Hayal mi, Gerçek mi?

19 dk

Usain Bolt ve Michael Phelps, milenyum sonrasında olimpiyat oyunlarını baştan aşağı tanımladı. Ve onları anlatan spikerlere unutulmayacak mesleki anılar bıraktı.

Gökhan Özer: Dünya değişiyor, biz de o değişimlere uyum sağlayacağız. Ama o hatıralar, geçmiş, nostaljik his, her zaman yerini koruyacak.

Emre Yazıcıol: Saat farkı, ilk olimpiyat heyecanı, o cümbüş ve elbette Phelps ile Bolt. 2008’i hiç unutamam.

Güven Göktaş: Bir dönem Bolt’la yatıp Bolt’la kalkıyordum. İyi ki o günleri yaşamışım, iyi ki orada olmuşum.

Caner Eler: Boşluklarını doldurmak bugüne kadar mümkün olmadı. Bundan sonra da zor. Onları anlatmanın, tasvir etmenin bir yolu yok. Hâlâ düşününce tüylerim ürperiyor.

Olimpiyat, benim için her zaman bir televizyon sporu oldu. Türkiye’den yurtdışına çıkmanın zor olduğu yıllarda Naim Süleymanoğlu’nun peşinden oyunları gezen duayenlerin anılarını okumaktan, 2000 Sidney’e giden gazetecilerin mutlu anılarını dinlemekten büyük bir keyif aldım. Ama en nihayetinde, spora meraklı bir çocuk olarak, olimpiyata televizyondan âşık oldum. Önce TRT, sonra Eurosport sayesinde yüzme, atletizm, bisiklet, artistik jimnastik gibi sporların kahramanları küçük yaşlardan itibaren idollerim arasına girdi.

2008 Beijing, hatıralarımda farklı bir yerde duran oyunlardan. Artık lisenin sonuna gelmem, spor yazarlığına ciddi olarak kafa yormaya başlamam ve internetin de etkisiyle hobimi bir işe dönüştürmeye yaklaşmam değil buradaki tek mesele. 2008, farklıydı. Caner Eler’in tabiriyle “Büyük tartışmalarla başlamıştı. Hava kirliliği. Çin’in madalya yarışında tepeye kurulmak adına yıllar boyunca sporcularını maruz bıraktığı idman ve yarışma koşulları. Her şey tartışılıyordu. Ama Michael Phelps ve Usain Bolt, her şeyi değiştirmişti.”

Gerçekten de öyle. Bu yazıdaki amacım zaten Phelps ve Bolt’u size anlatmak değil. Zaten hepiniz tanıyorsunuz onları. Ama merak ettiğim bir şey var. Phelps ve Bolt tarih yazarken onları Türkiye’ye anlatan spikerler ne hissediyordu? Bu yüzden önce TRT’den Gökhan Özer ve Güven Göktaş’a ulaştım; sonra kayıt cihazımı Eurosport Türkiye’den Caner Eler ve Emre Yazıcıol’a çevirdim. Ne düşünüyorlardı? Ne hissediyorlardı? O günler ne anlama geliyordu?

1 - Şans

Gökhan Özer: Mesleğe 1998’de başladım ve hep şanslı bir spiker olduğumu düşündüm. 2000 Sidney’den itibaren olimpiyat oyunlarında görev almıştım. 2000’de 15 yaşındaydı Phelps, madalyası yoktu. Asıl çıkışı Atina’da olmuştu. Altı altın, iki bronz. Orada efsane bir 200 metre serbest yarışı anlatmıştım. Ian Thorpe, olimpiyat rekoruyla altın madalya kazanmıştı, Pieter van den Hoogenband ikinci, Phelps üçüncü olmuştu.

Emre Yazıcıol: Eurosport Türkiye’de 2006’da yüzme anlatımlarını üstlenmeye başlamıştım. Olimpiyatın yaklaşması hepimizi heyecanlandırıyordu. 2008, Phelps’in olgunluk çağı olacaktı. Yüzmenin belki de tarihindeki en heyecan verici dönemdi. “Acaba bu çocuk, Mark Spitz’in rekorunu kırar mı?” soruları soruluyordu.

Gökhan Özer: Spitz, 1972’de yedi altın kazanmıştı. Acaba Phelps, o rekoru geçebilecek miydi? Ama ilginç olan şu: Altı bireysel, iki takım yarışı var. Tamam, Phelps büyük bir yüzücü ama arkadaşlarının da iyi yüzmesi gerekiyordu.

Emre Yazıcıol: Babam Spitz gibi efsaneleri takip eden, olimpiyat oyunlarını eskiden beri televizyondan izleyen bir sporseverdir. Onunla oyunlardan bir sene önce konuştuğumuzu hatırlıyorum. “Phelps diye bir çocuk var, Spitz’i geçecek” demiştim, tepkisi “Kimmiş o? Olmaz öyle iş” olmuştu. Ama işte hikâye çığ gibi büyüdü.

2 - Tarih

Caner Eler: Üç olimpiyat anlattım ama 2008, açılışından kapanışına en görkemlisiydi. Zaten olimpiyatın niteliğini, ruhunu ilk hafta yüzme, ikinci hafta atletizm verir. Tabii ki artistik jimnastik, kürek, basketbol, okçuluk gibi başka simge branşlar da vardır ama yüzme ve atletizm, işin kalbidir. 2008’i herkesin ayrı yere koymasının sebebi zaten bu. Yani, Phelps ile Bolt.

Güven Göktaş: İlk olimpiyatım 1992’ydi. Sabahın köründe işe başlar, gece yarılarına kadar çalışır ve o tarihin bir parçası olduğumu hissederdim. 1992’de Naim Süleymanoğlu, altın madalyayı aldığında halter salonundan canlı röportaj yapma şansımız yoktu. Rahmetli Hüseyin Başaran röportajı yapmıştı, ben beta kasedi elime alıp bir buçuk kilometre koşarak yayına yetiştirmiştim. Hepsi güzel anılardı ama Bolt’u izlemek ve anlatmak başka bir deneyimdi.

Caner Eler: Bir spiker olarak Bolt’u anlatmanın üstüne bir şey koyamam. NBA Finali, EuroLeague gibi birçok organizasyonu yerinde anlattım ama -stüdyodan bile olsa- Bolt’u anlatmak, hepsinden farklıydı. 100 metrenin ününü alıp onu sporu da aşan bir performans sanatına çevirmişti. Bir 'Big Bang' gibiydi. Evrenin oluşmasını sağlayan büyük patlama.

"100 metrenin ününü alıp onu sporu da aşan bir performans sanatına çevirmişti. Bir 'Big Bang' gibiydi." -Caner Eler

"100 metrenin ününü alıp onu sporu da aşan bir performans sanatına çevirmişti. Bir 'Big Bang' gibiydi." -Caner Eler

Güven Göktaş: Bir dönem Bolt’la yatıp Bolt’la kalktım. Şunu hatırlıyorum: Rahmetli Cüneyt Koryürek, bize Bolt’u tanıtan ilk kişiydi. Cüneyt Abi, sprintler üzerine uzmanlaşmış bir spor adamıydı. Zaten en üzüldüğüm noktalardan biri Cüneyt Abi’nin Ocak 2008’de vefat etmesiydi. Maalesef Bolt’un olimpiyatını görememişti. O kadar inanıyordu ki Jamaikalı sprintere. Sadece Bolt’a değil, Yohan Blake’e de...

Caner Eler: 100 metre, 200 metre, 4x100 metrenin üçüncü ayağı… Bütün sınırları yıkarken bu işi hiç ciddiye almıyor gibi görünmesi bile nasıl tabuları yıkan bir figür olduğunun kanıtıydı. Dans ederek yarışa hazırlanması, sürekli gülmesi. 200-400 metreciler gibi uzun boylu, uzun bacaklı olmasına rağmen 100’de inanılmaz etkili olması. Rakiplerinden farklı adımlama stili. Özetle, süzülen bir kuğu gibiydi. Rakibi yok gibiydi. Kendi sınırlarıyla yarışıyordu. Bir yandan da karakter olarak Phelps’le zıtlığı. Birinin rahatlığı, diğerinin ciddiyeti...

3 - Rekabet

Emre Yazıcıol: Phelps’in sekiz altın hikâyesinde ilk akla gelen iki yarış var. Birincisi, 100 metre kelebek finali. İkincisi de 4x100 serbest bayrak finali. Ama şu var: 4x100 serbest bayrak yarışı, henüz ikinci yarıştı. Daha orada Phelps’in hayali bitebilirdi. Fransızlar muazzam bir jenerasyon yakalamıştı. Bunun da verdiği gazla Alain Bernard, “Amerikalıları havuza gömeceğiz” gibi çok iddialı şeyler söylemişti. Gerilimi düşünebiliyor musunuz? Az kalsın yeniyorlardı da...

Gökhan Özer: Yüzmedeki en iyi anlatım pozisyonu, finişin hizasında olmak. Şans, bizim anlatım pozisyonu da oradaydı. 400 metre bireysel karışıkta altını boynuna taktı Phelps. İkinci yarış, 4x100 serbest bayrak yarışı. İlk suya giren oydu, ABD rekoru kırarak devretmişti görevi. Frederick Bousquet, Fransa’yı öne taşımıştı. Alain Bernard, Jason Lezak’ın önündeydi son 50 metrede. Son 25, hâlâ önde. Son 10, öyle. Son 5, yine öyle. Fakat son anda Lezak uzadı ve yarışı kazandı. O an Phelps’in öyle bir haykırışı vardı ki bütün salon inlemişti.

Emre Yazıcıol: Lezak’ın bunu nasıl yaptığını hâlâ aklım, havsalam almıyor. O zaferden sonra Phelps’in sevincini ben de hiç unutamam.

Gökhan Özer: Çok önemli bir engeli aşmıştı. 200 serbest finalinde rahattı. 200 kelebekte, akabinde bayrak yarışında, gayet iyiydi. Ama sonradan öğrendik ki gözlüklerinin içine su girdiği için son 100 metrede hiçbir şey görmeden yüzmüş. Tamamen kas hafızasıyla. Beşinci yarışta, yedi dakikanın altına düştüler bayrakta. Sonra, 200 metre bireysel karışık. Devamında o tartışmalı yarış: 100 metre kelebek finali.

Emre Yazıcıol: Phelps, saf bir sprinter değildi. 100 kelebekte, olimpiyatta Milorad Cavic gibi saf bir sprinterin karşısına çıkacaktı. ABD’de büyümüş, 50 ve 100 metrede büyük izler bırakmış bir yüzücüydü Cavic. Yarı finallerde daha iyi iş çıkarmıştı. Final öncesi meydan okumuştu Phelps’e.

Gökhan Özer: “Tarih yazılacak ama şöyle yazılacak. Phelps, yedi altında kaldı çünkü sekizinciyi almasını engelleyen bir isim vardı, o da benim” dedi. İğneli çıkışı tetiklemişti Phelps’i...

Emre Yazıcıol: Depar taşına çıktıkları zaman birbirlerine döndüler ve bir düello havası verdiler. Sonra yarış başladı. Beklendiği gibi ilk başta Cavic bir fark yaptı. Dönüş ve Phelps’in su altısı, büyük bir geri dönüş gücüydü. Buna rağmen Phelps, son 50 metrede gerideydi. Ve herkesin kafasında aynı düşünce vardı: “Olmadı, bitti, hedefine ulaşamayacak.” Son kulaca kadar Cavic öndeydi. Belki de ekrana yansıyana kadar kimsenin “Phelps kazandı” demediği bir yarıştı. Ama skorborda bir baktık, Phelps birinci. Tabii yarış defalarca yeniden izlendi. Görüntülerde şunu görüyoruz: Phelps ekstra bir kulaç atıyor, Cavic ise uzun bir kayma yapıyor. Phelps son anda atıyor o kulacı. Ama kesin konuşmak zor. Zaten Sırp kafilesi protesto etti, o oldu bu oldu derken sonuca bağlandı. Cavic değiyor ama otomatik zamanlamayı tutan o paneli aktivite edecek kadar sert basamıyor. Phelps’in ekstra kulacı işe yarıyor ve yüzmede olabilecek en küçük farkla kazanıyor.

"Cavic değiyor ama otomatik zamanlamayı tutan o paneli aktivite edecek kadar sert basamıyor. Phelps yüzmede olabilecek en küçük farkla kazanıyor." -Emre Yazıcıol

"Cavic değiyor ama otomatik zamanlamayı tutan o paneli aktivite edecek kadar sert basamıyor. Phelps yüzmede olabilecek en küçük farkla kazanıyor." -Emre Yazıcıol

Gökhan Özer: Çıplak gözle görüyorum tabii, çok yakınlar. Öyle anlamak zor. Skorborda baktım, aradaki fark saniyenin yüzde 1’i. Ama karmaşa vardı. Phelps’in ilk sırada geldiğini söyledik ama hepimiz birbirimize bakıyoruz. Alandaki bütün spikerler birbirine bakıyor. Saniyenin onbinde biri diye açıkladı FINA. Phelps’in altın madalyası böyle tescil edildi.

Emre Yazıcıol: Sekiz altın madalya, şundan dolayı kolay değil. Sonuçta bu madalyalara giderken öyle havadan finallere katılamıyorsunuz. Seçmeleri var, yarı finalleri var. Sekiz altını alabilmek için yanlış hatırlamıyorsam 17 kez havuza girmişti Phelps. Bazen iki final arasında çok az zamanı kalıyordu. E tabii Bolt da olimpiyatın vitrini. 100 metrede de yüzmede de böyle büyük iki ismi aynı anda yakaladığında belki ikisi de birbirinden ilham aldılar. Phelps için yüzmeyi açanlar Bolt’u da izlediler. Bolt etkisiyle oraya kanalize olanlar Phelps’i gördüler. Spor adına da büyük bir şanstı.

Gökhan Özer: Sekizinci altını kazandığında büyük bir duygu seli yaşandı. Madalya töreni yapıldı. Sonra sakinleştik, sohbetler yapıldı. Basın toplantısına Phelps girdiğinde bir alkış tufanı koptu. Ayakta durmanın bile imkânsız olduğu bir basın toplantısıydı. Bazen çok klişe sorulardan çok enteresan cevaplar çıkıyor. Ben de klişe bir soru sorayım dedim. Aklıma hep şey gelir, TRT’nin rahmetli muhabirlerinden Güntaç Aktan, üzerine tren vagonu devrilmiş bir adama mikrofon uzatır ve sorar: “Neler hissediyorsunuz?” Benim sorum da öyleydi: “Michael, bundan sonra ne yapacaksın?” Adam sekiz altın kazanmış, daha ne yapsın ki? Şöyle dedi: “Görev tamam. Fakat bu sekiz altından birini ‘Senden hiçbir şey olmaz’ diyen İngilizce öğretmenime göndereceğim.”

4 - Rekor

Güven Göktaş: Dünya ve olimpiyat rekorunu kırdığı 2008 finali, Bolt’un 100 metredeki 13. yarışıydı. Ama herkes bir şeyler yapacağını biliyordu zira haziran ayında, New York’ta 9.72 ile dünya rekorunu kırmıştı. Yine de merak konusuydu çünkü esas disiplini 200 metreydi. Çıkışlarında geç kalmasında da bunun etkisi vardır, 200’üncü olduğu için sonradan toparlayıp kazanırdı. 2008’deki finalde herkes gibi benim en unutamadığım taraf son 15 metre. Yarışı kazandığını anladığında ellerini açarak kameraların olduğu tarafa bakarak bitirmesi. Ben “Dünya böyle bir yarış görmedi. Tarihte böyle bir yarış görülmedi” demiştim. Çünkü aynı disiplinle devam etse belki 9.58’den daha iyisi gelecekti. O zaman kaybına rağmen, 9.69 koşmuştu.

"2008’deki finalde herkes gibi benim en unutamadığım taraf son 15 metre. Yarışı kazandığını anladığında ellerini açarak kameraların olduğu tarafa bakarak bitirmesi." -Güven Göktaş

"2008’deki finalde herkes gibi benim en unutamadığım taraf son 15 metre. Yarışı kazandığını anladığında ellerini açarak kameraların olduğu tarafa bakarak bitirmesi." -Güven Göktaş

Caner Eler: Tabii ki 9.69 unutulmaz. Ama bir yandan da geçilmez, kırılmaz, asla mağlup edilmez denilen adamın 2011’de hatalı çıkış nedeniyle elenmesi büyük şoktu. Esas aklımdan çıkmayan yarışıysa Berlin’deki 2009 Dünya Şampiyonası. 2008, bir yönetmenin ustalık eseriydi ve Bolt bunu ilk filminde yapmıştı. Bir yazarın en iyi romanının ilk romanı olması gibiydi. Böyle örnekler vardır. Çıtayı öyle bir yere koyarsın ki tekrarı mümkün değildir. Bolt, o eserin üzerine çok daha etkileyicisini yaptı. Çok daha büyük bir film çekti, çok daha büyük bir roman yazdı.

Güven Göktaş: 2009, en özeliydi benim için de. Dünya rekorunu Berlin Olimpiyat Stadyumu’nda 9.58’e taşıması muazzam bir andı. Ellerini yana açıp kutlamasa 2008’de zaten belki de rekoru oraya çekecekti. Hep aklımızda bir soru işareti vardı 2008’e dair. 2009, o soru işaretini giderdi. Bir de Berlin’in o farklı havası, stadyumun etkisi, tribünler…

Caner Eler: Bolt’u anlatırken oturduğumu hatırlamıyorum. Hep ayaktaydım. Bilinçli bir tavır da değildi o, “Bolt anlatıyorum, haydi ayağa kalkayım” demiyorsun. İster istemez seni ayağa kaldırıyor. Ne yaptığının farkında olmadan anlatıyorsun resmen. Çok sıkı çalışırdım elbette ama bir yandan da onu anlatırken akışına bırakırdım. Bazen kelimeleri düşünmeden söylemek, akışına, zihnine, hafızana bırakmak önemlidir. Bilhassa mevzubahis Bolt ise...

Güven Göktaş: O kadar farklıydı ki. Öteki sporcular bloklara girdikleri zaman konsantre olup çok ciddi görünürdü. Bolt ise dans ederek yarışı beklerdi. Ve evet, spiker olarak baskı yaratıyordu bizde de… O yarışı en iyi şekilde aktarabilmenin huzursuzluğu olurdu üzerimizde. Bilgileri nerede veririm? Seyirciyi çekmek için ne yapmak lazım? Sonuçta bir ürünü pazarlıyorsunuz. Hoş, Bolt varken ekstra bir şey yapmanıza da gerek yoktu. Herkes Bolt’u izlemek için ekran başına geçerdi. Bir baskıydı evet ama özlemle andığım bir baskı.

Caner Eler: Bir yandan ABD’nin hegemonya kurduğu bir alanda Jamaika’yı merkeze koyan, sınırları tamamen yıkan, aykırı karakterli Bolt. Diğer yanda mekanik görünen, duygularını hemen hemen hiç belli etmeyen Phelps. İkisi arasındaki o zıtlık, hikâyeyi bambaşka hale getirdi. İkisi de rahat figürler olsa veya ikisi de askeri disiplinle çalışsa belki bu kadar iz kalmazdı bize. Jamaika’nın rahatlığı ile ABD’nin kahramanlık kültürü, o siyah ve beyazlar unutulmaz kıldı hikâyeyi. Biri hiç çalışmıyor gibiydi, diğeri ise çalışmayı hiç bırakmıyor gibiydi.

5 - İz

Emre Yazıcıol: Daha önce Eurosport Türkiye lisansıyla yayın yapan arkadaşlarımız vardı ama bizim ekibin toplanması 2005 civarında başladı. O zaman tabii çok genç, yirmili yaşlarının başında anlatıcılardık çoğumuz. Onun enerjisi, içimizdeki açlık, tutku… Herkes nasıl potansiyelinin en iyisini yansıtabileceği üzerine kafa yoruyordu. Mesela ben üniversitedeki finallerime çalışmadığım kadar olimpiyata çalışmıştım. Tabii oyunları başarılı bir şekilde sunabilmek Eurosport’un önünü açtı. Sadece Eurosport özelinde değil, Türkiye’de spikerlik-yorumculuk anlayışının değişmesini sağlayan bazı tohumlar da atıldı. 2008 pek çok açıdan bir mihenk taşıdır.

Caner Eler: Bağış Erten yönetimindeki ekipte o dönemde çok koordineli bir çalışma vardı. Eurosport’un olimpiyat yayınında spordan spora; kule atlamadan kanoya, okçuluktan jimnastiğe bir anda geçilir. O yüzden spiker olarak ahtapot olmanız lazım. O geçişleri iyi aktarabilmek için geniş bir ekip kurulmuştu. Ki o dönem geniş imkânları olan bir ofiste değildik. O mütevazı imkânlarda spor spikerliğinin en zirve işini anlatmaya çalışıyorduk. Ve bunu yan yana iki telefon kulübesi büyüklüğünde kabinde yapıyorduk. Ne mutlu ki Eurosport Türkiye’yi olimpiyat kültüründe farklı bir yere taşıdı 2008. Didaktik olmadan spor hikâyeciliği yapılabileceğini gösteren bir yayıncılıktı o ve karşılık buldu.

Gökhan Özer: Diğer yandan, Beijing büyük bir yorgunluktu benim için. Nasıl bir tempoda çalışıyordum? 06.30’da kalkıyordum, 07.00’de kahvaltıya iniyordum, 07.30’da yüzme yarışlarına bizi götüren otobüse biniyordum ve hemen çalışmaya başlıyordum. 09.30 gibi yüzme yarışları başlıyordu. Yaklaşık iki buçuk-üç saat anlattıktan sonra 45 dakikalık bir yolculukla şehrin öbür ucundaki salona gidiyor ve üst üste dört basketbol maçı anlatıyordum. Gece 23.00’e kadar sürüyordu o maçlar. Gece dönüp günün özetlerini seslendiriyor, 01.30’da uyuyabiliyordum. O kadar yorulmuştum ki kapanış törenine gidemedim.

Caner Eler: 2008’in çok güzel hikâyeleri var. Yeni Rüya Takım, Redeem Team. Kürekte olağanüstü yarışlar. Çok iyi halter müsabakaları. Kule atlama. Senkronize yüzme. Birçok spor anlatıyorsun ve hepsinden keyif alıyorsun. Ama Phelps ve Bolt, gezegenlerin aynı hizaya gelmesi gibiydi. Zatopek’ten Korbut’a, Owens’tan Comaneci’ye büyük efsaneler var olimpiyat tarihinde. Ama Phelps ve Bolt gibi iki ikonun aynı olimpiyatta birer haftayı hegemonya altına alması eşsizdi. Kendi sporlarını başka bir seviyeye taşıdılar. O yüzden sonsuza kadar birlikte anılacaklar. 2008’de hegemonya kurdular, 2012’de buna devam ettiler ve zıtlıklarına rağmen hep aynı yolda gittiler. Bir çağın başlangıcında da bitişinde de birliktelerdi. Phelps-Bolt Çağı, bir abartı değil, gerçek. İstanbul’un Fethi, Fransız Devrimi gibi olaylardı spor tarihi açısından.

"2008’in çok güzel hikâyeleri var ama Phelps ve Bolt, gezegenlerin aynı hizaya gelmesi gibiydi." -Caner Eler

"2008’in çok güzel hikâyeleri var ama Phelps ve Bolt, gezegenlerin aynı hizaya gelmesi gibiydi." -Caner Eler

Güven Göktaş: 2008, gerçekten unutulmazdı. 2010’da ben radyoya gönderildim, 2010 ile 2015 arasında radyo spikeriydim. 2012 Londra’yı ekrandan takip ettim, o heyecanı yaşayamamak çok üzücüydü. 9.63’ü izlerken gözyaşlarımı tutamamıştım. Rio’da ise farklı bir şey yaşadık. TRT, olimpiyatı çok geç satın almıştı, orada anlatım pozisyonumuz yoktu. Ben tribünden izledim yarışı Rio’da, kendi kendime anlatayım dedim ama aynı his olmuyor. Tribünden izlerken bile aynı coşkuyu yaşayamıyorsunuz. Belki de mesleki hastalık bu.

Gökhan Özer: Sekizinci altın hayaldi, gerçekleşti. Ne oldu? Ben yanımdaki NBC Radyosu’nun spikerine sarıldım, sarılarak anlattık. Bittiğinde gözlerim doldu, etrafıma baktım, herkes ayağa kalkıp alkışlıyor. Sadece tarihe tanıklık etmemiştim, aynı zamanda ülkemizdeki insanlara da o tarihi aktarma şansına sahip olmuştum. Orada, tarihin tam ortasında yer almak, eşsiz bir deneyimdi. Hiç unutmuyorum. Phelps’in son basın toplantısından çıkıp basketbol anlatmaya gitmem gerekiyordu. Ne yaptım, biliyor musunuz? Çıktım havuzdan, sallana sallana gittim. Kendime zaman tanıdım. Şunu düşündüm: Nasıl bir tecrübe bu? Bütün bunları ben mi yaşadım? Hayal miydi gerçek miydi? Benim de ayaklarım yerden kesilmişti. Kariyerimin en önemli ânıydı. Hep de öyle kalacak.

Socrates Dergi