Gerçek Mitler

18 dk

Senna ve Maradona üzerine yaptığı filmlerle spor belgeselciliğinin ufkunu genişleten Asif Kapadia, Socrates'e konuştu. Arşiv odalarından Maradona anılarına kadar...

Joseph Campbell'ın Kahramanın Sonsuz Yolculuğu diye bilinen ama Bin Farklı Yüze Sahip Kahraman diye de çevrilebilecek kült kitabı, kahraman arketiplerini anlatırken mitlerin gizemini çözme yolunda rehberlik eder. Yönetmen Asif Kapadia da 1980'lerden Ayrton Senna ve Diego Maradona gibi iki kült spor kahramanının mitini çözümlemeye çalışan belgeseller çekti. Onları sadece spor icra ederken efsaneleştiren mucizevi yetenekleriyle değil, gerçek insan gibi kusurlarıyla da anlatmaya çalıştı. Maradona belgeselini çekerken efsaneyle sohbet etmekle kalmayıp futbol da oynayan Kapadia, Londra'daki evinden heyecanla anlatmaya başladı. Saatler sonra Arjantinli efsanenin hayatını kaybedeceğini ikimiz de bilmiyorduk.

Kariyerinizin başında kurgu filmler yönetmenize rağmen nasıl oldu da spor belgeseli yapmaya yöneldiniz?

Sanırım 2006-2007 civarında oldu. Sporu hep severdim. Çocukken deli gibi futbol oynardım. Yapımcı dostum James Gay-Rees, Senna üzerine belgesel yapmakla ilgilenip ilgilenmeyeceğimi sorduğunda düşünmeye başladım. Senna'nın ölümünün onuncu yılı geride kalmıştı. Farklı bir deneyim olur diye kabul ettim. Ayrton Senna gibi sıradışı bir karakteri anlatacaktım ve iş gün geçtikçe kişisel bir boyuta geçti. İnandığı her şey, bana da temas ediyordu sanki.

Çekmeye başladığımızda, dramaları yönetirken belli bir yöntemim var, onu uygulamak istedim. Temelde şu: Röportajları sinematik şekilde filme yedirebilmek. Röportajlar için insanlarla bir araya geliyordum ama eğer anlatıyı Senna'nın ağzından dinliyormuş gibi yapabilirsem, onu yeniden hayattaymış gibi gösterebilirdim. Ron Dennis, Alain Prost gibilerle röportajlar yaptım ama eğer onları ekranda gösterirsem, izleyiciler "Tamam, ekranda Senna yok, hayatta değil" diye düşünürlerdi. İnsanları çıkarıp "Aman ne de hızlı sürerdi" diye anlattırmaktan farklı bir şeye ihtiyacım vardı. Zaten yarışları izletip bunu gösterebilirim, birinin bana bunu anlatmasına gerek yoktu. Formula 1 tamamen pazarlamayla ilerler ve bu yüzden zamanının ötesinde kameralara ve çekim tekniklerine başvurmuşlardı eskiden de. Mesajım şuydu: Burada çok akıllıca bir sinematografi var, eğer filmin sonunu biliyorsanız, bunu unutmanızı istiyorum. Eğer bilmiyorsanız, burada âşık olacağınız bir karakterle unutulmaz bir yolculuğa çıkacağız. Sonunda olanları fark ettiğinizdeyse çok üzüleceksiniz. Senna'nın inancı, kaderciliği de ruhani ve sihirli bir hava kattı. Zaten çekilmiş görüntülerle yeniden bir drama çekmek gibiydi.

Geçmişte her şey HD ya da 3D odaklıydı, en yüksek kalitedeki görüntüleri filmlerine koymak istiyorlardı. Bense tam tersini yaptım, görüntülerin kalitesi epey dandikti. Ama bir o kadar da gerçekti. Teknik mükemmelliğin peşinde değildim. Kamera sallanıyordu, karşınızda 300km/sa ile giden bir araç varken daha doğal ne olabilirdi ki? Gerçeklik hissi.

Spor belgeselleri için yeni bir yol icat ettiniz bir açıdan...

Bir bakıma evet, Senna bu konuda büyük rol oynadı. Geçmişte de harika spor belgeselleri vardı, When We Were Kings'e bayılırım örneğin. O da harikaydı çünkü en iyi döneminde Muhammed Ali'yi gösteriyordu. Ali'yi ilk izlediğim dönemde sağlık sorunları had safhadaydı ve yürümekte zorlanıyordu. Ama filmde gördüğüm; işte Muhammed Ali buydu. Hoop Dreams yine muhteşemdir. Sporu seviyorsanız, özellikle futbol ve motor sporlarıyla ilgili gerçek görünecek bir aktör bulmanız imkânsıza yakın. Basketbol ve boksla alakalı güzel filmler var, Amerikan sporları sıkça durup yeniden başladığı için bir nebze daha kolay. Arabalarla ilgili olanları izlediğinizde çoğu 'sahte' duruyor. Keza futbol. İyi bir futbol filmi bulmak neredeyse imkânsız. Çok fazla karakter var, saha geniş, futbol oynamayı bilen aktörlerin oyunculuğu kötü, iyi oyuncular da futbol oynayamıyorlar. İstanbul'da yaşıyorsun, değil mi? Nasıl bir casting, Galatasaray-Fenerbahçe derbisinin atmosferini yansıtabilir ki? Sporu seviyorsanız neyin gerçek neyin sahte olduğunu anlayabilirsiniz. Senna, motor sporları için eşsizdi. Formula 1'i seviyorsanız harika, sevmiyorsanız yine de onun hikâyesiyle ilgilenmenizi istedim. Ana fikir buydu, tamamen karakterle ve insanla alakalıydı.

Senna'nın karakterinde sizi en etkileyen kısım hangisi oldu?

Sert, ruhani, başkalarıyla değil kendisiyle yarışan, kimseden korkmayan bir figür. Avrupa kültüründeki bir spora gelişmekte olan bir ülkeden, Brezilya'dan gelişi... Nelson Piquet, Nigel Mansell gibi birçok harika pilot vardı o dönem. Ünlü yönetmen Robert Bresson ilham kaynağım olmuştu. Hikâyeyi yalınlaştırmalı, bir boks maçına çevirmeliydim. Senna'ya karşı Prost. İki harika pilot, kendi dönemlerinde yedi şampiyonluk kazanmış iki dev, bir yandan da aynı takımdalar. Farklı bir yaşam, varoluş, inanç tarzına sahipler, biri olabilecek en hızlı şekilde kazanmaya çalışırken diğeri olabilecek en yavaş şekilde sürüp kazanmanın peşinde. Her sene drama barındıran bir kaza da cabası. Tekerlekler, motor hiç önemli değil. Formula 1 tamamen teknolojiyle alakalı olsa da bunlara hiç girmedik mesela.

Senna ve Maradona seçimlerinde seksenlerin ruhu da etkiliydi sanırım.

Bambaşka yıllardı benim için de. Şampiyonlar Ligi'nden önce, çok büyük bir para spora akmamışken... İtalya Ligi o dönem yine büyüktü ama bir yandan kirliydi. Senna'nın yarıştığı pistler tehlikeliydi, sporun değişmesi için onun hayatını kaybetmesi gerekti. Ölümü, bugün sahip olduğumuz -bir nebze sıkıcı- pistlere kavuşmamızın sebebi. Maradona'nın oynadığı dönemde keza, rakipleriniz sizin canınızı yakmak için oynardı. Onu bugünkülerden daha ışıltılı kılan nedenlerden biri. Şu an birine dokunduğunuz anda kendini yere bırakıyor ve on dakika orada kalıyor. Görüntüler farklı, toplar farklı, her şey değişti. O dönem çocuktum, bununla da alakalıdır ama Maradona sahadayken sürekli onu takip eden, menajeri Jorge Cyterszpiler'in ayarladığı iki kameraman olması da ilginçti. Instagram ya da Netflix için çekilmiyor, bu yüzden zaten kim izler ki diye düşünüp kameraları gece diskoda bile yok sayıyor. Bugünse herkes her şeyin farkında ve bu yüzden her şey bana biraz daha sahte geliyor.

Bernie Ecclestone, Formula 1 arşivini size açmıştı değil mi?

Tarihte ilk kez! O da bu arşivin bir noktada işe yarayacağını düşünmüyordu bence. Onunla buluştuğumuzda ilk anlaşmamız kırk dakikalık bir arşiv görüntüsü içindi. Filmin uzun kurgusundaysa beş saatlik arşiv vardı. Karmakarışıktı ama harikaydı. Gören herkes çok etkilenmişti ve sonunda ağlıyordu. Yapımcılarım ve ben, Bernie Ecclestone'la yeni bir anlaşma yapmak zorunda kalmıştık. Kırk dakika yerine doksan dakika kullanabilmek için masadaydık. Ecclestone'la tarihte kaç kişi anlaşma şartlarını değiştirebilmek için masaya oturabilmiştir ki? Onun için de kârlı bir projeydi.

Maradona projesi aslında Senna belgeselinden hemen sonra gündeme gelmişti, değil mi?

Senna'dan sonra yapımcı Paul Martin arşiv görüntüleri olduğunu söyleyip bu fikirden bahsetmişti. Daha yeni bir spor filmi yaptığım için bir yenisini yapmak konusunda tereddütlerim vardı. Başta "Hayır" dedim ama benim jenerasyonum için Maradona'nın dünyanın en iyisi olduğunu hatırlıyordum, 1986 Meksika'nın hatıraları hafızamdaydı. 1982 Dünya Kupası'nın büyük yıldızı olması beklenirken hayal kırıklığı yaratmıştı. 1982'de Socrates ve Zico'lu Brezilya'ya âşık olmuştum. 1980'lerde internetin olmadığı çok az kaynağın bulunduğu bir dünyada sadece Transworld Sports'la farklı coğrafyalardan bilgilere erişebiliyorduk. Brezilya, Arjantin ne durumda bilemezdik, bu yüzden Dünya Kupası çok önemliydi. Yıllar sonra da Jimmy Burns'ün Tanrının Eli kitabını okumuştum, o kitap da beni çok etkilemişti. Henüz gençtim, kısa dramalar çekiyordum. "Ne hikâye ama, bir gün Maradona hakkında bir film çekmek ne güzel olurdu" diye düşünmüştüm. Amy'den sonra, doğru zaman olabileceğini düşünmüştüm. Senna genç yaşta hayatını kaybetmişti, Amy keza aynı şekilde. Harika bir şöhretin ardından gelen zorlu mücadeleler ilgimi çekmişti. Trajik bir yan vardı. Bir üçlemenin son halkası olacaktı. Kabul etmemin sebebi buydu. Kızları da onu ikna etmişlerdi. Hatta Amy ile Oscar almam Maradona'yı etkilemişti. Zorluk şuydu: O kadar detaylı bir hikâye vardı ki neresini aktarabilirdiniz? Hepsini bir filme sığdırmak imkânsızdı, biz de Napoli yıllarına odaklandık. Tüm hayatını yansıtmadık zira hayatı devam ediyordu, biz çekimleri bitirdiğimizde yeni bir konu belirebilirdi. Sağlığı da iyi değildi.

Eski eşi Claudia Villafane'nin görüntülerin büyük kısmını sağlaması da önemliydi sanırım?

Kimse onunla işbirliği yapmayı başaramamıştı. Uzun süredir Diego'yla husumetleri vardı. Tuhaf bir ilişkileri var, bir yandan görüşüyorlar ama bir yandan da birbirlerini dava ediyorlar, TV programlarında tartışıyorlardı. O kadar Maradona'yı özetleyen bir hikâye ki! İşimiz Claudia'yı cezbetmekti. "Sen olmadan bir Maradona filmi yapamayız" dedik. Hikâyenin büyük bir kısmı onunla da ilgiliydi. Başta röportaj yapmak istemiştim ama elinde büyük arşiv olduğunu öğrendiğimde harekete geçtim. Röportajda bize güvendi, sonrasında kayıtların olduğu arka odayı gösterdi. Hâlâ, kayıtların bizim de göremediğimiz bir kısmı onun elinde. Maradona'nın en iyi döneminde İtalya ve Arjantin'de oynadığı maç kayıtları var. Umarım onlar da bir gün dijitale aktarılır ve arşivlenir.

Bu kayıtlar arasında ilk izlediğinizde sizi en etkileyen hangisiydi?

Kayıtlar parça parçaydı, temiz değildi. Baştaki araba sürme sahnesini hatırla... O kaydın bir kısmını Napoli'de, diğer kısmını da Buenos Aires'te bulduk. Bizim için dev bir yapbozu birleştirmek gibiydi. Kayıtların eşleşeceğini kestirmemiz bile imkânsızdı. Juventus maçları da aynı şekilde, bir kısmı İtalya'da bir kısmı Arjantin'deydi. İzledikçe, "Aman Tanrım, bu plan tıpkı diğerini andırıyor" diye düşünüp birbirine ekledik. Neden ayrı yerdelerdi, birer kopyası mı zamanında alınmıştı, bilemiyorum. Kupayla Arjantin'e indiği, herkesin onu kucakladığı güçlü bir sahne vardı. Yüzündeyse bir korku ifadesi. Orası, tam olarak değiştiği andı çünkü o zamana dek Diego'ydu: Genç, hayatın tadını çıkaran biri. Ama kupayı aldıktan sonra, işte o zaman tanrı katına çıkmıştı. Ertesi sene Napoli'de şampiyon oldu, evladı Diego Sinagra'yı reddetti... Tüm hayatı değişti. O kritik kare, Arjantin'deki bir televizyon şirketinin arşivinden çıktı ve onlar bile bu anlara sahip olduklarını bilmiyordu.

Maradona'nın gençliğinden de görüntülere ulaştık. 1960'larda, 1970'lerde kaydedilen koca koca kasetler yer kapladığı için bu kanalların depolarına atılmış ve bazı eski çalışanlar onları arşivleyip 'koleksiyoncu-satıcı' olmaya başlamış. Diego'nun gençliğinden görüntüler, bu tür arşivcilerin birinden çıktı. Öylece atılmışlar, akılalmazdı.

Maradona'yla söyleşi deneyiminiz nasıldı peki?

Kesinlikle karmaşık bir karakter. 1980'lerden biriyle ilgili bir film yapıyorum ama onunla 2000'lerde röportaj yapmak farklıydı. Nelerle boğuştuğunu, gerçekten sorunları olduğunu biliyorsunuz. Konuştuğum insan, filmini çektiğim karakterle aynı değildi. Her şeyi hatırlamıyordu. Ona zamanında defalarca sorulmuş ama üzerine pek konuşmak istemediği konular vardı. "Keşke on sene önce konuşsaydım" dediğim mevzular oldu. Ama bir yandan o zamanlar uyuşturucu sorunları daha ciddiydi ve doğruları duymak çok daha zor olabilirdi. Çünkü tamamen uydurduğu hikâyeler vardı. Onunla buluşmak bile başlı başına meseleydi. Şimdi düşünüyorum da Maradona'yla toplam on saat geçirdim. Onunla futbol bile oynadım. Harikaydı. Ama zor bir röportaj konuğuydu. Kendi hikâyesini anlatıp ona sadık kalıyor, "Bana yalan söyleyen, beni aldatan insanlar hakkında konuşmak istemiyorum" diyordu. Ayrıca çevirmen kullanmak da işimi kolaylaştırmadı. Ama bazı harika cümleler verdi: "Futbol bir yalan söyleme, kandırma, aldatma oyunudur" cümlesine bayılmıştım. İngiltere'ye karşı attığı goller hakkında da konuşmuştu. Arjantin için ne ifade ettiğine dair... Dünya Kupası'nı kazanmanın değil İngiltere'yi yenmenin onu yıldız yaptığı gerçeği mesela.

Bir röportajınızda onu tehlikeli sulara birkaç defa çektiğinizi ve onun size "Suratıma bakarak bunları söyleme cesaretin var mı?" dediğini söylemiştiniz. O anda neler hissetmiştiniz?

Önce elbette dil bariyerinden dolayı ne dediğini anlamamıştım. Ona kafa salladım ve gülüp durdum. Bana "Sen kim olduğunu sanıyorsun?" dediğinde işlerin çok doğru gitmediğini anlamıştım. Diego'nun kabul etmek istemediği oğlu hakkında konuşuyordum. Sorumu ciddiye almadı ve başka şeyler söyledi. Ben konuyu yine oraya getirince de tadı kaçmıştı. Sonrasında bana bakıp "Suratıma bakarak bunları söyleme cesaretin var demek" demişti. Sessizlik sonrasında da "Bu hoşuma gitmedi ama bunu yapabilecek cesareti gösterdiğin için sana saygı duyuyorum" dedi. İlerleyen dakikalar da bu yüzden iyi geçmişti. Sorumu bir şekilde cevapladı ama onunla yaptığımız son röportaj bu olmuştu.

Belgeseli izledi mi peki?

Bilmiyorum. Belki izlemiştir, umudum o yönde. 2018 Dünya Kupası'nda buluşalım demişti ama o hengâmede konuşmanın sağlıklı olmayacağını düşündüm. Bu yüzden son olarak Buenos Aires'te buluşmaya karar verdik ama ne yazık ki müsait olmadı. Aslında filmi seyircilerle izleyip ne kadar sevildiğini görmesini isterdim. Çünkü buna ihtiyacı var bence.

Kondisyoneri Signorini'nin 'Diego ve Maradona' ayrıştırması çok çarpıcıydı ve siz de filminizi bu çift karakterden inşa ettiniz. Artık sadece Maradona mı kalmıştı?

Diego'ya, o çocuğa ulaşmanız bence artık mümkün değil. Dünya Kupası'nı kazanmadan önce olduğu insana ulaşmanız mümkün değil. Onunla birkaç kez buluştum ve o anlarda mutlu, gülümseyen, keyif alan bir haldeydi. Etrafına bu tarz enerji verdiğinde "Ya, ben bu adamı sevdim" demiştim içimden. Ama tadının kaçık olduğu, enerjisinin düşük olduğu dönemlerde de tamamen başkası gibiydi. Aslında bir bakıma artık var olmayan bir insanın filmini yaptım.

Açılış sahnesinde Napoli sokaklarında Todd Terje'nin Delorean Dynamite şarkısı eşliğinde arabaların gidişi muhteşemdi. French Connection veya Italian Job havası vardı. O sekans nasıl yapıldı?

French Connection filmini çok severim ben de. O açılış sekansı, arabaların sokaklarda gezdiği üç saatlik bir kesitten çekilme. Filmin başlangıcından Napoli'ye gelene kadarki süreç arasında 45 dakika var. Büyüdüğü anlara gidiyoruz, kariyerine gidiyoruz... En son Barcelona'da geçirdiği zor zamanlara göz atıyoruz. Sonunda Napoli'ye transferine dönüyoruz. 45 dakikanın sonunda da hikâyeye başlıyoruz. Aslında bu süreç gayet ilginç olsa da son kurguda beklediğimiz sonucu vermemişti. İşte o zaman bir karar vermek zorunda kalıp başlangıcı kesme fikrini gündeme getirmiştik. 45 dakika yerine 10 dakikada konuyu Napoli'ye getirmiştik. Müzik seçimine gelince de editörlerden birisi DJ'lik yapıyordu ve bu şarkıyı önermişti. Ben de bu filmin modunun 1980'leri yansıtan ve aynı zamanda başlangıçta eğlenceli bir hava veren yapıda olmasını istedim. O nedenle Delorean Dynamite seçildi. İşi ciddileştirmeyi ilerleyen dakikalarda yapacaktık ve böylece son sahnelerde daha duygusal kalabilecektik. Aslında bu fikir onun yaşam tarzından geliyordu. Her şeye eğlenceli gözüyle bakan bir yıldızın sonradan hayatının ne kadar ciddileştiğini iyi bir şekilde gösteriyordu.

Mafya, kadınlar, uyuşturucu… "Onların Camorra olduğunu bilmiyordum" cümlesi ile ilgili ne düşünüyorsunuz? Sizce mafya olduklarının farkında mıydı, böyle bir oluşumda olmak ona tatlı mı gelmişti?

O her zaman sokaktan gelmiş biri oldu. Kimsenin hayal bile edemeyeceği kadar fakirliğin olduğu bir yerden geliyor. Hatta filmi çektiğimizde o mahallelere benzer yerlere gidip görüntü alalım dedik fakat o kadar kötüsünü bulamadık bile. Taksiler gitmeyi reddediyordu. En son bir taksiye bindik, "Maradona'nın mahallesi Villa Fiorito'ya gidelim" dediğimizde taksici "Ben daha fazla gidemem" dediği için durmak zorunda kaldık. "Bekleyeceğim çünkü siz girdikten sonra oradan çıkamayacaksınız. Dönüşte taksi bulamazsınız" demişti. Böyle bir yerde büyüdükten sonra hep nasıl kendimi korurum diye düşünmeye başlıyorsunuz. 1980'lerde Napoli gerçekten zorlu bir yerdi. Camorra'nın devam ettirdiği bir savaş vardı. Mafya, şehri yönettiğini ona da göstermek istiyordu. Ama filmimizde onlarla buluşurken onların kim olduğunu bildiğini söylüyor. Bunun yüzde kaçı zorunluluk, istek veya normalleşme ürünüydü bilmiyorum ama bu böyleydi.

1990 Dünya Kupası'nda İtalya-Arjantin Yarı Finali, attığı penaltı, gazeteler…

O mafya korumasına sahipken hem kendisi hem de diğer insanlar için bir sorun yoktu. Fakat ne zaman koruma kalktı, işler değişti. Kimi Napoli taraftarı ile konuştuğumda o ânı hafızalarından tamamen sildiklerini fark ettim. Filmi izledikten sonra daha iyi bir an olarak hatırlamışlardı. Sonuçta kahramanlarından bahsediyoruz. 85 bin kişi stadyumda, kahramanları da orada ama o yarı final maçından ayrıldıktan sonra yapayalnız kalmıştı. Hikâyeyi daha ilginç kılan nokta da bu. Film genel hatlarıyla neden onun bu kadar fazla sevildiğini ve neden 85 bin kişilik stadyumdan yapayalnız çıktığını anlatıyor zaten.

Socrates Dergi