Hizmetçiler

17 dk

Yol bisikletinde de tarihi yıldızlar yazar ama her şampiyonun arkasında onlarca emekçi vardır. Domestikler, bisikletin ruhudur.

Bir film hatırlıyorum, kendine has bir sanatçının belgeseli.

İki kez röportaj yapma ve azarlanma şansını yakaladığım Jorgen Leth'in ünlü belgeseli The Stars and The Water Carriers, bisikletin ruhunu çok güzel yansıtır. En başta, adıyla: Yıldızlar ve Su Taşıyıcıları. Leth, merceğine 1973 İtalya Turu'nu alır ama eserini Netflix tarzı bir dedikodu kazanına çevirmez, suni gündemlerin peşinde koşmaz. Nefes kesici dağlarıyla, güzel kasabalarıyla, tutkulu halkıyla birlikte İtalya Turu'nu anlatır. Bir de hizmetçileriyle...

Filmlerinin ve şiir kitaplarının yanında bisiklet ilgisiyle büyük bir şöhrete kavuşan Danimarkalı rejisör, yıldızların değerini bilir. Gelmiş geçmiş en büyük bisikletçi Eddy Merckx'i vitrinine koyar, İtalyan efsane Felice Gimondi'ye, İspanyol tırmanışçı Jose Manuel Fuente'ye geniş yer ayırır. Lakin eserinde başkaları da vardır. Danimarkalı Ole Ritter, belgeselde sıkça görülür. Leth, vatandaşını odasında, yemek masasında defalarca ziyaret eder. Ritter, fark yediği ilk büyük dağ etabı neticesinde takımın ikinci lideri olma hakkını kaybeder, artık Gimondi'nin domestikleri arasındadır. Bisikletin acı gerçeği Ritter'i yakalamıştır ve bir sahnede onun uzun uzun duvara bakmasını seyrederiz. Tek bir hata, bir kötü gün, rolünü değiştirmiştir ve bunu kabullenmek zorundadır. Zafer umutlarından biriyken su taşıyıcıya dönüşmek zordur ama mesleğin ruhunda bu da vardır.

Bir fotoğraf hatırlıyorum, ağlayan bir adam ve bisikleti.

Eğer bisikleti kocaman bir müze haline getirsek, yarış tarihinden odalar inşa etsek, baş köşeye Rene Vietto'nun gözyaşları asılır. Büyük şampiyonların posterleri kadar değerli bir fotoğraftır bahsettiğim. Peki neden? Cannes yakınlarında büyüyen, kısa sürede parlak sonuçlarla dikkat çeken, ilk Fransa Turu'nda dört etap kazanacak kadar yetenekli bir tırmanışçının tek bir pozu nasıl akıllara kazındı?

1934 Fransa Turu, Rene Vietto efsanesinin yazıldığı yerdi. Genç bisikletçi, o dönem ulusal takımlar arasında verilen bir mücadele olan Le Tour'a Fransa Milli Takımı mayosuyla gelmişti. İlk zaferini yedinci etapta alan, dokuzuncu etapta Alpler'de ipi bir daha göğüsleyen Vietto'nun kaderi ise 15. etapta değişmişti. Sarı mayo Antonin Magne, Puymorens tırmanışında yaptığı kazayla ön tekerini zedelemişti. Genel klasmandaki rakipleri bu kazayı fırsat bilerek tempo artırmıştı. Fransız Magne, takım arkadaşı Vietto'dan ön tekerini alıp yola devam etti. Vietto'nun dramı başlamıştı. Tek tekeri kalan bisikletiyle birlikte yol kenarına geçti ve bir anda ellerinden kayıp giden yarışı düşünürken gözyaşlarını tutamadı. Ağlayan Vietto'yu fotoğraflayan L'Equipe, istediği açıyı bulmuştu. Birinci Dünya Savaşı sonrası fedakârlık anlatısını sürdüren Fransa basını için paha biçilemez bir kareydi bu.

Rene Vietto

Rene Vietto

Ertesi gün başka bir olay daha yaşandı. 16. etapta, Portet d'Aspet inişinde Magne bir kez daha kaza yaptı. Takım liderinin yaşadığı sorundan haberdar olmayan Vietto, önde etap zaferi için emek veriyordu. Dağdan indikten sonra görevlilerden Magne'ın yaşadığı sorunu duyan Vietto, bu sefer de geri dönmek zorunda kalmıştı. Takım lideri için dönüp, dağı yeniden tırmanmıştı. Akabinde Magne'ı bulmuş, kendi bisikletini ona vermişti. Fransa, böylelikle bir büyük sıkıntıyı daha aşmış, üç hafta sonunda Antonin Magne, 1934 Fransa Turu'nu en tepede bitirmişti. Rene Vietto ise Fransız basını tarafından 'Kral Rene' lakabına layık görülüyordu. Belki sarı mayoyu elde edememişti ama artık ülkesinde ulusal bir kahramandı. Dağların Kralı mayosunu sırtına geçirmesi de güzel bir teselliydi.

Kendine has bir karakteri olan; uyumayı ölümle, yemek yemeyi ise kendini zehirlemekle bir tutan Rene, ilerleyen yıllarda Pablo Picasso'nun kankası haline gelecek, hatta Picasso'nun ona özel bir çizimine ilham verecekti. Ama rüyasındaki zafere kavuşamayacaktı. 1939 ve 1947'de Fransa Turu'nu kazanmaya yaklaşmış ancak sarı mayoyla asla Paris'e ulaşamamıştı. İkinci Dünya Savaşı nedeniyle hayatı ortadan bölünen fedakâr Vietto, en büyük hayalini, akıllardan çıkmayan bir fotoğrafla tarihe gömmüştü.

Seksenlere uzanan renkli yaşamında hep o günle hatırlandı. Bir noktada kendisine kurban muamelesi yapılmasına kızmaya başlamıştı ama o fotoğraf, bisiklet tarihinin en ünlü karelerinden birine dönüştü. Belki de meşhur fotoğraf sayesinde bisiklet, Merckx gibilerin tarihi olduğu kadar Vietto'nun da tarihi olmuştu. Neden? Çünkü her takım, liderinin arkasında ona bütün yeteneğini, hizmetini, bazen bisikletini sunan başka bisikletçilere sahipti. O domestikler yeri geldiğinde su taşıyorlar, bazen liderleriyle takım arabası arasında köprü kuruyorlar ve tek bir yarış bile kazanamadıkları uzun bir kariyeri başkalarının şampiyonluk umudu için harcıyorlardı. Yani Kral Rene'nin hayatı biricikti ama kaderi öyle değildi. Aynı kaderi binlerce başka insan da paylaştı, paylaşıyor, paylaşacak.

Bir yazar hatırlıyorum, İtalyan basınının medarı iftiharı.

Marco Pastonesi'nin yazarlık yaşamını hizmetçilere adanmış bir ömür olarak tanımlayabilir miyiz? Tecrübeli kalem, bisiklet tarihini sondan okumayı sevenlerden biri. La Gazzetta dello Sport'ta yazmayı en sevdiği konulardan biri de domestikler. Bu tutkusunu ve onlara bakışını 2020'de CyclingNews'e verdiği özel bir röportajda anlatmıştı: "Her zaman domestikler üzerine kalem oynatmayı tercih ettim zira onlar bisikletin gerçek yüzü. Sporun gerçek kahramanları. Onlar su taşıyıcılar, vaktiyle musluklara gidiyor ve suluklarını liderleri için dolduruyorlardı. Günümüzde bile pelotonun işçi sınıfı domestikler, altlarındaki pahalı bisikletlerle dünyayı dolaşsalar bile. Şampiyonlar, bisikletin küçük bir parçası. Diğerleri onlara yardım etmek için pedal çeviriyor. Domestikler mütemadiyen yarışların ilk çalışanları ve son bitirenleri oluyor. Bana kalırsa pelotonun asıl soylu üyeleri onlar."

"Eğer domestikler olmasa, bize bisikletin ruhunu kim hatırlatacak, takım liderleri nasıl kazanacak?"

"Eğer domestikler olmasa, bize bisikletin ruhunu kim hatırlatacak, takım liderleri nasıl kazanacak?"

İtalyanların 'Gregario' dediği bu bisikletçiler üzerine kulüp bile kurmuş. Öyle ki yarış kazanan domestikler -şakayla karışık- kulübün ruhuna ihanet etmiş kabul ediliyor. Her sene sonunda törenle domestiklere hakkını veren Pastonesi, emektarlar için şöyle bir kaside de kaleme almış: "Eğer domestikler olmasa, bize bisikletin ruhunu kim hatırlatacak? Eğer domestikler olmasa, takım liderleri nasıl kazanacak? Ne mutlu ki bu kültür hâlâ yaşıyor, kazananların arkasında yarış sonuçlarını doldurmayı sürdürüyorlar. En ateşli seyircilerin tırmanışlarda desteğini alıyorlar. Bu yüzden de domestikler kazandığında aslında hepimiz kazanıyoruz. Bisiklet kazanıyor çünkü insanlığın ilahi komedyasında ve iki tekerin ansiklopedisinde onlar rollerini en iyi şekilde yerine getiriyor."

Belki İtalyan gazetecinin tutkusu size abartılı gelebilir ama bisiklet tarihi, İkinci Dünya Savaşı sonrasında, domestik kültürü üzerine geniş bir külliyat ortaya çıkardı. En başta da bu kavramın bir yergiden övgüye dönüşünü seyretti. Yolun en başında, Fransa Turu'nun kurucusu Henri Desgrange, bisikleti tek başına yapılan bir dayanıklılık sporu şeklinde görmüştü. İlk turlardaki sert kurallar arasında başkalarından yardım almamak vardı. Her şeyi kendiniz yapmalı, bütün sorunları çözmeli ve 5 bin kilometreleri bulan rotadan galip çıkmalıydınız. Meşhur kavramın doğuşunda da bir tiksinti ifadesi vardı. 1911 Fransa Turu'nda Desgrange, para karşılığında başka bisikletçilere hizmet verdiği gerekçesiyle Maurice Brocco'yu diskalifiye etmek istemişti. Sonra da Brocco'nun hiçbir işe yaramadığını anlatırken "Zaten o bir domestik, bir hizmetçiden farksız" demişti. Domestik, zamanla bir övgüye hatta mesleğe dönüştü.

Bisikletin taktiksel gelişiminde de aynı kavramın etkisi mühimdi. 1930'da Fransa Turu'nun ulusal takımlar arasında bir yarış haline gelmesi, yeni bir çağın habercisiydi. 1940'larla birlikte Fausto Coppi, Gino Bartali gibi yıldızlar, iki tekeri Avrupa'nın en popüler yaz sporuna dönüştürdü. Coppi ile Bartali arasındaki mücadelenin İtalyan toplumunu modern-geleneksel diye ikiye ayırmasının yanı sıra gregario kültürüne de tesiri vardı. Ulusal takımda Bartali'nin hizmetinde serüvenine başlayan Coppi, zamanla kendisine sadık bir ekip kurmuştu. Coppi, domestikleriyle sadece yarışlarda zaman geçirmiyordu; onlarla aynı kasabada yaşıyor, aynı yemek masalarına oturuyor ve bütün hayatını onlarla birlikte kurguluyordu. Pelotonun önüne dizilen takımlar, rakiplerin ataklarına karşı domestikleri kullanıyordu artık. Yani rakipleri büyük bir hamle denediğinde Coppi cevap vermiyor, hizmetçilerinden birinin tempo yapmasını ve o atağı yakalamasını istiyordu. Aynı şekilde kendisi hamle yaptığında da dağın farklı noktalarında takım arkadaşlarını uydu gibi kullanıyordu. Merckx de 1960'ların sonunda sporu değiştirirken etrafına yetenekli bacakları toplamıştı. Merckx'in alameti farikası önde tek başına tempo yaptığı ve rakiplerini döktüğü stiliydi lakin yarışların büyük bölümünde organizasyonu takım arkadaşları sağlıyordu. Aynı anlayış Bernard Hinault'dan Chris Froome'a, Lance Armstrong'dan Jonas Vingegaard'ya pek çok şampiyonun çevresinde devam etti. Bisiklet, hizmetçiler sayesinde gerçek bir takım sporuna dönüşmüştü.

Chris Froome

Chris Froome

Yalnız dağ etapları değil, sprint etapları da domestiklerin denetimine girdi. 1960'lı yıllarda Rik Van Looy'un Flandria ekibi, spor için bir kilometre taşıydı. Takım arkadaşlarının kazanmasına asla izin vermeyen Van Looy'un etrafında kurulan kadrolar, düz etapları kontrol etmek isteyen nice ekibe ilham vermişti. 1990'larda Mario Cipollini, Erik Zabel gibi hız makineleri, 2000'lerde ise Mark Cavendish, Marcel Kittel gibi fenomenler sadık trenlerin arkasında 200 kilometrelik yarışları geçirmiş, son 200 metreye en doğru noktada girmişlerdi. Bir anda 70 kilometre hıza çıkabilen sprinterlerin içindeki katil içgüdüsü son 200 metrede ortaya çıkıyordu ama oraya gelene kadar her detayın peşinde onlarca kişi ter döküyordu. Sekiz kişinin uyum içinde tempo yapması, herkesin sırayla pelotonun önüne gelmesi, virajlarda yıldızlarını doğru açıyla yönlendirmesi ve rüzgârdan koruması ödevler arasındaydı. İnternet siteleri, televizyon kanalları, gazeteler son büyük atağı tekrar tekrar oynatmayı seviyordu fakat zafere giden yol, 200 metreden ibaret değildi.

Bir kitap hatırlıyorum, hiç kazanamayan bir yarışçının anıları.

Domestique: The True Life Ups and Downs of a Tour Pro başlıklı otobiyografisinde Charly Wegelius; 1980'lerde İngiltere'de başlayan bisiklet tutkusunu, 2000'li yıllara gelindiğinde İtalya'nın en ünlü takımında nasıl profesyonel bir kariyere dönüştürdüğünü anlatıyordu. Wegelius, 11 yıllık profesyonel yaşamında hiç yarış kazanamamıştı ama anlatacak çok şeyi vardı. Pastonesi'nin Gregario Kulübü'ne de seçilen Wegelius, sözü domestik olmanın sırlarına da getiriyordu. Tabii basit bir gerçeği de unutmadan... Kimse yola hizmetçi olmak için çıkmazdı. Herkes kazanmak isterdi. Lakin yol bisikleti, hiyerarşiye dayanıyordu. O yüzden başrolden çok figüran vardı ve o da bu geniş grubun üyelerinden biriydi.

Mapei'de profesyonel olan Wegelius da yetenekli bir bisikletçiydi. Basamakları seçilerek tırmanmıştı ve yolda kimse yazgısının domestiklik olacağını belirtmemişti. Ancak daha ilk yarışlarında bir gerçeğin farkına varmıştı. Başrol baskısı hoşuna gitmiyordu. Yeni görevini kabullenen Wegelius, hizmetçilikten bir kariyer elde etmişti. Ona göre domestikliğin incelikleri şunlardı: "Fiziksel olarak domestikler; enerjilerini takım liderlerini korumak için kullanır ve onları yarışın en kritik bölümüne olabildiğince taze bir şekilde ulaştırmayı hedefler. Rolleri; liderlerini rüzgârdan korumak, gidip yiyecek içecek almak, takım arabasından kıyafet ve bilgiler getirmek gibi görevleri içerir. En mühimi de onları yarışın kaderini çizecek noktaya en doğru konumda taşımaları gerekir. Öğrenmesi karmaşık bazı başka görevler de var: Mesela yarışı manipüle edebilme veya yönlendirebilme becerisi. Bazen domestikler, kaçış grubunu takip ederken tempoyu yükseltip rakiplerin yorulmasını amaçlar. Bazen de kaçış grubunun en önde bitirmesine izin verirler ve yarışın temposunu yavaşlatırlar. Seçenekler sınırsızdır. Kritik nokta şu ki hizmetçiler de en az liderleri kadar güçlü ve ne yaptıklarının bilincinde olmalıdır. Çoğunlukla domestikler, menajerlerinden direktif almadan saniyelik kararlarla yarışın gidişatını belirlerler."

Elbette herkes Wegelius gibi olmak zorunda değil. Bisikletteki görevler, bir kast sistemine dayanmıyor. Hiyerarşi her zaman katı değil. Sporcuların yaşlarına, tecrübelerine, yeteneklerine göre görevleri değişebiliyor. 1980'lerin sonunda Pedro Delgado'nun hizmetçisi olarak başlayan Miguel Indurain, tarihin en iyileri arasına girdi. Laurent Fignon ile Greg LeMond bir zamanlar Bernard Hinault'nun domestikleriydi. Chris Froome'un 2012 Fransa Turu'nda lideri Bradley Wiggins'e atak yapıp bacaklarındaki gücü göstermesi, modern bisiklete damga vuran tartışmalı anlardan biriydi. O hamle sayesinde Froome, daha sonrasında Team Sky'ın lideri oldu ve onlarca zafere imza attı. Yani birçok efsane önce hizmet etmiş, sonra hizmet almıştı. Fakat onlar pelotonun çoğunluğunu oluşturmuyordu. Çoğunluk, kariyerine umutlarla başlayan, sonrasında domestik olan ve yaşamlarını başka bisikletçilerin gölgesinde geçiren isimlerden meydana geliyordu. Bunda da utanılacak bir şey yoktu. Herkes büyük turları, tek günlük klasikleri kazanacak zihinsel ve fiziksel kapasiteye sahip değildi. Kaderlerine bazen galibiyet düşse bile hayatın gerçekleri onlara farklı bir yol sunmuştu. Birilerinin de pis işleri yapması gerekiyordu.

Ve bir domestik hatırlıyorum, gururlu bir yaşamın sonunda.

2017 Paris-Roubaix'nin sonundayız. Günün galibi Greg Van Avermaet, basın toplantısını az önce bitirdi. Etraf bir hayli sakin. Çoğu bisikletçi dönüş yoluna çıktı bile. Gazeteciler de bilgisayarlarına kapanmış vaziyetteler. Daha geniş zamanı olan ben, arkadaşlarımla birlikte, tarihi bir mekâna gidiyorum. Jorgen Leth'in en ünlü filmi A Sunday in Hell'de muhteşem bir şekilde yansıttığı ruhuyla Paris-Roubaix, en büyüleyici yarışlardan biri. Arnavut kaldırımlı yollarda geçmesi, velodromda noktalanması ve kazanana ödül olarak taştan bir kupa verilmesi, nevi şahsına münhasır yanlarından birkaçı. En ilginç taraflarından biri de toplu duşları. Uzun yıllar boyunca bisikletçiler parkurun yanındaki duşlarda beraber yıkandılar. Yarışı kazananların isimleri de o duşlardaki kabinlere işlendi.

Tecrübeli bisikletçi Matthew Hayman, az önce o duşlardan çıktı ve röportaja hazır. 16. kez katıldığı Paris-Roubaix'yi çok seviyor zira bu yarışta hayatının en değerli başarısını elde etti. Yirmi sene boyunca başkalarına hizmet eden Avustralyalı, 2016 Paris-Roubaix'yi şaşkın bakışlar eşliğinde kazanmıştı. Hem de efsane Tom Boonen'ın önünde… Boonen kazansaydı beşinci kez ipi göğüsleyip Paris-Roubaix rekorunu kıracaktı. Hayman partiyi bozmuştu. Ben de o yarıştan anılarını, şampiyonluğun anlamını sorduktan sonra sözü oraya getirdim. Hayman, önce rakibini övdü, bisiklete nasıl damga vurduğundan bahsetti. Akabinde kendiyle bir kıyas yaptı: "Ben geçen sene yarışı kazanınca bir hafta boyunca medya ilgisine mazhar oldum. 15 sene boyunca böyle yaşamanın, Tom Boonen gibi hayat sürdürmenin nasıl olduğunu hayal bile edemem."

Geri dönüp bakınca o kısa röportajın beni ne kadar mutlu ettiğini anımsıyorum. 1990'ların sonunda Rabobank'le başladığı yolculukta iki tekerin en büyük yetenekleri için çalışan Hayman, Paris-Roubaix'nin meşhur duşlarında yıkanarak sadakatini göstermişti. Bana hafif buruk bir şekilde o duşların öneminden bahsetti: "2000'de burada ilk kez mücadele ettiğimde bütün bisikletçiler o duşlarda yıkanmıştı, şimdi sadece birkaç kişi geliyor. Takım otobüslerindeki duşların tercih edilmesini anlarım ama genç bisikletçilerin burada yıkanmasını, Paris-Roubaix ruhunu hissetmelerini isterdim." Duşlara adı işlendiği için gururluydu ama o anda bile kendisinden daha başka meseleleri düşünüyordu.

Matthew Hayman'la konuştuktan sonra Tom Boonen'ın emeklilik partisindeki hüznümü de düşündüm. Belçikalı efsanenin 2016 ya da 2017 yarışını kazanmasını tabii ki isterdim ama bir yandan da Hayman gibi öyküler, bisiklete asıl sihri katmıyor muydu? Bir domestik kazandığında hepimiz kazanmış sayılmıyor muyduk? Duşlara son bir kez bakış atarken Avustralyalı bisikletçinin sahiciliğini düşündüm. Hiçbir kamera, kayıt cihazı veya gazeteci olmasa bile Matthew Hayman, 16. Paris-Roubaix deneyimi sonrası o duşlara gider ve yıkanırdı. Tarihi hissetmek, kendi adını görmek ve hepsinden de öte sadakatini göstermek için. Bir sene sonra aynı topraklara dönecek, en sevdiği yarışta son defa musluğu açacaktı. Emeklilik zamanı gelmişti. Artık kimseye su taşımak zorunda değildi.

Socrates Dergi