
Gençlik Ateşi
10 dk
Bir Avrupa devini çalıştırmak için artık kırk yaşında olmanıza gerek yok. Yalnızca doğru adımları atmaya devam edin. Çünkü doğru zaman, sandığınızdan daha yakın olabilir.
"Futbol artık çok değişti."
Biliyorum, bu sözü ilk kez duymadınız. Büyük ihtimalle bu cümle ile baş başa kalmaktan da artık rahatsızlık duyuyorsunuz. Ben de bu cümlenin ilk ağızdan çıktığı ânın, futbol topunun yuvarlandığı ilk güne kadar uzandığı konusunda sizinle hemfikirim. Televizyonda gördüğüm şeylerin; 1930'lardaki WM'ler, yirmi sene sonrasındaki 4-2-4'ler veya 80'lere doğru sayısı artan 4-4-2'lere benzemediğine eminim.
Geçmişte yaşamadım ama futbolun, önceki döneminden farklı bir noktaya evrilen bir oyuna benzediğini söyleyebilirim. Belki otuz yaşında da değilim. Ama bundan otuz yıl önce, canlı izledikleri bir maç hakkında konuşan iki arkadaşın "Yok abi, futbol eski futbol değil" deme ihtimali bana uzak gelmiyor. Eğer 1992 yılı böylesine otantik bir sohbete ev sahipliği yapmadıysa da sorun yok. Çünkü bugün oyunla ilgilenen herkes, futbolun 'eskiye göre' farklı oynandığını, değiştiğini ve detay sayılarının arttığını söylüyor. Haliyle, zamansız olmak isteyen bireyler, belki de çağa karşı açtıkları savaşın en zorlu dönemecinden geçiyor. Bilginin saniyeler içinde milyonlara sunulduğu, 'yeni' tanımının eskimeye başladığı ve zaman faktörünün her gün daraldığı bir çağda değişmeden bu savaşı sürdürmeniz kolay değil. Tüm bunları tek başına başarmanız ise mümkün değil.
Fakat belirli bir yaşa, tecrübeye ve kazanma seviyesine gelen her bireyin, yeni fikirlere karşı kendini kapatmaya ve kimi zaman akışın temposuna ayak uyduramamaya başladığı, tarihin tekrarlanan anlatılarından biri. Ne de olsa başarı, en yenilikçi zihinleri bile muhafazakârlaştırabilen bir afyon. Ama hayır, değişken sayısının bu kadar arttığı bir dönemde sabitlere zarar gelmeyeceğini düşünmek doğru değil. Hatta özel teknik direktörlerin sahip olduğu tek sabitin 'başarı' olması veya son zamanlarda yeni şeyler denemekten çekinmeyen genç antrenörlerin talep görmesi de tam olarak bu yüzden. Zira sıkışan fikstürler ve artan detaylarla birlikte değişen oyun; bir kez daha yeni taleplerini yarattı ve bu talepleri yerine getirebilecek yeni nesil antrenörleri pazara sundu. O antrenörler de bugün için oyunu değiştirecek güce sahip oldukları için değil, bu talepleri sağlayabilecek en uygun isimler oldukları için bugünün cazibe merkezleri haline geldi.
Bir Elin Nesi
Cehalet mutluluk mudur, bilmiyorum. Ama bilmemek ve özgürleşmek, birbirine hiç uzak tanımlar gibi gelmiyor. Bireyin bulunduğu rastgele bir ortamda, rastgele kişilerle tartıştığı bir konu hakkında fikrinin olmaması ile aynı ortamda, aynı kişilerle tartıştığı konu hakkında herhangi bir şey bilme zorunluluğu olmadan yaşaması arasında ince ancak keskin farklar var. En azından bunu biliyorum. Ve bu farkların günümüzdeki yönetici profilini tanımlayan detayların başında geldiğini hissediyorum.
Jürgen Klopp'u düşünelim… Takım çalışmasına inanan, iletişimde dünya markası, ekibine gerekli özgürlüğü sonuna kadar sunan ve Bundesliga'yı, Premier Lig'i, Şampiyonlar Ligi'ni kazanan Jürgen Klopp'u. Onu, tüm bu süreçler içinde ne yapacağı hakkında hiçbir fikri yokken gördüğünüz oldu mu? Bekleyin, ben de sizinle birlikte düşünüyorum… Hayır! 54 yaşındaki teknik direktörü on seneye yakın bir süredir takip ediyor olmama rağmen onu tamamen çaresiz şekilde gördüğümü hatırlamıyorum.

Jürgen Klopp
Oysa kendisi, bu gibi pozisyonlarda birçok kez bulunduğunu ve hiçbir zaman bunu itiraf etmekten kaçınmadığını söylüyor: "Her şeyi biliyormuşsunuz gibi davranmayın çünkü her şeyi bilemezsiniz. Yeri geldiğinde bilmediğinizi itiraf etmeye hazırlıklı olun. Bilmediğiniz bir konu hakkında 'Bilmiyorum' demek, sizi 'Biliyorum' demekten her zaman daha ileriye taşır."
Şaşırtıcı ama gerçek. Jürgen Klopp, kariyeri boyunca çaresiz hissetse de çaresiz gözükmemeyi başarabilmiş bir teknik direktör. Ve aynı zamanda teknik ekibiyle tartıştığı rastgele bir konu hakkında herhangi bir şey bilme zorunluluğu olmadan yaşama gücüne de sahip. Bu yüzden Liverpool'un eski altyapı antrenörü Pep Lijnders'e taktiksel antrenmanlarda tam yetki vermekten çekinmiyor, Thomas Grönnemark'ın takımın taç atışlarındaki esas beyni olmasını yadırgamıyor. Oyunun değişen talepleri ve artan detaylarına rağmen, hem en iyi bildiği işleri yapmaya devam ediyor hem de başkalarının en iyi bildiği işleri yapmasına olanak sağlıyor. Alman hocanın bu özelliği, menajerlik kariyeri çeyrek asra yaklaşıyor olmasına rağmen onu hâlâ zirvede tutmaya devam ediyor.
Günümüz antrenörlerini Jürgen Klopp ve paydaşlarından ayıran nokta ise iş yapış şekillerinin, yetiştikleri dönem gereğince halihazırda böyle olması. Antrenörlüğe, maç analizlerinin birkaç saat içerisinde yapıldığı ve mesleklerde spesifikleşmenin yaygınlaştığı bir dönemde başlayan yeni nesil teknik direktörler, bilgi yığınları içinden gerekli bilgiyi filtrelemede uzmanlaşmış durumda. Ve bu filtreleme, genç hocaların hem kendi bilgilerine en çok güvendikleri alanda yoğunlaşmalarına hem de teknik ekiplerindeki diğer bireylerin farklı detaylarda ihtisas yapmasına yardımcı oluyor.
Mikel Arteta'nın, -24 yaşında Diego Simeone'nin yardımcılığını yapmaya başlayan- Miguel Molina'yı ve Pep Guardiola'nın teknik ekibindeki duran top antrenörü Nicolas Jover'i bulduğu ilk fırsatta kendi ekibine transfer etmesi tam olarak bu yüzden. 45 yaşındaki Marco Rose'nin, 29 yaşındaki yardımcı antrenörü Rene Maric'i gittiği her kulübe götürmesi de öyle… Zaten söz konusu genç antrenörler olduğunda farklı isimlerle aynı örnekleri vermek hiç zor değil.

Ruben Amorim
Zira düşünce yapıları, farklı şekilde ayrı noktalara ulaşsalar dahi, birbirinden çok uzak sayılmaz. Mikel Arteta alanları kapatarak, Julian Nagelsmann topa sahip olarak, Ruben Amorim ise üçlü savunma oynayarak sonuç almak istiyor olabilir. Bu üç genç teknik adamın taktiksel anlayışları, oyuncu iletişimleri ve düşünce yapıları birbirinden farklı da olabilir. Ama ortak paydada buluştukları bir şeyler varsa, o da başta kendileri olmak üzere kimin, neyi, ne kadar bileceğini iyi biliyor olmaları.
Ve o kişilere güvenmeleri.
Aynı Dil, Ortak Amaç
Z kuşağı. Bu kuşaktan önce, hangi kuşak ne ile ilgileniyor diye düşünülüyor muydu, emin değilim. Ama evet, son birkaç yılın gündemi olan Z kuşağının sevmediği hareketlerde bulunmak büyük bir suç, bundan eminim. Seçim propagandaları, aile gelenekleri, işe alım şekilleri ve daha onlarca farklı şey, genç jenerasyonun taleplerine göre şekilleniyor.
Şaşırtıcı mı? Aslında değil. Ne de olsa daha sonra gelenin, öncekinin önüne geçmesi, hayatın işleyiş şekillerinden biri. Bu yüzden futboldaki iletişim biçimlerinin değişmesini de yadırgamak anlamsız. Geçmişte yeni, eskiye ayak uydururken; artık eski, yeniye ayak uydurmak zorunda. Eğer ayak uyduramıyorsanız, yarışmacı şekilde zirvede kalmanız pek mümkün değil. Sadece bu kriteri bile doğdukları yıl sayesinde karşılıyor olabilmeleri, yeni nesil teknik direktörler açısından büyük bir avantaj.
2000'li yılların başında iletişim ustası olarak kariyerinin zirvesini yaşayan fakat 2010'lu yılların sonuna gelindiğinde "Yeni nesli anlamıyor!" damgası yiyen Jose Mourinho, bu sürecin akla gelen ilk örneği. Chelsea'deki üçüncü Premier Lig şampiyonluğundan sonra yavaş yavaş oyuncularıyla çatışmalar yaşayan Portekizli teknik direktör, sonraki senelerde çalıştığı Manchester United, Tottenham ve -hâlâ devam eden- Roma kariyerlerinde de benzer dikenli yollardan geçmek zorunda kaldı.

Jose Mourinho
Son yıllarda aldığı ağır mağlubiyetlerin ardından oyuncularını medya ile burun buruna getiren ve kalitelerini sorgulayan Jose, bu yöntemi spor dünyasında deneyen ilk antrenör değil. Muhtemelen son da olmayacak. Fakat yöntemin miadını doldurduğunu düşünmek de yanlış bir tespit değil. Oyuncu gücünün iyiden iyiye arttığı, yalnızca yıldız futbolcu istiyor diye teknik heyetlerin değiştiği bir düzende böylesi sert bir figür olarak kalabilmek, yalnızca ve yalnızca başarılı olmaktan geçiyor.
Başarılı olmaksa oyuncunuz ile aynı dili konuşabilmekten.
Herkes Bir Gün...
Andy Warhol haklıydı. Yeni dünyada 15 dakikalığına meşhur olmak, hiç olmadığı kadar kolay. Değişen şartlarla birlikte kolaylaşan başka şeyler de var. Bir eser veya şahıs hakkındaki fikirlerinizi, işin muhatabına saniyeler içerisinde iletmek, onlardan biri. Dahası, belirttiğiniz bu fikrin muhatapta ilgi uyandırması ve size farklı kapılar açması, 2022 itibarıyla 'mucize' sınıfına giremeyecek kadar olağan bir durum.
Twitter'a attığınız bir tweet ile Leipzig'in veri analisti, bloğunuza yazdığınız bir maç analiziyle beğendiğiniz bir teknik direktörün yardımcısı olmak uzak hayaller değil. İnanmıyorsanız, blog yazılarıyla başladığı futbol kariyerine Dortmund'da yardımcı antrenör olarak devam eden Rene Maric'e ulaşmayı deneyebilirsiniz. Yolunuzu uzatmadan, yaptığı Foggia analizi sayesinde Roberto De Zerbi'nin teknik heyetine katılan Francesco Farioli ile Alanya'da da buluşabilirsiniz. Hangi kapıyı çalarsanız çalın, şansın sizin de kapınızda belirme ihtimalini göreceksiniz.
Kariyerine amatör küme takımlarının kaleci antrenörü olarak başlayan ve ilerleyen yıllarda Katar'da aldığı antrenörlük eğitimi ile kendini geliştiren Farioli, teknolojinin gücünü lehine çevirerek Roberto De Zerbi'nin 2,5 sene boyunca yardımcılığını yapmayı başardı. Kaleci antrenörlüğü becerilerini, İtalyan futbolunun son yıllardaki en değerli zihinlerden De Zerbi'nin geriden oyun kurma talepleri ile birleştirdi. Uzmanlığını pas oyunu üzerinde yapmayı başaran genç antrenör, birkaç yıldır Süper Lig'in toplu oyundaki en parlak hocalarından biri olarak göze çarpıyor. Alt liglerde başlayan kariyerinde spesifik olarak ilgilendiği alanlar, kafasındaki oyun planını şekillendirdi ve o planlar, bugün Türkiye Süper Ligi'ndeki oyun tarzlarına ufak fırça darbeleri vurmaya başladı.

Francesco Farioli
32 yaşındaki genç teknik direktörün böylesine tutucu bir ligde yarattığı bu değişim, aslında oyunun nereye gittiği ile de hayli alakalı. Socrates'in 2021 Kasım sayısı için Buğra Balaban'la birlikte yaptığımız röportajda İtalyan teknik direktör, dışarıda kendi kariyer çizgisine benzer yüzlerce futbol insanının varlığından böyle bahsetmişti: "Hakem düdüğü çaldığı gibi maçımız hakkında sosyal medyaya analizler düşüyor. Ve çoğu zaman yapılan tespitler, bizim maç içerisinde yaptıklarımıza benzer oluyor."
Francesco Farioli; tıpkı Rene Maric veya Julian Nagelsmann'ın yardımcısı Benjamin Glück gibi genç yaşlarında özel koltuklara oturmayı başarabilmiş bir taktiksel zihin. Bu zihinlerin futbolculuk kariyerleri, antrenörlük kariyerlerinin aksine hiç parlak değil. Onları geçmişteki meslektaşlarından ayıran noktaları; doğru yerde doğru zamanda olmaları, teknolojinin nimetlerinden faydalanmaları ve kesintisiz şekilde oyunun öğrencisi olmaya devam etmeleri.
Genç yaşlarına rağmen oyunda yarattıkları farklar ise Francesco Farioli'nin bu sözlerinde saklı:
"Geçmişte futbol tepeden aşağıya doğru değişiyordu. Ama bana sorarsanız bugünlerde aşağıdan yukarıya doğru bir dönüşüm izliyoruz. Hâlâ net bir değişim değil ama bir dönüşüm. Genç antrenörler, futbolun içindeki genç insanlar oyunu ileriye götürüyor."