
İrlandalı
15 dk
Sean Kelly'ye "Dünyanın en iyi bisikletçisi olmak nasıl bir histi?" diye sormayın. Bilmiyor. Önemsememiş. Ama pedal çevirmek hakkında anlatabileceği birkaç şey var. Anlattı da...
Paris-Roubaix, Milan-San Remo, Liege-Bastogne-Liege, Giro di Lombardia, La Vuelta, Paris-Nice... Sean Kelly, en ünlü yarışları arka arkaya kazandığı yıllarda ağzını hiç açmazdı. Sonra Eurosport ekranlarında milyonlara seslenen bir bisiklet yorumcusu oldu. Soğuk bir kış günü, İrlandalı efsaneyi aradığımda, aklımda bu tarihsel ironi vardı elbette. Bir de kibar bir açılış sorusu: "Sağlığınız nasıl, Bay Kelly?" Cevabı belliydi: "İyiyim, hâlâ bisiklete binebiliyorum, keyfim yerinde."
David Walsh'un 1980'lerde kaleme aldığı bir yazıyı okudum. Şöyle diyor: "Sıradan İrlandalı'yı temsil eden insandı Sean Kelly. Oldukça ölçülü, alçakgönüllü, şöhretin asla bozmadığı biriydi. Ve sertti…" Nasıl bir his bunları duymak?
Ah, onur verici. 1980'ler kariyerimin zirvesiydi, aldığım her galibiyet ülkemin başarısı gibi görülürdü. Zaten uluslararası anlamda İrlanda'yı temsil eden çok fazla sporcu da yoktu, bisiklette birkaç kişiydik: Ben, Stephen Roche, Martin Earley… Sıradışı zamanlardı.
Sıradan İrlandalı demişken, ailenizden ve büyüdüğünüz çiftlikten söz edelim mi?
Küçük bir köyde büyüdüm. Annem ve babam çiftçilerdi, süt sağıp satardık. İneklerimiz, koyunlarımız vardı. Ama küçük bir çiftlikti ve işler ebeveynlerim için hiç kolay değildi. Dokuz, on yaşımdan itibaren onlara yardım etmeye başladım. Bir yandan da harika zamanlardı. Köyde, hayvanların arasında büyümek, açık havada zaman geçirmek... Geri dönüp bakıyorum ve ne kadar şanslı olduğumu düşünüyorum.
Peki bisikletle nasıl tanıştınız?
Tipik bir İrlanda hikâyesi olarak mahalledeki bisiklet kulübünde, üyeler arasında kavga çıkmıştı, yeni bir kulüp kurulmuştu, okulları dolaşıp yeni yetenekleri bulmaya gayret ediyorlardı. Onlar ve abim sayesinde ilk adımı attım, gerisi de fena gelmedi…
İrlanda'nın hatırı sayılır bir yerel bisiklet kültürü var ama Shay Elliott dışında sizin döneminizden önce uluslararası arenada ses getiren kimse çıkmamıştı.
O yüzden de yirmi yaşıma gelmeden Avrupa'ya gitmem hem benim hem de ülkem için önemliydi. Yürünmemiş yollardan gidiyorduk. Roche, Earley, Paul Kimmage gibi isimlerle birlikte 'Yeni Jenerasyon' olarak adlandırılmamızın sebebi buydu. Hoş, Fransa'daki ilk birkaç yılımda aşırı zorlanmıştım ama bu normaldi de… Evi terk etmek, dilini bilmediğin bir kültürde yaşamak, amatör ve profesyonel olarak oranın bisiklet sahnesinin bir parçası olmak epey acı vericiydi.
İrlanda'da adınızı duyurduğunuz dönemlerde duvarcı olarak da mesai veriyordunuz, inşaatlarda çalışıyordunuz. Günümüzle kıyaslayınca ilginç geliyor.
Şimdilerde sporcular küçük yaşlardan itibaren bilimsel metotlarla antrenman yapıyorlar, onlara idman programı çizen koçlara sahip oluyorlar. 15 yaşındayken ben nasıl antrenman yapacağımı bilmiyordum, çevremdeki kimse de bilmiyordu. Bir yandan çalışıyor, bir yandan da hafta sonları yarışlara gidiyordum. Cumartesi, pazar yarışırdık sonra bazen diğer cumartesi gününe kadar yarış yüzü görmezdik. 19 yaşında amatör olarak Metz'e gittiğimde antrenman, beslenme, taktik gibi konularda bilgi sahibi oldum.
Orada hayatınızı değiştiren kişi Jean de Gribaldy mi oldu?
Önce amatör olarak altı-yedi ay mücadele verdim, sonra Gribaldy'nin dikkatini çektim ve bana profesyonel kontrat önerdi.
Jean de Gribaldy'nin aristokratik kökenlerini abartarak anlatışından, Paris gece hayatında herkesi tanımasından sıklıkla bahsedilir. Ama sizlerin nasıl yediğinizden nasıl çalıştığınıza uzanan bir düzlemde her detayla ilgilenirmiş ve bugün Team Sky/Ineos ile özdeşleşen marjinal kazanımların peşinde koşarmış. Bu teşhislere katılır mısınız?
Besançon'da dükkânının üst katına beni yerleştirmişti ve bana koçluk yapmaya başlamıştı. Profesyonel bir şekilde çalışmayı, hazırlanmayı onunla öğrendim. Nasıl beslenmem, nasıl dinlenmem, nasıl yarışmam gerektiğini anlatırdı. Ayrıca kullandığımız bisikletlerin olabildiğince hafif olması için elinden geleni yapardı, özellikle de zamana karşı yarışlarında. Döneminin birçok koçunun aksine modern beslenme ve yarışma metotlarını keşfetmişti.
Başlarda bir sprinter ve klasikçi olarak tanındınız. Ama dördüncü bitirdiğiniz 1980 İspanya Turu'yla birlikte büyük turlarda da etkili oldunuz. Bu değişim nasıl yaşandı?
Başlangıçta aslına bakarsanız herhangi bir düşüncem yoktu. Hızlıydım ve sprinter olmam gerektiğini düşünüyordum. Katıldığım yarışlar içerisinde zamanla klasikçi olarak anılmaya başladım. Ama Gribaldy ilk günden bana bir rota çizmiş ve şöyle demişti: "Birkaç kilo verirsen Paris-Nice gibi yarışları kazanabilirsin. Kısa turları… Sonra da büyük turları düşünmeye başlayabilirsin." Açıkçası beni değiştiren o oldu. Sadece kısa vadeli hedeflerimi değil, uzun vadeli planlarımı da belirledi. Paris-Nice'i kazanmak dönüm noktasıydı. Bask Turu, İsviçre Turu, İspanya Turu zaferleri... Fransa Turu dördüncülükleri, beşincilikleri… Sadece bir sprinter veya bir klasikçi olmadım, bir büyük tur yarışçısı da oldum. Her şey onun "Biraz kilo verirsen dünyanın en iyi tırmanışçılarıyla mücadele edebilirsin" demesiyle değişti.
Şimdilerde sizi hiç seyretmemiş birine ifade etmeye çalışsak "Peter Sagan'ı düşün, işte onun bir de İspanya Turu kazananı, Fransa Turu'nda iddialı olanı…" dememiz gerekiyor galiba.
Tabii şunu unutmamak lazım. Benim dönemimde yılın büyük bölümünde parkurdaydık. Büyük tur şampiyonları klasiklerde yarışırdı, klasikçiler haftalık turlarda iddialı olurdu… 1990'larla ve 2000'lerle birlikte 'uzmanlaşma dönemi' başladı. Şu an sadece klasiklerde, bir-iki ay boyunca yarış kovalayan ve sonra gelecek sezonu bekleyen isimler var. Ama eskiden Bernard Hinault, Greg LeMond, Laurent Fignon gibi Fransa Turu şampiyonları ParisRoubaix, Ronde van Vlaanderen gibi klasiklerde de mücadele ederdi. O dönem bu 'normal'di, şimdi sıradışı.
Günümüzde tek günlük yarışları isteyen bir klasikçi mi olurdunuz yoksa büyük turlarda iddialı olmaya mı çalışırdınız?
Klasikler bana daha uygundu. Büyük turlarda tırmanabiliyordum ama uzun süren, dik yokuşlarda sıkıntılar yaşıyordum. Bahar Klasikleri, stilime uygundu. Zaten spor öyle bir yere gitti ki artık klasiklerde iddialı olduktan sonra başka bir yerde aynı eforu sarf etmek çok zor. Uzmanlaşma çağı dediğim bu… Ya onu ya bunu yapmak zorundasınız. Hepsi imkânsız.
Yine de 1984 Fransa Turu'nu beşinci, 1985'i ise dördüncü bitirdiniz. Bisikletin en büyük yarışı için favori görüldüğünüz zamanlardı bunlar. Ama dik yokuşların yanında sıcak havalar da sizi etkiliyordu…
Yüksek dağlar ve sıcak havalar. Bu karışım herkes için zorluydu ama benim için biraz daha fazla... Gribaldy, hep "Fransa Turu'nu kazanabilirsin" derdi. Fakat Gribaldy'nin o öncü düşünce dünyası içinde yanıldığı bir nokta vardı, "Yarışmaktan yorulmazsınız" derdi. Fakat bunun yanlışlığını kariyerimin sonunda anladım. Zira sadece klasiklerde değil, haftalık yarışlarda da iddialı olmamı istiyordu, Fransa Turu'na gittiğimde rakiplerimden daha yorgun başlıyordum hep. Biraz daha az yarışsaydım, biraz daha kendimi sakınabilseydim, belki Fransa Turu'nda podyum görebilir, şampiyon dahi olabilirdim.
Benim için sorun katıldığım İspanyol yarışlarıydı. O dönem Bask Turu'na çok sık giderdim çünkü sponsorumuz Kas, bir İspanyol firmasıydı. Sonra Belçika ve Fransa klasiklerine gelirdi sıra. Büyük turlardaki rakiplerim de birçok yarışa katılırdı ama sezon başında benim kadar yorulmazlardı.
Rakipleriniz demişken… Bernard Hinault, Laurent Fignon, Greg LeMond gibi yıldızların büyük turları hâkimiyetleri altına aldıkları bir dönemdi. Sizce 1980'lerin en büyük yeteneği ve şampiyonu kimdi?
Kesinlikle Hinault. En iyi yarışçıydı, en iyi yetenekti, en güçlü zihindi. Bir 'Breton Ruhu'nu taşırdı hep. Kendi fikirleri vardı ve bunu kimsenin değiştirmesine izin vermezdi. Çok başına buyruk, nevi şahsına münhasır bir karakterdi. Mesela sportif direktörü Cyrille Guimard'ın hem Hinault'nun hem Fignon'un hem de LeMond'un başarılarında önemli rolü vardır ama Hinault'nun zihinsel gücü daha çok karakterinden ve yaşamından geliyordu. Yani ne desem, bilemiyorum ki? İnanılmaz bir yarışçıydı. Büyük turlarda defalarca şampiyon oldu, efsane bir Liege-Bastogne-Liege aldı, "Bok gibi bir yarış. Saçmalık" dediği Paris-Roubaix'yi bile kazandı.
Ha, Greg LeMond da ilginç bir bisikletçiydi. Yetenek olarak bana kalırsa Hinault'dan aşağı kalır yanı yoktu ama onun sorunu başkaydı. İşine Hinault kadar odaklanmıyordu. Eğer onun kadar çalışsaydı çok daha fazlasını kazanabilirdi. Bir sezon başı yarışını hatırlıyorum, İspanya'daydık, LeMond da gelmişti. Fazla kiloları vardı ve ABD'de kendine pek bakmadığı belli oluyordu. Her sene aynı manzarayı görürdük.
1984'ten itibaren Uluslararası Bisiklet Birliği'nin dünya sıralamasını beş sezon üst üste ilk sırada bitirdiniz. Sizin için ne ifade ediyordu bir numara olmak?
Yarışırken her zaman antrenmanınıza, bir sonraki yarışa odaklanıyorsunuz, bütün bu sıralamalara çok kafa yormuyorsunuz. O kadar telaşlı bir meslek ki bu! Yarışa git, dön, biraz dinlen, sonra çalışmaya devam et, arkasından bir yarış, bir yarış daha… Yeterince dinlendim mi? Yeterince hazırlanabildim mi? Rakiplerim benden çok mu çalıştı? Sürekli bu soruları düşünürdüm. Başka bir şeye odaklanamazdım.
Galiba Martin Earley söylemişti bunu, Paris-Roubaix zaferlerinizden birinin dönüşünde sizinle aynı araçtaymış. "Sean Kelly'nin yüzüne baktığınızda yarışı kaybetti mi kazandı mı anlamazdınız" diyor. Karakterinizin bu, nasıl diyelim, duygusuz tarafı aileden mi miras?
Elbette büyüme koşullarımla alakalı, İrlanda kırsalında küçük bir çiftlikte yetişmenin etkisi… Hiçbir zaman çok konuşan biri değildim ki 1980'lerin gazetecileri bunu daha yakından bilir. Yine Gribaldy'nin verdiği bir öğüttü bu: "Dikkat et, çok şey söyleme, ağzından çıkan üç şeyi 25 yaparlar" derdi.
O yıllarda bir de ünlü bir rakibiniz vardı: Vatandaşınız Stephen Roche. Yıllar içinde ilişkiniz değişti mi?
Bana kalırsa çok değişmedi. Tabii, çok da savaştık, Paris-Nice, Liege-Bastogne-Liege gibi yarışlarda kıyasıya mücadele ettik. Sıkı mücadele hep tartışma yaratır. Rakibini yenmek istersin ve bazen keskin laflar söylersin. Sonra gazeteciler bunu alır ve olduğundan daha büyük bir mesele haline getirir. Bunları da yaşadık elbette ama yarışların bitiminde her zaman saygılı, dostane ilişkimizi koruduk. Sonra kariyerlerimiz bitti ve ikimiz de kendi yolumuzdan yürüdük.
1987'de Roche hem İtalya hem Fransa Turu'nu kazandı, ardından dünya şampiyonu oldu. Tarihte daha önce sadece Eddy Merckx'in ulaştığı bir mertebeydi bu. Paul Kimmage, "Roche'un tarihi yılı Kelly'yi sarstı. İrlanda bisikletindeki yerini kaybettiğini düşündü" ifadelerini kullanmıştı. Roche'u kıskanmış mıydınız?
Yani, bir bakıma. Roche, 1987 Fransa Turu'nu kazandığında sarsıldım. Yarışa kaza yapıp erken veda etmiştim ve sarı mayo mücadelesinin sonunu evimden takip etmek zorunda kalmıştım. "Sakatlanmasam kazanırdım" falan gibi iddialarım yoktu çünkü o seneki formumun zaten yeterli olmayacağı kanaatindeyim. Roche, İrlanda'daki bütün spot ışıklarını üzerine çekmişti ve ülkenin gözbebeği olmuştu. Başarıları beni daha da hırslandırdı. Yeniden kazanmalıydım, daha rekabetçi olmalıydım, daha çok yorulmalıydım.
Sonra 1988 İspanya Turu'nu aldınız…
En büyük hayalim Fransa Turu'nu kazanmaktı. Diğer taraftan İspanya Turu'nun sponsorumuz Kas için önemi büyüktü. Evet, bu kariyerimin en büyük başarılarından biriydi. Hatta dönüp bakınca, "Zaferlerinden birini seç" deseniz oyumu İspanya Turu'ndan yana kullanırım. Çünkü üç haftalık tur kazanmak bambaşka bir şeydir.
1980'lerde profesyonel bisikletçi olmak nasıldı? İki dönem arasında bir köprü gibi duruyor o yıllar. Doping açısından, para açısından…
Bisiklette her zaman doping olmuştur, 1980'lerde de oldu. Ama 1990'lardaki dopingin bir benzeri yoktu. 1990'larda doping, takımlar tarafından organize ediliyordu ve bazı ekiplerin içinde "Ya kullanırsın ya da seni yarışa götürmeyiz" tehditlerine bile rastlanıyordu. 1980'lerde doping vardı ama daha küçük ölçekte. Paradan söz açtınız. Bisikleti değiştiren Greg LeMond'un 1985'te La Vie Claire'e, Bernard Tapie'nin takımına transferi oldu. Onun etkisiyle hepimizin maaşları arttı, yüzde 35-40 daha fazla kazandık.
Sizin de doping problemleriniz oldu. Paul Kimmage'ın Rough Ride kitabında anlattığı İrlanda neslindendiniz. Yine Willy Voet'un bisikletteki karanlığı deştiği meşhur kitapta adınız geçti. Doping açısından kariyerinize nasıl bakıyorsunuz?
Evet, codeine maddesi yüzünden testim pozitif çıkmıştı ama bu, Belçika'da eczacıdan kaynaklanıyordu. Ha, sonuçta benim hatam mıydı? Evet, tabii. En nihayetinde codeine maddesini alan bendim, ne kullandığımı bilmeliydim. Ama işte bizim döneme dair bahsettiğim şey şu: Codeine gibi maddeler performans artırıcı ilaçlar değildi. Kortizon veya kan tranzfüzyonu gibi şeyler değildi yani bunlar. Ama sonuçta oldu mu? Oldu. Evet, kariyerimde iki pozitif test var ve bunlar sonsuza dek karnemde yer alacaklar. Bununla yaşamayı öğrendim. Ama kendi açımdan şunu söyleyebilirim: Kariyerim boyunca doğru bir profesyonel olduğuma inanıyorum ben. Eleştirip eleştirmemek size kalmış tabii ki…
Profesyonellik burada ilginç kelime çünkü 1980'ler profesyonelliğiyle öne çıkan bir dönem değil. Az önce de bahsettik, her şey el yordamıyla…
İlk yıllarımda ben de nasıl çalışmam gerektiğini bilmiyordum. Metz'e gittiğim günleri hatırlıyorum, o kadar amatördüm ki… Fransa'da tam zamanlı bir sporcu olmayı öğrendim. Şu da var: Önce sprinter ve klasikçi olarak sivrilmemin, sonra da kilo verip büyük turlarda iddia sahibi olmamın arkasında pragmatik bir taraf da vardı. Yol bisikletinin bana maddi bir yol açtığını gördüm. Profesyonelliğimin gerisinde basit bir neden vardı: Para kazanmak istiyordum.
Uzun yıllardır medyadasınız. Ama sizi hiç "Benim zamanımda işler şöyleydi, böyleydi" derken görmüyoruz yayınlarda.
Çünkü oradaki işim yarışı yorumlamak, Sean Kelly'yi yorumlamak değil.
Peki yorumcu Sean Kelly, bisikletçi Sean Kelly'yi nasıl değerlendirirdi?
Taktiksel açıdan iyiydim. Yarışı iyi okuyabiliyordum ama dönemim için bu alışılagelmişin dışında değildi. Yarışı kendi başımıza okumak zorundaydık, kulaklıktan bize bütün bilgileri veren ve sürekli bir şeyler fısıldayan sportif direktörlere sahip değildik. Kendi başımıza karar almak mecburiyetindeydik. Peki neyim eksikti? Açıkçası muhafazakâr yarışırdım, özellikle de yarış sonlarında… En büyük pişmanlığım o: Daha agresif olmalıydım.
Elli yıldır bisiklettesiniz. 1970'lerde Merckx'le 1990'larda Lance Armstrong'la aynı yarışta yer aldınız. Arkanıza yaslanıp "Her şey ne çabuk değişti" diyor musunuz?
Çok, çok şey değişti. Takımların organize olma şekli, yarışlardaki taktikler, bisikletçilerin sezon hedeflemeleri… Ama en büyük değişimi seçmem gerekirse bir anıyla başlamak isterim: Yanılmıyorsam dördüncü profesyonel yarışımdı, Tour de Romandie'ye gitmiştim. Eddy Merckx, Felice Gimondi gibi efsaneler oradaydı. Onlara bakarak, sonsuz bir saygıyla yarışırdık. Bizim için statüleri, seviyeleri, saygınlıkları çok farklıydı.
Şimdiyse işler değişti. Herkes aynı grupta kabul ediliyor. Primoz Roglic veya Tadej Pogacar arasında bir yaş veya rütbe farkı görülmüyor. Pelotondaki saygı kayboldu. Ya da değişti. Artık bisikletçiler içinde kaptan yok, pelotonun bir lideri yok. Mesela bizim zamanımızda Hinault bu roldeydi. Jan Raas, Hennie Kuiper, Gimondi… "Evet, şimdi duracağız. Greve gidiyoruz" dedikleri an dururduk. Katıldığım ilk Fransa Turu'nda yaşadım bunu. Aynı gün içinde bazen iki etabın düzenlendiği yıllardı, sporcular da "Yeter artık, bunu yapmak istemiyoruz, bisikletten inelim" dediler ve grevin lideri 24 yaşındaki Hinault oldu. Beraber hareket edildi, organizatörlerle uzun tartışmalar yapıldı ve arkasından hepimiz için şartlar iyileştirildi.
Artık bütün bisikletçileri durduracak o figürler kalmadı. Mesela bu seneki İspanya Turu'na bakın. Chris Froome, yarış sırasında organizatörlerle oldukça ciddi bir meseleyi tartışırken yarışmaya devam eden bisikletçiler vardı. "Bu benim meselem değil ki" diye düşünüyor, bireysel hareket etmeye çalışıyorlardı.
Hinault buna ne tepki verirdi?
Hinault organizatörlerle tartışmaya başladıysa kimse yanından geçip gidemezdi, herkes arkasına ip gibi dizilirdi. Eğer yarışmayı denerlerse de... Sonuçlarına katlanırlardı.