Her Zaman Bir Yol Bulunur

12 dk

Cafer Panahi’nin Ofsayt filmi, sadece İran’daki kadınların karşılaştığı güçlükleri anlatmıyor. İkna olmayanları, sinema yazarı Evrim Kaya’nın satırlarına davet ediyoruz.

Sadece Ekşi Sözlük’te ‘bir kıza ofsaytı anlatmak’ maddesinin (şimdilik) 22 sayfadan oluştuğu düşünüldüğünde bile, Cafer Panahi’nin İran’daki kadınları anlatan filmine Ofsayt adını vermesi bir şaka gibidir. Oysa Ofsayt’ın konu aldığı stada giriş yasağı, İran’daki kadınların içinde bulunduğu durumu en kısa yoldan anlatan sembollerden biri: Nedeni muğlak bir ofsayt cezası. Filmin ilerleyen dakikalarında erkek kılığında maça girmeye çalışırken gözaltına alınan kahramanlardan biri, onların başında nöbet tutan askerlerden birine ısrarla bu yasağın nedenini sorar ve Japonlarla oynanan maçta aynı stada Japon kadın taraftarların alınmış olmasıyla sıkıştırır onu. Asker “Onlar Japon” diye kestirecek olunca, “Ne yani, benim kabahatim İran’da doğmuş olmam mı?” diye üsteler. İçeride edilen küfürlerden girer, emir kulu olmasından çıkar asker. İşin doğrusu, askerliğinin bitmesine dört ay kala köyünde, anasının yanında, sürüsünün başında olmak varken ‘içine şeytan kaçmış gibi’ futbol diye tutturan ‘şımarık Tahran kızları’nın başında beklemeyi kendisi seçmemiştir ve evet asker de rejimin başka bir tutsağıdır. Panahi, zaman zaman biraz naif görünen bu pozisyonu film boyunca hep korur.

İyimserliği zaman zaman naif görünse de Panahi’nin gözlem ve çözümlemeleri, keskin bir siyasi akla ve her şeyden önce İranlı bir bakışa sahip olduğunu açıkça gösterir. Filmi, yakın zamanda izleme şansı bulduğumuz ve akla hemen Ofsayt’ı getiren bir sahneye sahip olan Deniz Gamze Ergüven’in Oscar adayı Mustang’iyle kıyaslamak, Panahi’nin kurduğu çatışmalardaki ustalığı göz önüne sermeye yeter. Ergüven’in kızları, büyükanneleri ile amcalarının bir gecede üstlerine çöken yasaklarıyla uzaydan dünyaya düşmüş gibidirler. Benzer olayların yaşandığını çok iyi bilen Türkiyeli izleyici bile, ne bütün kasaba maça giderken onları eve kapatan motivasyona ne kızların futbol sevgisine ikna olabilir. Bu kıyaslama, çok basit görünse de sık sık gözden kaçan bir noktanın altını çizer: Naiflikle iyimserlik ve kötümserlik arasında doğrudan bağlantı yoktur.

Mustang gibi karamsar bir film de pekâlâ ideolojik bir naifliğin getirdiği körlükten mustarip olabilirken, Panahi’de olduğu gibi siyasi bir uyanıklığa rağmen iyimserlik, onun yanında ve belki de onun sayesinde var olabilir. Yönetmenin yine İran’daki kadınları anlatan bir önceki filmi Çember, iki kapalı kapı arasında geçiyor ve bir nezarethanede noktalanıyordu; oldukça karamsar bir sona sahipti. Bu iki film bütünlüklü okunduğunda, Panahi’nin sözü netlikle duyulacaktır: İran’da hayat hem demir kapılar hem de maytaplar ve sevinç gözyaşlarıyla doludur. Dünyanın her yerinde olduğu gibi...

Elbette Ofsayt ne sadece kadınlar ve sadece futbol ne de sadece İran üzerine bir filmdir. Doksan dakikalık bir sürede, konu aldığı maça alternatif bir maç gibi ilerleyen Ofsayt’ın sahasında karmaşık pozisyonlar gibi gelişen sayısız hamle, açmaz ve paradoks, ancak zaferin getireceği türden bir umut ve birliktelik duygusuyla sonlandığında, geriye her takımdan izleyici için birkaç parça düşünce bırakır.

Panahi, film üzerine verdiği bir video-röportajda her hikâyenin kendi biçimi ve sonunu dayattığını, yönetmen ve senarist olarak çok da belirleyici olmadığını anlatır. Kadınların stadyuma girmesine getirilen bir yasak da ona göre gerçeküstücü bir dili ve komediyi zorunlu kılar.

Yönetmene fikri, babasıyla maça gitmekte ısrar eden 11 yaşındaki kızı vermiş. İnatçı kızını yanında getirip kapıdaki askerlere yalvaran Panahi, sonuç alamayınca stada tek başına girmiş. Çok geçmeden yanında beliren kızı, “Her zaman bir yol vardır” diyerek sakince oturuvermiş şaşkın babanın yanına. Panahi’nin çocuk yaştaki kızının bilgelikle söylediği şey, ev hapsine ve her tür yasağa karşın film çekmeyi bırakmayan yönetmenin kariyerinin ve belki de en iyi filmi Ofsayt’ın verdiği temel mesajı özetliyor: Yasaklarla ilgili aklımızda tutmamız gereken ilk şey şudur; her zaman bir yol bulunur.

İçgüdüsel olarak ulaştıkları bu bilgiyle yola çıkan genç kızların hikâyesi olan Ofsayt, aslında bir yolunu bulamayanlara, İran’ın spor tarihinin en önemli karşılaşmalarından birini, 2006 yılında Bahreyn’le oynanan Dünya Kupası eleme maçını, stadın girişinde bir duvar kenarında geçirmek zorunda kalanlara odaklanıyor. Maçın girişiyle, sonundaki kutlamaların gerçek görüntülerini kurmacayla birleştiren filmin oyuncularıysa gerçekten futbolu seven genç kızlardan seçilmiş. Maçı askerlerin gözetiminde sadece uzaktan gelen taraftar gürültüleriyle takip edebilen ve polis merkezine götürülmeyi bekleyen bu genç kızların içinde bulunduğu durum, elbette hayat akıp giderken bilinmeyen bir nedenden, bir ilk günahtan dolayı cezalandırılmış gibi onun dışında bırakılan kadınların durumu için bir metafor. Basitçe, bu yasak (özellikle) İran’daki bütün yasakları simgeliyor.

İngilizce offside terimine Türkçede karşılık gelen ofsayt tabiri, aslında ses olarak off-site ya da off-sight ifadelerine daha yakın düşüyor. Biraz kelime oyunuyla üçüne birden sahip çıkarak, kadınların önce futbolla sonra da hayatın bütünüyle olan ilişkilerinin bir tarifine ulaşıyoruz: ‘Cezalı’ (offside) durumdaki kadınlar, ‘olayların geçtiği yerin dışında’ (off-site) ve ‘görüş alanının dışında’ (off-sight) kalır. Batı’dan Doğu’ya, Kuzey’den Güney’e kültürler değiştikçe, bu ‘dışında kalma’ durumunun dereceleri ve niteliği ciddi şekilde değişir. Örneğin, Hint asıllı bir İngiliz genç kızın futbolcu olma çabalarını anlatan Hayatımın Çalımı (2002) bambaşka bir kültürde gerçekleşen bambaşka bir pozisyonu konu alır. Ancak naif iyimserlikleriyle birbiriyle kardeş olan bu iki film, yasağın ya da dışlamanın seviyesi ve yöntemi değişse de ruhunun değişmediğini anlatır bize. Herkesin uzlaştığı bir tarif varsa herhalde şudur: Futbol, takım ruhu demektir.

Oysa sporun ve siyasetin sık sık hatırlattığı şeylerden biri şudur ki en çok birleştirme gücü olan şeyler, aynı zamanda en çok ayırma gücü olanlardır. Sporu ve siyaseti birbiriyle bu denli iç içe geçiren de budur belki. ‘Safların sıklaştırılması’ ile ‘seçmenin konsolide edilmesi’, ‘taraftarın tek yürek olması’ ile ‘birlik ve beraberliğin tesisi’ sık sık benzer ihtiyaçlar sonucu benzer yöntemlerle çıkılan yollardır; çünkü bir tarafta birliği sağlamanın en kestirme yolu, bir diğer taraf üzerinden geçer. Tam da burada, spor ile (en geniş anlamıyla) siyasetin birbirlerinden ayrılmaları gereken noktaya geliriz: Ona karşı birleşilmesi gereken bir rakip takım, spora içkin bir parçadır. Bir takıma karşı birleşme hali, takım ruhunu, dayanışmayı, birlikte gülüp birlikte ağlamayı çağırır. Bu hal, aynı dayanışmayı sağlamak için devamlı bir karşı takım icat etmeye çalışan bir siyasete akraba gibi görünebilir, oysaki olsa olsa tehlikeli bir akrabalıktır bu. Çünkü spor, gücünü ne kadar genişlese de hep sınırlı kalacak bir alana ait olmasından alır. Sosyal ve iktisadi yaşamın tümünü hedef seçen siyaset ise baskıcı, mutlakiyetçi bir gücü, egemen olduğu alanın bütününe yaymak için karşı takımlar yaratmaya ihtiyaç duyar. Oyun denen şeyin tanımını da en kolay, alan meselesi üzerinden yapabiliriz: Sınırları açık bir gerçekliğin içinde, küçük, kapalı bir dünya. Gerçekliğin geri kalanını bir anlığına dışarıda bırakma ve mümkünse bunu başkalarıyla paylaşma hali. Takım olmak, birlikte mücadele etmek anlamına geldiği kadar, soyut bir alana birlikte hakim olmak demektir. Futbol özelinde konuşalım: Tek bir maç süresince tek bir takımın taraftarının paylaştığı takım ruhu, bir yandan da birden fazla alanı tanımlar, başka takımların ruhunu içinde taşır. Dünyanın her yerinde bütün takımların taraftarları, onları bir araya getiren büyük bir takımın parçasıdır.

Sporun bütününden çok uzaklaşmadan futbol özelinde konuşmayı sürdürelim: Uzaktan bakıldığında, futbolseverleri bir araya getiren o takım erkeklerden oluşuyor gibi görünür. Bu durumun tarihsel nedenlerini kurcalayınca -uzaktan bakıldığında hemen görülmez- sporun alanından çıkıp, ideolojinin ve siyasetin alanına gireriz. Bir zamanlar, (dünyanın bu tarafında) futbolun erkeklerle ilgili bir şey olduğuna karar verilmiştir ve bu böyle sürer gider. Kadınlar, içinde bulunulan kültüre göre farklı şekillerde futbolun dışında tutulur. Bazen küçümsenerek, bazen mahalle baskısı derecesinde kalan bir ahlakçılıkla, bilmiyorsak da Panahi’den öğrendiğimiz üzere İran’daki gibi düpedüz bir yasakla... Kadınlar maça giremez. Nokta.

Başka Takımların İhtimali

Panahi’nin filmi mizah ve duygusunu, İran’da siyasetin her alanda karşı takımda bıraktığı kadınların futbolun içindeki alanda aynı takımın içinde yer alması paradoksundan alıyor. Kadınların oyunun içine girmeye çalışmasında, dışarıdan bakıldığında hem komik, hem içli, hem de onları off-site bırakan sistemi utandırması gereken bir gariplik var. Panahi, kendilerine adı Azadi olan bir stadyuma girmeyi yasaklayan, onları oyun dışında tutmak için askerlerini yollayan bir devletin milli takımının maçını destekleyen kadınları göstererek, basitçe “Milli takım kimin takımıdır?” diye soruyor. ‘Milli’ ne demektir? ‘Takım’ kime denir?

Sorularını yanıtlıyor da... Askerler ve tutsaklar, maçın bitiminde bir tür alternatif milli marş olan Ey İran eşliğinde birlikte kutlamalara karışacak, birbirine karşı oynayan iki takımdan tek bir takım olmaya evrileceklerdir. Askerlerin merkeze götürdüğü minibüsün içinde altı taraftar vardır. Biri kostümündeki tutarsızlıklardan yakayı ele vermiş subay kılığında bir kız, diğeri erkek kılığına girerken çıkardığı çaduru (çarşaf) yakalanınca giyiveren inançlı bir Müslüman, biri askerlerle beraber herkesi annesinin evine maçın sonunu izlemeye davet edecek kadar saf bir kız çocuğu, bir de üstünde çatapatlarla yakalanmış tuhaf bir oğlan... Alternatif bir İran Milli Takımı.

Kendileri bir minibüste hapis durumdayken, gardiyanları olan askerlere sarılıp “Almanya’ya gidiyoruz” diye sevinç çığlıkları atan bu kızları gösteren sahne, hem milliyetçiliğin paradoksları üzerine bir ders hem de bir futbol ve yurtseverlik ütopyasıdır. Bir gerilim filmi gibi başlayan filmi maytaplı bir kutlamayla bitiren Panahi, “Başka bir takım mümkün” der. “Tüm İran’ı içine alan bir takım olabilir, o gün gerçekten kutlama yapabiliriz.” O zaman siyasetin de futbol kadar masum, futbol kadar zalim olabildiğini hatırlarız.

Film boyunca esas off-sight kalan şey ise maçın kendisi olur. İlk olarak, askerlerden birine tuvalete götürmesi için emanet edilen kız kaçmayı başardığında, onu arayan askerin stada bakmasıyla görüş alanımıza girer. Ama askerin derdi büyüktür, maça arkasını döner. Kızların başında nöbet tutan askerlerin parmaklıkların arkasından maçı izlemelerine, bir süre sonra kızlara da anlatmalarına şahit oluruz. İlk yarının bitişinden sonra, merkeze götürülmek için bindirildikleri araç mola verdiğinde, askerlerin su almak için girdikleri büfedeki televizyonda tekrar kadraja girer stat. Bu tercih hem izleyiciyi tutsak kızların (ve askerlerin) pozisyonuna sabitler hem de futbolun çok azının sahada yaşananlarla ilgisi olduğunu hatırlatır. Panahi, gerçekten teorisi de pratiği de sağlam bir teknik direktör gibidir. Oyuncuların amatörlüğü, maç günü çekimlerini devletten izin çıkmadan yapmak zorunda kalması, dikkat çekip filmin belgesel havasını bozmamak için seçtiği el kamerası gibi dezavantajları da avantaja çevirir.

Ancak futbolda olduğu gibi, her şey sonuçta biraz şans işidir. Maç tam da Panahi’nin hayal ettiği gibi 1-0 İran’ın galibiyetiyle bitmemiş olsa ve gol tam da hikâyenin gelişiminin gerektirdiği gibi ikinci yarıda gelmese, belgesel-üzerine-kurmaca bir film olan Ofsayt, o şarkılı ve coşkulu finale sahip olmayacak ve bugün olduğu sihirli filme dönüşemeyecekti. Belki bu kez kadınların tarafını tutan bir futbol tanrısı, hafifçe dokundu topa.

Socrates Dergi