İmparator

15 dk

Spor dünyasında az isim bu kudretli lakaba layık görüldü. Ortak noktaları ise tarihi değiştirmeleriydi. Türk atçılığının İmparator'u Süleyman Akdı da onlar arasında müstesna bir yerde.

Getty Images

Hayatının hiçbir noktasında atçılıkla ilgilenmemiş, 30 yaş üstü birine Süleyman Akdı'yı tanıyıp tanımadığını sormayı deneyin. Muhtemelen kimden bahsettiğinizi çabucak anlayacaktır. Ancak efsane jokeyin sahalara bıraktığı miras, sporunun dışına taşan şöhretinden çok daha fazlasını içeriyor. Yani eğer şimdi sayfaları çevirmeye karar verirseniz sadece bir şampiyonun kariyerinde değil, bir ülkenin atçılık tarihinde de dolaşmaya başlayacaksınız. At sırtında geçen 44 seneyi, 4335 galibiyeti, büyük safkanları ve bitmek bilmeyen kazanma hırsını birinci ağızdan dinliyoruz...

Atla tanıştığınız günleri ne kadar net hatırlıyorsunuz?

Hiç unutmam... 23 Haziran 1949'da Ankara'da doğdum. Ankara'da doğmamın sebebi babamın da jokey olması. Sonraları aynı sebepten İstanbul'a geliyoruz, Veliefendi Hipodromu'na yakın Osmaniye Köyü'ne yerleşiyoruz. Çocukluğum orada geçiyor. Babamın da İnci isminde, zaman zaman beni üstüne bindirdiği bir yarış atı vardı. Her şey o şekilde başladı. Bir gün İnci eğilip ot yemeye başladı, benim gücüm kafasını kaldırmaya yetmiyor. Bu sırada babamın ortağı gelip bir vurdu, at parlayıp beni bir süre götürdü sırtında. "Anne, Baba!" diye bağıra çağıra gidiyorum, neyse ki atı bekçi durdurdu. İndim üstünden ama nasıl korkmuşum, bu yüzden aşağı yukarı dört sene at binmedim. Sonraları babam "Korkak, senden jokey olmaz. Ata mata binemezsin" deyince hırslandım. "Tamam, getir bineceğim" dedim ve biniş o biniş…

Afrika göçmeni babanız Davut Akdı'nın jokeylik öyküsü nasıl başlamış?

Babamın ve ailesinin Türkiye'ye gelişi Cumhuriyet öncesine dayanır. Kabileler hâlinde buraya göç etmişler. Manisa'ya; Ahmetli, Turgutlu ve Salihli taraflarına. Bizimkiler Fevzi Lütfi Karaosmanoğlu'nun yanına yerleşiyor. Bu gelen aileler o çevredeki çiftliklerde köle olarak çalışıyorlar. Ancak Cumhuriyet'in kurulması sonrası azat ediliyorlar. Salihli'de de Koşucu Bekir Efendi diye birisi var. Eski jokey ancak yaşlanmış ve atlarına çocukları biniyor. Çocukları pek başarılı olmayınca babamı deneyip, "Bunda kabiliyet varmış" diyor. Ondan sonra çevre köyler, İzmir, Ankara, İstanbul derken babam ülkedeki en başarılı jokeylerden biri oluveriyor.

Büyük jokey çıkarma hususunda sanırım Salihli'ye bir parantez açmamız gerek...

Evet. Şu ana kadar dört nesil büyük jokey var yarışçılık tarihimizde. Birinci nesil babam, ikinci nesil Ekrem Kurt, üçüncü nesil ben; hepimiz Salihli'den çıkmışız. Bir tek dördüncü nesil olan Sivaslı Halis Karataş burada istisna.

Babanız mesleğinin zirvesinde olmasına rağmen yoksulluk çekmenizin nedeni neydi sizce?

O esnada jokeylerin hepsi içki içiyor. Mesela babamın kilo alıp binemediği dönemler var, kendini daha da içkiye vuruyor. Öyle bir zaman ki etrafında at binen arkadaşları da sarhoş. Babam dışında yine çok çok iyi bir jokey olan Sokolay var. Ata bir taraftan bindiriyorlarmış, diğer taraftan düşüyormuş adam… Aksu'nun üzerindeki Bademli İçkili Gazinosu'na gidip içerlerdi idmanları bitince. Profesyonel bir yaklaşım yoktu. Babam da parayı bu yüzden tutamadı ve çok zorluk çektik. 100 lira ev kirası vererek oturuyorduk Osmaniye'de. Baktığında çok değil ama o fakirlikte çok. Yedi kardeşim var, ben okula gitmediğimde çekirdek satıyorum. Kumkapı'dan Yenikapı'ya giden yolun üstündeki fırınlardan galeta alıp hipodromda satıyorum. Tanesi on kuruştan 300 tane satar, 30 lira kazanır gelirdim. Parayı anneme verirdim tabii. O da bize sayıyla zeytin verirdi. Kardeşlerime yedi tane, bana parayı kazandığım için dokuz tane. Bir yandan da büyük bir jokey olup kardeşlerime bakmanın hayalini kuruyorum. Sanırsın biri beynimi yıkamış, aklımda sadece başarılı olup onları yoksulluktan kurtarmak vardı. Ondan sonrası ise kendiliğinden geldi.

Sizin jokeylik maceranız nasıl başlıyor? "Arap Davut'un çok yetenekli bir oğlu var" diye kulaktan kulağa anlatıldığınız bir dönem varmış...

Sene ya 1961 ya 1962, o sırada Burhan Karamehmet Ekürisi'nde görev yapan rahmetli hocam Burhan Çelen geldi bir sabah. "Sen şimdi doğru ahıra gidiyorsun" dedi bana, "Orada işbaşı yapacaksın." Demiştim ya hani kiramız 100 lira diye, ben Karamehmet'in ahırında 250 liraya işe başladım. Tabii daha atlara idman yaptırıyorum. Her sene sonbaharda yeni aprantilere lisans verirler, heyecanla bekliyorum. İlk sene hocam lisansımı almadı. Ertesi sene beni heyetten sağlık raporu almaya gönderdi, meğerse lisans içinmiş. Hiç imtihana da girmedim. Zaten ata iyi bindiğimi biliyorlardı. 1963 Yazı öncesinde hocam beni çağırdı. Yarış çizmesi yapan Hikmet Usta var, Buca'dan gelmiş. "Git ayağının ölçüsünü aldır" dedi. Terzide üstüme göre küçülttürmem için forma ve şapka verdi, bir de yarış külodu yaptırmamı söyledi. Hepsi geldi bir süre sonra. Hocam, "Bu hafta biniyorsun" deyince havalara uçtum. Miçiko diye bir safkana yazıldım. Yarıştan hemen önce dönemin hipodrom müdürü, eskinin büyük topçusu Reha Eken bana çiçek verirken, "Sen şampiyon jokey olacaksın" demez mi? Ağlamaya başladım. Millet bakıyor tabii; 13 yaşında, gözü yaşlı bir çocuk. Herkes, "Bu çocuk nasıl binecek" diyor. Camia biliyor ama seyirci bilmiyor ki beni. Neyse o gerginlikle iyi çıkamadım, at makinede kaldı ve üçüncü olabildim. O sene İstanbul'da bir daha at binmedim ama Ankara'ya götürdüler beni.

İlk galibiyetiniz için pek beklemediniz değil mi?

Tabii. Ankara'da Tuğra diye bir ata bindim. Ekrem Abi de (Kurt) var, William Giraud'nun La Sirene diye bir safkanıyla yarışıyor. Son düzlükte bir tutuştuk, fotofinişte o birinci oldu ben de ikinci kaldım. Ondan sonra aynı atla çıktığım ikinci yarışı kazandım. Kazanmak çok değişik bir duygu, tarifi olmayan bir his. Devamında Vildan diye bir atla üç yarış kazandım. Gabriel isimli safkanla kazandığım yarış sonrası şikâyet edenler olmuş, "39 kiloyla at mı binilir" diye. Neyse kilo indirimleri, şunlar bunlar derken ikna ettik.

Ertesi sene 50 yarışı tamamlayıp aprantilikten jokeyliğe geçtim. Daha o sene bile Ekrem Abi'nin arkasından liste ikincisiydim. Birkaç zaman böyle devam etti ve 1968'de, 19 yaşında en üste çıktım. Bir anda en fazla yarış kazanan jokey olmuştum.

Kazanmaktan söz etmişken "Sahada rakipken babasını bile tanımaz" şeklinde anlatılan sporcu karakterinizden de bahseder misiniz?

En büyük ilhamım yoksulluktu, o günlerde çektiğim acıydı. Disiplin olmazsa burada hiçbir şey olamayacağımı hissetmekti. Sahanın içinde birden bir ciddiyet hasıl olur kendiliğinden. Benimle diyaloga girmek isteyen insan bile o duruşumdan çekinir. Çünkü işimi yaparken o şekilde olursam, başarımı devam ettirebileceğime inanırım. Hep derlerdi, "Yarış içinde çok ters bir adam ama oradan çıktıktan sonra inanamıyoruz" diye. Birlikte bindiğim arkadaşlarım da aynı şeyi söyledi. Disiplin çok farklı bir şey.

Başka çarenizin olmadığını hissetme durumu da var burada. Geçenlerde Farklı Analiz programında, "Jokey Kulüp olmasa en fazla asgari ücretle çalışan birisi olurdum" demiştiniz mesela...

Bu sadece benim için değil, birçok jokey kardeşimiz için de geçerli. Türk yarışçılığı olmasa bu durumda olmazdık. Parası olan çocuktan jokey olmaz çünkü. Dön bak bu işi yapanlara, hep fakir ailelerin çocukları. Benim de iki tane çocuğum var. Neden jokey değiller? Olamazlar çünkü sabahın dördünde, beşinde kalkıp idmana gelmeye ihtiyaçları yok. Anneye, babaya, aileye bakma duygusu bambaşka bir şey. Onların acısını, çektikleri zorlukları görmek bambaşka.

Bazı yarışlar sonrası hipodromdaki ihtiyaç sahiplerine kazandığınız paranın büyük bölümünü dağıttığınız doğru mu?

Paranın şımarıklığı olmadı bende. Sonuçta geldiğimiz yer belli, ihtiyaç sahiplerini görüyordum, seve seve yardım ederdim. Bir olay anlatayım. Çocukluğumda Ali Bey diye bir büyüğümüz vardı. Şehremini'de fırınları var, çok zengin bir adam. Fransızca konuşur, Şadi Eliyeşil'in getirdiği Fransız jokeylerle ve antrenörlerle ahbaplık ederdi. Daha ata binmediğim dönemler. Ali Bey bıldırcın avlardı, ben de onları toplardım. Bir keresinde beni alıp mağazaya götürdü. Takım elbise, palto, ayakkabı; baştan aşağı giydirdi. O sevincimi hâlâ tarif edemem. Aradan yıllar geçti, ben şampiyon oldum. Ali Bey ile karşılaştık. Çok kötü durumdaydı. Öyle kaliteli bir adamdır ki "Buyur Abi" demesem gelmezdi yanıma. Ezildi, sıkıldı… Cebimde ne varsa çıkarıp verdim. O günü hiç unutmam. İnsanlar ne kadar varlıklı olurlarsa olsunlar bir yerde sıfır olabiliyorlar. Ben de gücüm varken insanlara yardım ederim. Yeter ki ihtiyaç olduğunu hissedeyim.

En önemli parçalarınızdan birisi, İmparator lakabı nasıl doğdu? Pele ya da Arap da derlermiş ilk zamanlarda...

Babam Arap, ben de epey esmerim tabii. Pele o sırada dünyanın en iyi topçusu, bir ara öyle dediler. Gerçi Portekizli Eusebio da çok iyiydi o aralar. Sonra bir anda Almanya Dünya Kupası'nı kazandı. Orada bir adam var libero oynayan, Franz Beckenbauer. 'Kaiser' diyorlar, yani imparator. Bana seyircimiz böyle bir lakap uygun gördü. Sonraları İbrahim Tatlıses ve Fatih Terim'e de 'İmparator' dendi ama ben onlardan yaşça büyüğüm. Bu lakap ilk olarak bana takıldı.

Hatta size özel pankartlar açan taraftarlarınız bile varmış…

Tabii, Paşa vardı; yani Mehmet Amca. Çok büyük yarışlara gelirdi, küçüklere pek gelmezdi. Cumhurbaşkanlığı Koşusu, Başbakanlık Koşusu, Gazi… Bindiğim özel atların olduğu yarışlar. Örneğin Seren, Haberbatur, Johny Guitar gibi atlarla koştuğumda gelip pankart açardı: "Bindir Sülo'yu, al parayı" olsun, "İmparator Sülo" olsun. Çok da komik bir anımız vardır. Başbakanlık yarışı koşuyoruz. Turgut Özal gelmiş kupa vermeye. Hükümette de o sırada bir çatırdama var. Ben Seren'e biniyorum ve yarışın favorisiyim. Mehmet Amca açmaz mı "İmparator Sülo" pankartını. Polisler bunu apar topar indirip karakola götürmeye çalışmışlar. Orada başbakan varken Demirel tezahüratı yapıyor sanmışlar. Neyse işin aslı anlatılmış da kurtarmışlar Paşa'yı. O yarışı da kazanmıştım. Sonrasında Özal bana, "Ya sen benden de kısaymışsın" demişti. Babacan bir insandı rahmetli.

Söz büyük koşulardan açılmışken; çoğu baş jokey olarak 44 sene boyunca at binmiş Süleyman Akdı için, sadece iki Gazi Koşusu zaferi kulağa az gelmiyor mu?

Açıkçası içimde bir ukde değil bu. Baktığında çok fazla da ikinciliğim olduğunu görürsün. Gazi yarışı farklı bir yarış. Benim en formda senelerimde yarışta bazı ekürilerin hegemonyası var. Özellikle Eliyeşiller… Jokeyleri kim? Ekrem Kurt. Ekrem Abi oraya geçene kadar bir tane Gazi kazanmış, sonra yedi oluyor. Mümin Çılgın dokuz tane kazanmış, çoğu Cemal Kura'ya geçtikten sonra. Hatta Ekrem Abi'yi bindirmedikleri bir koşu var Eliyeşil Ekürisi'nin, onu da Hafız'la Mümin Abi kazanıyor. Kazım Abimiz (Yıldız) var yedi tane kazanmış. Diyeceğim o ki Gazi biraz da kısmet işi. Mesela son dönemde Ahmet Çelik üst üste dört tane Gazi yarışı kazandı. Bu, dünyada olmayacak bir şey. Belki bu sene beşinciyi kazanacak.

Yedi kez kazandığınız Cumhurbaşkanlığı Koşusu'yla özel bir bağınız mı var?

Daha ilginç bir şey söyleyeyim. Tam altı Türkiye Cumhurbaşkanı'ndan, bir tane de Rauf Denktaş'tan (KKTC Cumhurbaşkanı) kupa almışım. Reis-i Cumhur yarışını ilk olarak 1968'de kazandım. Kupayı Cevdet Sunay vermişti. Sonra Fahri Korutürk, Kenan Evren, Turgut Özal, Süleyman Demirel ve Ahmet Necdet Sezer... Düşünsene kaç senede bir değişiyor, ne uzun seneler boyunca kazanmayı başarmışım Çok muazzam da atlara bindim tabii. Serenler, Trapperlar…

Top Sevdası

Bir top sevdamız vardı ama çok yanlış bir şeydi. Jokey ve futbolcunun adalesi birbirinin tam zıttı çalışır. Jokeyin adalesi yumuşaktır, futbolcunun sert. Top oynarsan kaslar sıkışır ve atın üstünde çabuk yorulursun. Ama biz ne yapıyorduk? Devamlı top peşindeydik. Bir Gazi Koşusu sabahında maç yaparken, kulakları çınlasın jokey arkadaşım Tınay Adışen'le çarpıştık. Onun kafasına beş, benim kafaya dört dikiş… Özdemir Atman gördü bizi, "Bu ne?" diye sordu. "Top oynarken çarpıştık" dedim. Nur içinde yatsın çok kibar insandı, içinden belki kızmıştır ama yüzümüze bir şey dememişti. Ayrıca Beşiktaş taraftarıyım. Bir de tabii çocukluk günlerimden gelen kuş besleme ve balık tutma merakım var. Rahmetli babam balık tutmayı çok severdi, beraber giderdik. Atçılık dışı bazı uğraşlarım vardı ve yoğun tempoda dinlenmemi, rahatlamamı sağlarlardı.

Bindiğiniz büyük atlar arasında birkaç tanesinden sanki daha bir sahiplenerek bahsediyorsunuz, Trapper onlardan birisi mi?

Trapper çok büyük şampiyondu. İlk olarak rakip koştum ona, Van Damme diye bir ata biniyordum. Halis de Trapper'da. Yağmurlu havada bir tutuştuk, beni o çamurda burunla geçti. Sahibi Tarık Aydın atının yağmurda gitmediğine inanıyor. Neyse bir süre sonra Ankara Koşusu var, Trapper bana teklif edildi. "Eğer Cumhurbaşkanlığı'nda da binersem olur" dedim. Yatmadı tabii kafalarına, at daha üç yaşında ve Cumhurbaşkanlığı'ndaki yaşı büyük atlara karşı zayıf kalabilir diye düşündüler. Ben atın kuvvetini görmüştüm, onları da ikna ettim. Neyse Ankara'yı kazandık, Cumhurbaşkanlığı Koşusu'na geldi sıra. Yarışın sürdirek favorisi dört yaşındaki Bold Pilot. Ama nasıl çamurlu, atlar batıyor çıkıyor. En dış bariyerin dibinden gidiyoruz mecburen. Ben altımdaki safkanın çamurda ne yaptığını biliyordum. Bold Pilot da aksine çamurda zayıf. Çok kolay kazandı Trapper. Beraber Bold Pilot'a hiç geçilmedik. Öyle bir at ki, onunla üç yarış koşup sonra arızalanan 34 rakibi varmış.

Arap atlarının efsane ismi Yavuzhan'a karşı da özel bir taktikle koşarmışsınız...

Altı ay ata binmediğim bir dönem vardı Ekrem Abi rahmetli olduğunda. Çok üzülmüştüm, jokeyliği boşverdim bir süre. Balık lokantamın olduğu seneler, orayla ilgiliyim daha çok. Tabii yarışları izliyorum, Yavuzhan dört yaşında ve gayet iyi koşuyor. Hep rakipleriyle yakın koşup onları kafa-burun geçen bir at. Ben onu nasıl geçeceğimi buldum. Bizim işi bırakmak kolay değildir, "Kıçı eyere değen bir daha ayrılamaz" derler. Ben de döndüm. O ara Sıh Taha diye bir safkan var. "Biner misin?" dediler. Öyle büyük koşu kazanabilecek bir performansı yok ama kabul ettim. Yavuzhan'a karşı ne koşacağımı biliyorum. Yarış başladı hemen atı Yavuzhan'ın tam arkasına aldım. Öyle bir arkasındayım ki; Halis sağa bakıyor göremiyor, sola bakıyor göremiyor. 200 metre direğini görünce ben bir çıktım, yarış orada bitti zaten. Herkes çok şaşırdı geçilmesine, bense hiç şaşırmadım. Sonraları Haberbatur'la ve ekürisi Caş'la da geçmeyi başardım onu. Hatta Caş'la kazandığımız yarışta bana Yavuzhan'ı teklif etmişlerdi ama almadım. Ben aslında oynuyordum, amacım kendimi tatmin etmekti biraz da. Nitekim başarılı oldum.

Sohbetimizde sık sık bahsi geçen Ekrem Kurt'la nasıl bir ilişkiniz vardı?

Ekrem Abi'yle seneler boyunca didiştik çünkü büyük rekabet vardı aramızda. Hemşehriyiz ama sonuçta o en tepede ve ben gelip onu tahttan indiriyorum. Bu herkesin hazmedebileceği bir şey değil. Benim de başıma geldi Halis sonrası. Sporculuk böyledir, ben de hiç kötü düşünmedim. Zaten Ekrem Abi sonraları beni çok sevdi ve yıllar boyunca birbirimize sevgiyle baktık. Sonuçta o bizim Ekrem Abi'miz, didiştiğimizde bile saygımız büyüktü. Türk jokeyliğine duruşuyla, oturuşuyla, giyimiyle, başarısıyla saygınlık kazandıran bir insandan bahsediyoruz. O bizim idolümüz. Üstelik bu dediğim şey nesilden nesle devam etmeli. Biz ona, Kazım Abi'ye, Mümin Abi'ye saygı duyardık. Sonraları Halis Karataş, Sadettin Boyraz, Selim Kaya gibi kardeşlerimize bunu aktardık. Onlar da aynı saygıyı yeni nesilden görmeli.

Bayrağı sizden devralıp Türkiye'nin bir numaralı jokeyi olan Halis Karataş'a karşı hislerinizi biraz daha açar mısınız? Örneğin askere gittiği sene onu sizin ihbar ettiğiniz gibi komik bir söylenti çıkmış. Bir de geçenlerde televizyonda söyledikleriniz yüzünden hafif bir gerginlik yaşadınız...

Halis beyefendi çocuktur bir kere, saygılıdır. O ihbar meselesi çok saçma. Zaten büyük atların bende olduğu, çoğu yarışı kazandığım 2000 senesinde ben Halis'i neden ihbar edeyim? Baktı olmuyor, kendisi gitti askere. Öz yeğeni bana kına yollamış o askerdeyken. Halis dönüşte elimi öptü, özür diledi. Bunun gibi iki olay daha var, çok fazla detayına girmek istemiyorum. Biri antrenörlük yaptığım bir yarış sonrası yine Halis'ten ziyade çevresindekilerle yaşadığım gerginlik. Sonuncusu da bahsettiğin olay. Atın üzerinde bildiğim duruşunu göremeyince, "Halis'in acısı olabilir" dedim. Bunlar normal şeyler bir sporcu için. Geçirdiği kazadan sonra en iyi şekilde döneceğine olan inancımdan da hep bahsediyordum üstelik. Ama o bir yazı yayınladı, "Gider rapor alıp tazminat alırım" falan demiş. Çok üzüldüm. Kalkıp kimse Halis'in yerine bunları yazmasın, o her zaman kendisini hakkıyla savunabilir.

"Dürüstlüğü ben getirdim"

Ben haksızlığa hiç gelemem. Çünkü hiçbir zaman, hiç kimseye haksızlık yapmadım. Kimse de bana haksızlık yapamaz. Dolayısıyla yarışseverin ettiği küfrü kabul etmem mümkün değil. Söylenen kötü sözün karşılığını da kendimce veririm. Yarış kaybeden jokeye küfür edenlerin anlamadıkları önemli bir şey var. Diyelim ki 100 bin lira ödül veren bir yarış biniyorum. Jokey ikramiyesi bunun yüzde 10'u, yani 10 bin lira. Kardeşim kaybettiğim noktada benim 10 bin liram gidiyor, sen bana 300 lira için "Kayba koşuyor" diyorsun, "Sahtekâr" diyorsun. Bunu kabullenemem. Sporculuk hayatım boyunca hiç kimsenin atıyla kaybetmek için koşmadım. Bir itirazı olan bana bu röportajı okuduktan sonra da dönebilir. Aksini söyleyenin alnını karışlarım. Ben bu sahaya dürüstlüğü getirdim.

Sporcunun 58 yaşına kadar profesyonel kariyerini sürdürmesi kadar nadir bir şeyi hangi motivasyonla başardınız?

Benim hayalim Ekrem Abi kadar fazla yarış kazanmaktı. O 3750 tane kazanmıştı. Bir de tabii bizim zamanımızda şimdiki kadar çok yarış yok. 3750 çok büyük bir hayal anlayacağın. Ama işte bunu kendime hedef koydum ve başardım. 12.800 yarış binmişim, 4335 tane kazanmışım. Yani bu demek oluyor ki bindiğim her üç attan bir tanesi birinci gelmiş. 58 yaşına kadar nasıl devam ettiğimi ise anlamadım, şimdi 70 yaşındayım ve bunu da anlamış değilim. Bu Allah'ın lütfu, demek ki Rabbim sıhhatli olmamızı istiyor.

Hangi noktada bırakmalıyım demiştiniz?

Aslında hiçbir zaman bunu düşünmedim. Ancak ne zaman ki kendimi at üstünde izledim, bu düşünce aklıma girdi. At üstündeki duruşum ve finişim eskisi gibi görünmüyordu. At öyle bir hayvan ki, üstünde hareketlerin biraz yavaşlarsa bunu hisseder. Sen ne kadar canlı kalırsan o da o kadar kalır. Yani hareketlerim istediğim gibi değildi. Ayrıca sabah idmanlarına gelmek de artık zorlaşmıştı. 2007 senesinde noktayı koydum.

Ancak sanıyorum uzun süre at binmenin sizin için kârlı bir tarafı da olmuş. Zira kazancınızın büyük çoğunluğunu kariyerinizin ileri yıllarına, 50'li yaşlarınıza borçlu olduğunuzu söylemişsiniz...

Misal 1970'lerde Ankara'da kalmak için bir ev tuttun diyelim, sezon sonunda cebinde bir lira kalmazdı. Eskiden ikramiyeler epey düşüktü. Ben esas parayı 1999-2000 döneminde kazandım. Evimizi, çiftliğimizi aldık, iyi arabalara bindik. Ama şu an ikramiyeler ne kadar yüksek olsa da paranın kıymeti daha az. Yani şimdi bir baş jokey, benim aldığım çiftliği almak için bir değil üç sene aynı performansla ata binmeli. Bunda dövizin uçmasının büyük payı var, hayat artık çok pahalı.

Peki 60 senede Türkiye'de atçılık atmosferinin geçirdiği diğer dönüşümleri nasıl yorumlarsınız?

Şöyle bir bakalım… Ben başladığımda çok az at sahibi vardı ama hepsi yüksek sosyeteden insanlardı. Karamehmet, Giraud, Simsaroğlu, Eliyeşil gibi aileler; hepsi büyük ekürilerdi. O zamanlar 300 at varsa şimdi 5000 tane var. Eskiden kış sezonunda İstanbul'da hiç yarış olmazdı. Yarışacak atlar ne yapardı? Bir kısmı Adana'ya bir kısmı da İzmir'e giderdi. Artık devamlı olarak farklı farklı şehirlerde yarış koşuluyor. Bu yarışları televizyondan, internetten takip etmek kolaylaştı. Şimdi yetişen jokeyler de bizden daha iyi çünkü okulda, eskiden aldığımızdan çok daha nitelikli bir eğitim alıyorlar. Tabii bunda onlara tecrübelerimizi aktarmamızın da payı büyük. Bakıyorum, ben 50 sene üç aşağı beş yukarı aynı kişilerle binmişim. Şimdi şampiyon jokey olmak isteyen bir dolu genç kardeşimiz yetişiyor. Birbirleriyle ciddi bir rekabetin içindeler.

Sizin geriye dönük herhangi bir pişmanlığınız var mı?

İnan bana hiçbir kötü hissim yok. Geriye dönüp "Şöyle olsaydı" diyebileceğim bir tek şey bile yok. Finiş geçildiği anda her şey biter bende...

İkinci Kariyer

Çok hırslı bir insanım. Yaptığım mesleği en iyisini yapmak için yaparım. Şu anda Ahmet Celaloğlu Ekürisi'nde antrenörlük yapıyorum. Birçok antrenörle çalışmışım, birçok at görmüşüm, birçok arıza tanımışım... Bir atın daha yürürken neresinin acıdığını tespit edebilirim. Bu işi iyi bildiğime inanıyorum. Yorumculukta öyle bir iddiam yok ama Atahan Zilcioğlu ve Enver Arslan'la yaptığımız Farklı Analiz faydalı bir program oldu. Jokeye, antrenöre ve seyirciye çok şey öğrettiğimize inanıyorum. Ben böyle bir etkisi olacağını tahmin edemezdim. Kimsenin görmediği şeyleri görüyoruz, anlatıyoruz. Seyirci çok mutlu. Bir de tabii Ekrem Kurt Apranti Eğitim Merkezi'ndeki danışmanlık görevim var. Geleceğin şampiyon jokey adaylarını yetiştiriyoruz. Temmuz sonuna kadar öğrenci başvuruları devam ediyor. Kim bilir, belki yeni Ekrem Abiler, Süleyman Akdılar, Halisler oradan çıkacak.

Socrates Dergi