Futbol için her şeydi. Futbolun yönünü ve düşüncesini değiştirdi, çok insanı etkiledi. İstisnai bir dehaydı. Bu arada şunu eklemem lazım, 1970 Dünya Kupası'nda izlediğim Pele de çok büyük bir futbolcuydu. Çok etkilenmiş ve hayran olmuştum. Hatta 1970 Brezilya takımı favori takımlarımın başında gelir. Pele'nin yanında Gerson, Tostao, Rivelino, Jairzinho... Muhteşemlerdi. Çok istisnai bir jenerasyondu. Bir diğeri de Beckenbauer, Gerd Müller, Breitner'li Almanya jenerasyonu. Çocukluğumda ve gençliğimde büyük hayranlıkla takip etmiştim onları da. Ama Cruyff'u bireysel açıdan bütün 70'ler boyunca izledim, Pele'yi ise daha az görme olanağım oldu. Cruyff'un yeri o nedenle bende ayrıdır.

Arconada'ya attığınız goldeki 'ölü yaprak vuruşu' çok konuşulur. En kıymetli golünüz o muydu?

Hiçbir golümü diğerinin önüne koymam. Fransa futbol tarihi için daha önemli bir goldü. Biz futbola bireylerden öte daha kolektif bir gözle bakarız. Elbette bazı oyuncular tarihte öne çıkmıştır. Liderlik önemlidir. Fakat kolektif, birbirini tamamlayan parçalara inanırız. Felsefe ve oyun kültürü bu yöndedir.

Gole dönersek, Luis Arconada çok iyi bir kalecidir, çok beğenirdim. Onun da hatası yok, o durdurulamaz bir vuruştu zaten. Adı o yüzden ölü yaprak vuruşu... (Gülüyor) Şans elbette çok önemli. Bu tip turnuvalarda, tek maçlık turlarda tek bir an tüm kaderi değiştirebiliyor. O nedenle de 1982'de biz Almanya maçını kaybettik, Dünya Kupası'nı alamadık. Euro 84'te ise her şey yolunda gitti, kazandık.

1984 ve 1986'da Luis Fernandez'in katılımıyla Carre Magique (Sihirli Kare) ortaya çıktı ama 1982'de Genghini, Tigana ve Giresse ile oluşturduğunuz orta saha daha keyif veriyor gibiydi. Katılır mısınız?

Evet doğru, orijinal Sihirli Kare'de Genghini vardı. Ayrıca o önde oynarken Tigana ve ben özellikle çok rahat ederdik. Çok yetenekli, özel bir futbolcuydu. Sonradan yavaş yavaş o dörtlü orta sahanın forvete yakın yerini Fernandez almıştı. Ama Genghini olmasaydı belki de Carre Magique hiç var olmayacaktı. Teknik Direktör Michel Hidalgo kendi oyun sistemini uygulayabilmek adına akıllı, teknik ve topla oynamayı bilen futbolcuları seçerdi. Bizim kalitelerimizi ve yeteneklerimizi ortaya çıkarmaya yönelik bir yaklaşımdı bu. Sonuçta o takımın iyi futbol oynamak için topa sahip olması gerekiyordu. O futbolu oynamak istiyorsanız topla yeteneği yüksek oyunculara ihtiyacınız var. Daha sonra ben milli takım seçicisi olduğumda bu kez iyi oynamak için o kadar da topa sahip olmamız gerekmiyordu. Ancak Sihirli Kare gibi bir dörtlüye hayır demezdim tabii ki.

Heysel'in sizdeki izleri nelerdir?

Çok komplike gerçekten. Hayatımın en kötü anlarıydı belki de. Bizi desteklemek adına oraya gelen insanların o trajediyi yaşamış olması, hayatlarını kaybedenler... Tutkuyu ve coşkuyu paylaşmaya gelen insanların bunu yaşamaları çok yaralayıcıydı. Benim ve sahadaki diğer arkadaşlarımın yaşananlardan, facianın boyutundan haberi yoktu. O nedenle maçı normal bir biçimde oynadık. Gole sevindik çünkü kazanmak için oynadık, normal bir final gibi oynadık. Yoksa maçı zaten oynayamazdık. Sonrasında öğrendiğimizde o günün başka bir önemi kalmamıştı. Hâlâ ağırlığını hissettiğim bir gün. O nedenle de o kupayı kabullenmekte zaman zaman zorlanırız. Juventus kazandı diye değil de Heysel Faciası oldu diye hatırlanır. O gün kazanmamızın trajik biçimde yitirilen hayatlar karşısında hiçbir değeri yok elbette.

Tarihin en iyi takımları sayılırken 1982- 85 arasındaki Juventus'un daha fazla anılması gerekmiyor mu?

Lig şampiyonlukları, Kupa Galipleri Kupası, Şampiyon Kulüpler Kupası, Avrupa Süper Kupası, Intercontinental Cup... O dönem ayrıca Serie A kazanması zor, nitelikli bir ligdi. Bence Heysel Faciası o günleri ve Juventus'u değerlendirirken etkili oluyor. Avrupa futbol konjonktürünü ve tarihini etkileyen bir facianın gölgesi duruyor orada. Ama ne olursa olsun, Juventus'u, Milan ve Inter gibi Avrupa kupalarında söz sahibi olan bir başka İtalyan takımı haline getirmiştik. O dönem dünyanın en iyi takımıydık. Tarihin de en iyilerinden biriydik.

1986… Brezilya-Fransa…

İşin içinde Zico ve Socrates olduğunda olaylar çok daha dramatik hale geliyordu. İkisi de çok sevdiğim edebi karakterlerdir. Çok zor bir maçtı. Brezilya çok iyi bir takımdı ve o kupanın favorilerinden biriydi. Nasıl 1982'de Almanya karşısında elenmeyi hak etmememize rağmen şansımız yaver gitmediyse o maçta da Brezilya'nın şansı yaver gitmemişti…

Socrates, "Platini ve ben de kaçırdık ama herkes Zico'yu hatırlıyor" demişti.

Evet biz kazandığımız için, Socrates de seri penaltılarda ilk kaçıran olduğu için pek hatırlanmaz. Maçın kritik bir ânında, yedekten gelip kaçırdığı için Zico daha dramatik bir algıyla hafızalarda yer etmiştir. Socrates futbola bakış açısını, zarif oyun tarzını ve hayat felsefesini çok sevdiğim, saygı duyduğum bir futbolcuydu. Zico da gelmiş geçmiş en yetenekli futbolculardan biridir. Ona özel bir hayranlık duyardım. Onlarla beraber anılmak benim için onur.

Dünya Kupası içinizde bir ukde midir?

Bence futbolcular arasında karşılaştırmalar yaparken Dünya Kupası en büyük kriter olmamalı. Bunu ben kazanamadığım için söylemiyorum. Kupa kısa sürede az sayıda maçın oynandığı ve çeşitli şans faktörlerinin de devreye girdiği bir organizasyon. Artık eskisi kadar en büyük öneme sahip turnuva mı, o konuda da şüphelerim var. Cruyff, Kopa, Zico, Ronaldo, Messi... Dünya Kupası'nı kazanamadı. Ben de her kupayı kazandım ama Dünya Kupası'nı kazanamadım; bu beni daha kötü bir futbolcu mu yapar? Kazanamadığım için pişmanlığım yok ama kim kazanmak istemez ki? Ancak kupayı kazanan bazılarının da daha istikrarsız kariyerleri oldu. Bir de zamanın ruhunu ve dönemin şartlarını da hesaba katmak gerekiyor. Mesela Cruyff'un futbol oynarken hissettirdiklerini herhangi bir şeyle karşılaştırmam mümkün değil.

Hayran olduğunuz oyun kurucular?

Mesela Maradona ve Zico bizim 'Attaquant de Pointe' dediğimiz daha 9 numara görevini de yapan 10 numaralar. Aslında bu yüzden Maradona'yı burada ayırmak lazım ama yine de ilk onu seçerdim. Zira oyun kurucu diyemeyiz ona. Maradona hayatımda izlediğim en büyük ve en etkileyici hücumculardan biriydi. Özünde bir forvetti. Evet pozisyon yaratırdı takım arkadaşlarına ama asıl etkili olduğu alan oyun kurmak değildi. Ben 80'lerden Alain Giresse ve Falcao'yu çok beğenirdim. Bernd Schuster mesela hakkı az verilen özel bir yetenekti. İngiltere'den birini seçmek isterdim ama onlar 4-4-2 oynadıkları için bir yaratıcı oyun kurucu kullanmazlardı. Felix Magath'ı da buraya eklerdim.

1987'de sadece Juventus'u değil, futbolu da bıraktınız. Bu kadar keskin bir kararın sebebi neydi?

'Yaşlı Hanımefendi' kadar yorgundum. Yakıtım tükenmişti. (Gülüyor) Şaka bir yana gerçekten yıpranmış ve yorgundum. 1986'da bir sakatlık yaşamıştım. Bir türlü iyileşmiyordu hatta sakat sakat oynadım. Artık 1987'de bırakma zamanım gelmişti.

"Kararı ben vermedim"

Fenerbahçelilerin sizin döneminizde UEFA tarafından verilen karardan dolayı size karşı tepkili olduğunu biliyorsunuzdur. Bunu nasıl değerlendiriyorsunuz?

O zaman bir dava oluştu ve buna UEFA içerisinde bağımsız işleyen Etik ve Disiplin Kurulları karar verdi. Ben vermedim. Ben de eskiden o komisyonlardayken Porto-Marsilya maçında verilen gibi birçok kararı eleştirdim. Ama UEFA Başkanı olarak bireysel bir karar vermedim. Bunlar o alandan sorumlu komisyonlar. Ayrıca Fenerbahçe de dahil olmak üzere Türkiye futbolunu çok severim. Benim dönemimde Fenerbahçe'nin stadında Avrupa Kupası finali oynattık. Fenerbahçe'ye ya da başka bir takıma karşı negatif kişisel bir tavrım veya kararım hiçbir zaman olmadı.

Daha sonra antrenörlük yaptınız ve Fransa Milli Takımı ile dört yıllık bir maceraya atıldınız. "Bana göre değil" dediğiniz an oldu mu hiç?

Ben aslında hiçbir zaman teknik direktör olmak istemedim. Milli Takım'ı da kabul ettim çünkü teknik direktörden öte bir "Seçici" rolü oluyor ulusal takımlarda. O bana daha uygundu. O dönemde de Fransa futbolunda bir geçiş dönemiydi ve federasyon beni göreve çağırmıştı, buna hayır diyemezdim.

Euro 1992'de aslında çok iyi bir kadroya sahiptiniz ama öncesinde bazı sıkıntılar yaşanmıştı...

Evet, çok iyi bir takıma sahiptik. Ancak şampiyona öncesi Bastia-Marsilya arasındaki Fransa Kupası Finali'nde Korsika'da ne yazık ki tribünler çökmüştü ve seyirciler hayatını kaybetmişti. Takımın büyük bölümü travmatize bir halde şampiyonaya gelmişti. Onun da etkisi oldu oyuncular üzerinde. Akabinde o nesil deneyimlenerek 1994 Dünya Kupası'na gidebilirdi ancak maalesef grupta İsrail'e yenilmemiz tüm hayalleri suya düşürdü. Herkes o dönemi Bulgaristan maçında Kostadinov'dan yediğimiz gole bakarak değerlendirir ama Bulgaristan gayet iyi bir takımdı. Bunu kupada da gösterdiler. Orada asıl hatayı İsrail maçında yaptık. Ona çok üzülmüştüm hakikaten. Belki artık sadece yöneticiydim ama bir Fransız olarak Ginola ve Cantona'lı neslin kupaya gidememesine üzülmüştüm.

Bazen geriye dönüp baktığınızda "Keşke sadece futbolcu olarak kalsaydım" dediğiniz oluyor mu? Özellikle de UEFA kariyeriniz ve sonuçlanma şeklinin yeni nesillerin sizi tanıması açısından kariyerinizi lekelediğini düşünüyor musunuz?

Bir gazeteci olsaydım, bu mesleğin içinde bir yerlerde devam ederdim. Bir gazetede çalışırdım. Benim için de futbolun farklı bir alanında, özellikle de çok sevdiğim futbolu koruyup daha iyi hale gelmesini sağlamaya çalışabileceğim yöneticiliğe geçmem şaşırtıcı olmamalı. UEFA'da çalışmak benim için değerleri, kuralları, gelişmeyi korumak adına önemliydi. Bu nedenle de yöneticiliği tercih ettim. Evet bazı şeyler istediğim gibi gelişmedi ancak bu tercihimden dolayı pişman değilim. Futbolun içinde kalmadan, onun için düşünüp endişelenmeden devam etmem zordu. Benim için her zaman önemli olan, değerleri savunmaktı.

Socrates Dergi