Işık Doğudan Yükselir
28 dk
Sinemaya ya da hayata nereden bakarsanız bakın içinde olduğu bir film size dokunmuştur. Yavuz Turgul ile sinema hayatını, Doğu felsefesini ve Fenerbahçe sevgisini konuştuk…
Socrates'i çıkarmaya başladığımızdan beri birçok sayının planını yaparken Yavuz Turgul ile röportaj yapmayı düşünmüş ancak bir türlü denk getirememiştik. Bunun biraz da Doğu felsefesine yakınlığıyla bilinen Turgul'un Lao Tzu'nun "Bilen susar, bilmeyen konuşur" sözünü çok sevmesine istinaden olduğunu düşünüyorduk. En nihayetinde, usta sinemacıyla pandemi devam ederken -internet üzerinden- karşılıklı oturmayı başardık. O Bodrum'daydı, biz İstanbul'da ama cevaplarını dinlerken kendimizi iki saatlik bir filmde gibi hissediyorduk. Senaryo ve reji, emin ellerdeydi. Koltuklarımız hazırdı, perde açılmıştı...
Ses Dergisi yılları nasıl başladı?
İstanbul Üniversitesi Gazetecilik Bölümü mezunuyum. Okul bittikten sonra tesadüf eseri Ses Dergisi yazarlarından Sezai Solelli, bir yakınıma "Tanıdığın bir çocuk var mı? Eleman arıyoruz" demiş. Bana haberi geldi. 1969'da askerliğimi yeni bitirmiştim, hatta üniformayla gittim Ses Dergisi'ne. Röportaj yazdırdılar bana. "Hayali bir oyuncuyu al karşına, onunla konuş" dediler, yazdım. Sayfa sekreterliğini öğrenerek başladım, röportaja yollandım, fotoğraf çektim… Orada dile saygıyı, dili iyi ve doğru kullanmayı, işini ciddiye alma düsturunu öğrendim.
Çetin Emeç ve Erdoğan Sevgin ayrılınca Çetin Özkırım geldi yazı işleri müdürlüğüne, daha sonra o da ayrıldı ve garip bir şekilde yazı işleri müdürlüğünü bana teklif ettiler. 24 yaşında falandım…. "İşini ciddiye al, doğru dürüst yap" ilkesi hep devam etti. Tabii zor bir zamanda yazı işleri müdürü oldum, tiraj kaybı vardı. Tekrar yükselişe geçmek için hayli acemi birinin çabaları oldu kısacası. Fakat benim yetişmemde, kendime gelmemde epey etkilidir Ses Dergisi serüveni. 1975-1976 arasında da ayrılıp Arzu Film'e geçtim.
Spor gazeteciliğinde bir gelenek vardır. İzleyici, o yıllarda sporcuları televizyonda göremediği için daha tasvire dayalı, detaylı anlatılırdı hikâyeler. Senaryo yazmaya başladığınızda o dönemki gazetecilik tecrübelerinizin faydası oldu mu?
Hayır, daha çok Yeşilçam denen alana, Arzu Film'e geçmeme bir basamak oldu. Orada yönetmeniyle, oyuncusuyla, set işçisiyle tanışma imkânı buldum. Hayran takımı oyuncuya baktığında gözleri parlar ya, o haldeydim. İzzet Günay'a "Ağaçlar Ayakta Ölür filminde ne kadar muhteşem oynamışsınız" deyip sarılıp ağlayacaktım mesela… Bu tür ilişkiler kurmamı sağladı.
Öykücülük yeteneğimde çocukluk döneminde biriktirdiklerim etkiliydi. Çocukluktan beri öykü yazma, düşünme, hayal kurma yanımın gelişmiş olduğunu biliyordum. Hayallerle yaşıyordum, hep hikâyeler uyduruyordum. Seyrettiğim filmlerdeki kadınlara âşık oluyordum. Bir hafta sürüyordu zira sonraki hafta mutlaka sinemaya gittiğim için o aşkın yerini bir başkası alıyordu. Yeşilçam serüveninde sinema sevgisi de çok asal bir şeydi. Çocukluğumuzda kovboyculuk oynamak diye bir olay vardı: Kahramandık, şövalyeydik. 18-19 yaşına geldiğinde "Saçmalama" derler adama, "Artık şövalye değilsin, kovboy da değilsin. Neyse kişiliğin, kimliğin; onunla yaşamaya başla." Yavaş yavaş daraltırlar yaşam alanını. O yaşam alanını daraltmayıp aşıp geçenler daha başarılı oluyor sanat işlerinde. İçlerindeki duyguyu devam ettirebiliyorlar.
"Arzu Film bir okuldu" minvalinde cümleler duyarız hâlâ… Bu kalıplaşmış bir düşünce mi yoksa Arzu Film hatta Ertem Eğilmez cidden Türk Sineması için bir okul muydu?
Evet, okul olduğunu söyleyebilirim ama Türk sinemasına dair bunu söyleyemem. Bu okulun en önemli yanı senaryoyla olan ilişkisidir. Bir filmin var olmasında, sevilmesinde, seçilmesinde, istenmesinde senaryonun önemi büyüktür. O dönem safi bir yıldız sistemi mevcuttu. Ertem Abi bakıyor; yapmış olduğu kimi filmler tutuyor, kimileri tutmuyor. O yıldızdan öbürüne geçiyorsun ama o film tutuyor, bu tutmuyor. Bir sürü yanılgısı olmuş, çok çuvallamış, batma noktasına gelmiş bir insan. Meselenin o kısmını çözmeye çalışırken bu işin mukaddes kitabının senaryo olduğunu kavrıyor fakat senaryonun nasıl yazılması gerektiğiyle ilgili pek bilgi yok o zaman Yeşilçam'da. 1960'lı, 1970'li yıllardan bahsediyorum.
Ertem Abi, Eugene Vale'in yazdığı o zamanın önemli kitaplarından bir eseri tercüme ettiriyor. Senaryo yapısıyla alakalı ciddi bir kitaptı bu. Ertem Abi bunu gece gündüz okur, bizimle paylaşırdı. Bizimle derken okulun içinde olanları biliyorsunuz: Ertem Abi'nin en iyi, en güvendiği filmlerinin arkasındaki imza Sadık Şendil. Benim gittiğim dönemde Zeki-Metin daha ayrılma noktasındaydı, Kemal Sunal, Halit Akçatepe… Kartal Tibet oyunculuğu bırakıp Ertem Abi'ye asistan olma noktasına gelmişti. Ergin Orbey, Münir Özkul, Adile Naşit, İhsan Bilsev... Bir araya gelir ve film öyküsü üzerine konuşurlardı.
Ben daha Ses Dergisi'nde çalışırken Ertem Abi ile muhabbetimiz oluşmuştu ama o zaman profesyonel bir ilişkimiz yoktu. Ben sinema aşığı, Ertem Abi'nin de sevdiği bir insan olarak sabah dörtlere kadar senaryo yapısı konuşulan o sohbetlere katılırdım. Ve çoğunlukla bir tane kutsal kitap olduğu için, Eugene Vale'in kitabı, onun fikirleri dile getirilirdi. Diyelim ki önce Bizim Aile'yi, arkasından Aile Şerefi'ni yaptık. Bizim Aile tuttu, Aile Şerefi tutmadı. İşte o zaman oturup tartışılırdı: "Bu tuttu, diğer film tutmadı. Niye?" Ama sadece senaryo üzerine konuşulurdu. Ertem Abi'nin karizmatik bir kişiliği vardı. İnsanlar ona bağlanır, onunla birlikte olmak isterdi. Birlikte öğle yemeklerine gidilirdi. Yeşilçam'da benzer bir örnek yok. Yıllarımız böyle geçti, okul dediğiniz şey de böyle oluştu.
Muhsin Bey filminden bir kare...
Şener Şen ekranda belirdiği an insanları güldüren bir adamdı. Onda 'Muhsin Bey' ışığını nasıl gördünüz?
1975'ten beri Şener'le tanışıklığım var. Bu arkadaşlığımız sadece set arkadaşlığı değildi. Buluşmalar, yemekler, konuşmalar… O nedenle çok iyi tanıyordum onu. Neler yapabileceğini kestirmemde bu tanışıklığın etkisi var elbette. Hulki Saner'in dünyanın en garip filmlerinden biri vardır. Şener'e "Sen komiksin, ne yapacağını bilirsin" gibisinden bir şeyler diyerek salmıştı. Şener de dünyanın en garip hareketlerini yapmıştı o filmde ve hâlâ kızgındır.
Onun büyük şansı Ertem Abi'yle buluşmasıdır. Ertem Abi'nin de şansıdır bu. Tabii Kemal Sunal da bunun çok büyük bir parçasıdır. Ama Şener'in tiyatroda farklı bir yeri vardı, dublajda farklı bir yeri vardı. Çok iyi bir tiyatro oyuncusuydu. Zaten tüm bunlarla ipuçları peş peşe gelmişti. Sen çok komik bir film yapmış olabilirsin ama bir yerdeki davranış ya da oyun biçimiyle "Bu adam bunu da yapar" diyorsun. O nedenle de yeterli vaktim oldu benim Şener'in yeteneklerini görmek için.
1980'ler sonrası tam bir yasaklar dönemi aslında. Yönetmenliğe geçişiniz de o dönemde gerçekleşiyor...
Öncesinde de vardı sansür. Erkek Güzeli Sefil Bilo'nun paramparça olduğunu bilirim. Kes, kes, kes… Jandarmaya laf edemezsin, ağalık müessesesi üzerinden devlete laf edemezsin, onu yapamazsın, bunu yapamazsın. Hatırlarsınız, bütün filmlerin sonunda polis arabası gelir, suçluyu götürürdü. Polis arabasının gelmesini sansür emrediyor sana. "Gelecek, suçluyu cezalandıracak. Bunun dışında yapamazsın" diyor. Böyle bir ortamdan yavaş yavaş başka bir yere gitti işler ama o sansür hiçbir zaman toplumun üstünden uzaklaşmadı. Dolayısıyla sinemacının başından da eksik olmadı.
Bugün de çok özgür bir ortam olduğu söylenemez. Hangi dönem en azından sinema için daha özgürdü?
Bugün daha özgür tabii. Ben kendi gözlemimden aktarayım: Şener Şen, Kürtçe bir şarkı söyledi, tercüme etti… O günlerde Kürt lafı edemiyordunuz sinemada. Güneydoğu'ydu oranın adı. "Güneydoğulu lehçesi" falan denirdi. Cumhuriyet, Osmanlı, oralara kadar gidin. Gidebildiğiniz kadar gidebilirsiniz baskıyı anlayabilmek için. Bu böyle…
Eşkıya o açıdan da önemli olabilir mi?
Erkek Güzeli Sefil Bilo çok güzel bir filmdi ve Kemal Tahir'e adandı. Bir halk kahramanı ama eşkıya, ağa adına gelir köy basar gibi bir görüş getirmişti Kemal Tahir. Yadsınacak bir görüş de değil bu bence. Ama onun karşıtı da Yaşar Kemal'in İnce Memed'idir. Bunu hiçbir zaman kabullenmemiştir Tahirliler. Ben önce Kemal Tahir tarafındayken bizim Eşkıya başka türlü bir eşkıya oldu, kahraman oldu.
Filmlerinizde Doğu düşüncesini temel meseleleri arasına yerleştiren, kültürde süreklilik ve birlik fikrini savunan Kemal Tahir, Cemil Meriç ve Ahmet Hamdi Tanpınar'ı zemin olarak belirlediğiniz doğru mu?
Evet evet, kesinlikle! Bir hissiyat olarak başlamıştı aslında, kendini bir yere ait hissetmekle ilgili bir durum çünkü. Yetmişli yıllarda ATÜT meselesini, yani Asya Tipi Üretim Tarzı'nı duydum. ATÜT'çülerin sanata bakışı farklıydı; Asya tipi düşünceye, davranışa göre bir şeyler yapmaya çalışıyorlardı. Öbür taraf ise daha ziyade Batı kaynakları üzerine bina edilmiş sanat yapıtlarının peşinden gidiyordu. Neredeyse ikiye bölünmüşlük vardı. Benim kafamda da cemaat kültürü ile kilise kültürü arasındaki farklardan kaynaklanan bir şeyler oluşmaya başlamıştı.
Batı ve Doğu arasında büyük bir fark görürsünüz. Müzik sistemleri bile farklıdır, çeyrek tonuna kadar. Bir gün öğrencilerle konuşurken şunu sormuştum: "Sadece geleneklerimize, göreneklerimize, müziğimize göre oluşmuş aletleri alıp neden bir korku filmi müziği yapamıyoruz?" Biliyorsunuz, bütün vampir filmlerinde, Dracula gibi eserlerde org çalar, arkada korkuyu oluşturabilmek için. O, kilisenin çalgısıdır aslında ve günah çıkarma meselesi vardır ardında. Seni doğuştan günahkâr ilan eden bir dini anlayış. "Ben İsa'nın ölümünden sorumluyum" diyorsunuz.
Bunların üzerine düşüne düşüne "Ben buraların insanıyım" dedim. Evet, biri yanıma gelip "Hemşerim nereye yolculuk" diye sorabiliyor. Benim oluşturmaya çalıştığım filmlerin de bu farklılıklar üzerinden belirli yapıları vardı. Bir de Bergman, Ozu, Fellini sinemasına yatkın olan ve bu alanlardaki düşünce modellerini sanki ülkemizde de varmışçasına telakki eden, bunun üzerinden yapılandırılmış başka tür filmler mevcuttu. Bunu bizzat yaşadım. Antalya Film Festivali'nde Muhsin Bey ile yarışıyordum, karşımda ise Anayurt Oteli vardı, Ömer Kavur'un en iyi filmlerinden biri. O iki filmde iki farklı felsefe görürsünüz. Biri Doğu felsefesinin var olduğu bir filmdir, diğeri Batı felsefesinin...
Velhasıl 1970'li yıllardan itibaren Doğu'ya doğru bir seyahat vardır içimde. Doğru-yanlış tartışılır ama var olduğun yerin doğruluğu da iyi film yaptırmaz. Doğru şeyler düşündürtebilir ama zaten iyi film yapmanın koşulu sadece bir felsefeyi benimsemekten de geçmez. O bambaşka bir olaydır. Ya da Batı düşüncesi içinde olmak da o insanların yaptığı filmleri değersizleştirmez. Benim anlattıklarım daha çok düşünce yapımla alakalı...
"Var olduğun yerin doğruluğu da iyi film yaptırmaz. İyi film yapmanın koşulu sadece bir felsefeyi benimsemekten de geçmez. O bambaşka bir olaydır."
Müziğe ilginiz ve bilginiz de hiç azımsanmayacak düzeyde. Mesela Muhsin Bey tamamen bunun üzerine kuruludur. Gönül Yarası, Eşkıya'daki sıra gecesi sahnesinde uzun hava…
Lise yıllarında müzisyenlik yaptım. Grupla birlikte oralarda, buralarda çaldık. Üniversitede gruptan ayrıldım fakat müzikle ilişkim kesilmedi. Daha sonra Manajans'ın orkestrasını kurduk, adı da Selamsız Bandosu'ydu. Tabii film müziğine de çok kafa yordum. Bu yüzden Attila Özdemiroğlu ile aramız hep iyiydi ki kendisi film müziklerinde eşsizdir. Zaten işin ve doğanın ruhunda da müzik vardır. Çıkın, sessiz bir yere gidin, oradaki sesler size müzik olarak geri döner. Bir kuşun cıvıltısı, derenin akışı, ağaçların sallanması…
Yani o kadar garip bir şey ki müzik… Ben de bu ilgiyi belki ruhani anlamda daha yükseklere taşımış olabilirim. Eşkıya'da belirgindir mesela bu. Az önceki soru size tuhaf gelebilir: "Türk müzik aletleriyle nasıl korku filmi müziği yapılır?" Katolik, korkuyu org müziğiyle ortaya çıkarırken öbür taraftaki ilahiler… Doğu müziğinde içinde şiddet taşıyan çok makam yoktur. Bizim tarafımızda hiç yoktur da özellikle Japon ve Çin tarafında vardır. Gerginlik ve gerilim anları için belli temalar vardır. Erkan Oğur yaptı Eşkıya'nın müziklerini ve damdaki kaçma-kovalama sahnelerinde sadece davul kullandı. Bildiğin Ramazan davulu. Onlardan bir zamanlar kayıt yapmış Erkan, o davulda bizi şamanlığa doğru götüren bir ses vardır. Onlar da o seslerle kötü ruhları, hastalıkları kovalıyorlar.
Başka alanlardan söz açılmışken, futbolla da yakından ilgisiniz. Hep futbol filmi çekmenin zorluğundan bahsedilir. Genellikle de belgesel üzerinden görürüz hikâyeleri. Sizin futbol filmleriyle ilgili düşünceleriniz nelerdir?
Shaolin Soccer'ı izlediniz mi? Muhteşem filmdir. Zafere Kaçış benim için özeldir, bir de Eric Cantona'nın oynadığı Looking for Eric. Türkiye'de de denemeler oldu, bir tanesini de Ertem Abi, Metin Oktay'la yaptı: Taçsız Kral. Müthiş bir kadro kurdu: Gönül Yazar, Ajda Pekkan, Ayten Gökçer, ortalarında karizmatik ve sevilen biri, Metin Oktay. Müthiş bir promosyon faaliyeti yapıldı; uçakla İstanbul'a el ilanları atıldı. Fakat film perişan oldu! Mahvoldu Ertem Abi'ler... Şenol Birol Gol! çekildi, o da aynı. Türkiye'de futbol biraz dertli bir alandır. Dar Alanda Kısa Paslaşmalar da iş yapmadı.
Bence bu gelenek-göreneklerle, seyircinin bir şeye yönelmesiyle de alakalı. ABD'ye bakın, doyamadılar yapmaya, doyamadılar. Ben beyzbolu o filmlerden öğrendim ya! Mutlaka bir oyuncunun yolu oradan geçiyor. Ya beyzbol koçu oluyor ya basketbol. Batmış bir adamken bir takımın başına getiriliyor... Durmadan bunu çekiyorlar. Çünkü bir spor geleneği var. Ama içine izlenilesi bir hikâye koyuyorlar. 'Futbol filmi' diye bir şey olmaz zaten. Hikâyesi olan bir film olur, bu da futbolun içinde geçer, tamirhanede geçer, bir şirkette geçer… Mühim olan sen bunu nasıl bir hikâyeyle anlatacaksın? Bu konuda şaşkın bir vaziyetteyiz.
Sporun elbette hikâyesi olur. İbrahim (Altınsay), Radikal'de yazdığı zaman onunla anlaşamazdık. Ben Real Madrid'ciyim, o da Barcelona'cı… O zaman tiki taka falan çıkmıştı ve bana çok sıkıcı gelirdi, hâlâ da öyle gelir. Öbür tarafta Real üç pasta, direkt karşı kaleye gidiyor. Heyecanı düşünebiliyor musun? Real Madrid, politik anlamda sevilmez, diktatörün takımı diye... Barcelona'nın ise hikâyesi güzel. Katalanlar, özgürlüklerini ilan etmek istiyorlar. Neredeyse milli marşları olacak, formalarının renkleri başka şeyler temsil ediyor. Anlıyorum ama iş futbola geldiği zaman Real Madrid'liyim, ne yapalım, böyle… Ben basketbol izleyemem misal, çok hızlı, ölürüm heyecandan. Fenerbahçe'nin maçlarının da yüzde seksenini izlememişimdir. Maç sonrası televizyonu açtığımda dahi bir gözüm kapalı bakarım ekrana, "Fenerbahçe yenildi mi?" diye... Bendeki taraftarlık tuhaf, delilik seviyesinde ama fanatiklik anlamına gelmiyor.
Rahat rahat, arkanıza yaslanıp, heyecanlanmadan takip ettiğiniz bir Fenerbahçe takımı oldu mu?
Hiç, hiç! Hayatım boyunca olmamıştır. Hayatım boyunca bu Fenerbahçe bana çektirdi, şimdi de Allah onlara çektiriyor.
Hangi Fenerbahçe takımıyla başladı taraftarlık? Sezonu hatırlıyor musunuz?
Ben çocukken Hüsrev Gerede'de oturuyorduk, orada da Mezarlık denen bir alan vardı, şimdi otopark oldu… Ama tek başıma orada, bir ağacın üstünde karar vermiştim: "Ben artık Fenerbahçeliyim." Neden? Bilmiyorum.
Kaos
Hatırlayacaksınız, Mehmet Demirkol'un Fatih Terim'in futboluyla ilgili 'kaos futbolu' tabiri vardı. Fatih Terim de bundan alınıp "Ne demek kaos futbolu, biri bana anlatsın" demişti. Halbuki orası garip ve derin bir alan.
Gediz Akdeniz kitabı vardır: Düzenden Kaosa Zuhur. Onunla röportaj yapan arkadaşımız da Tayfun Gönül, anarşist. Kaotik durumun Doğu toplumları üzerindeki etkisinden bahsedip 'Öngörülemez duyarlı insan davranışları' diye bir tez atıyor ortaya. Değişimler bizim coğrafyalardan gelecek. Batı, modernizmle birlikte kurallar ve çerçevelerini getirdiği için kitleleri devamlı kontrol altında tutmak istiyor. Bilgisayarların istedikleri, alışveriş yaparken verdiğiniz bilgiler… Duyarlı insanlar ise fikirleriyle bu durumun dışına kaçabilenler. Mesela Çarşı grubu. Ele avuca sığmayan, ne yapacağı tahmin edilemez bir grup ve büyük şeyler çıkarıyor. Gezi Olayları, tahmin edilemez. Gerçek değişimi yaratacaklar da bu duyarlı insanlar.
Futbol bir sistem oyunudur. Sistemler belli kurallar içinde yerine getirilirken bir oyuncu çıkıyor Maradona veya Messi gibi... Alışılagelmişin tam tersi hareketlerle oyunun kaderini değiştiriyor. Bildiğiniz sistem yürüdüğünde de gol oluyor ama bütün büyük oyuncular ona uymuyor. Sonuçta kaosu sevmiyor düzen; sana, belli durumlarda nasıl davranman gerektiğini öğretiyor. Savunmada böyle, hücumda böyle… Sonra duyarlı bir oyuncu çıkıyor. O zamana kadar yapmış olduğun savunma duvarını, tahmin edemeyeceğin davranışlarla aşıyor. Bu nedenle o tabirde aslında Fatih Terim'e bir iltifat gizli ama başta iltifat olarak değil, eleştiri için kullanılmış. Diğer yandan Gediz Akdeniz'in düşünme biçimi, futbolda da bütün sistemleri aşacak bir şey.
Futboldan ayrı olarak bir de Doğu düşüncesi ve ego üzerinden aikidoyla uğraşmışsınız.
1990'lı yıllarda Doğu düşüncesi ile birlikte önce tai chi öğrenmeye başladım Cem Şen'den. Daha sonra Cem'in vasıtasıyla aikido yaptım ve akabinde daha önemli bir şey yaptım, wing chun. Doğu düşüncesi içinde bu dövüş sanatlarının kıymetli bir yeri var, o düşüncenin bir parçası. Ego da...
Eşkıya, bugüne kadar Türkiye'de yapılmış, ses getiren filmler içinde belki de birincidir. Büyük bir alanı etkiledi. Filmin arkasından bir taraftan teveccüh bir taraftan da "Bu kadar büyütmeyin" dalgası geldi. Dergiler Eşkıya ilavesi çıkarıyor, Ankara'dan haber geliyor, minibüsler "Haydi Eşkiya'ya Eşkiya'ya!" diyerek milleti toplayıp sinemaya götürüyor. Ne olduğumu şaşırdım. Bir yandan da uzun süredir işin içinde olduğum için "Başımıza bir şey gelecek" diyorum. Bir süre sonra dayanamıyorum; övgülere de yergilere de…
Orada şu ortaya çıktı ki beni sarsan, filmle ilgili eleştiriler değil; beni sarsan, egom. Beğenilme, onaylanma, alkışlanma arzusu… Bu her sanatçıda olacaktır tabii ki, yadsınamaz. Ama mesele, bununla başa çıkmayı nasıl öğreneceksin? Bu sorunu nasıl yöneteceksin? Beceremeyenlerin hazin sonlarını gördük. Karikatürlerine dönüştüler, boklarıyla kavga ettiler, kendilerine ibadet edilmesini istediler.
Eşkıya'dan sonra yedi-sekiz yıl film yapmadım. Çünkü o alkışı hemen, bir kez daha almak için yapılan işleri görmüştüm geçmişte. Sinema böyle bir alan değil. Sinema zor bir iş ve çok kafa yormanız lazım. Eşkıya on yılda çıktı ortaya. On yılda yazabildim ancak. Alkış için süreç kısaldığı zaman yapılamıyor aynı seviyede bir iş. Bütün buralardan kaçmak istedim. Benim çok kibirli bir yanım var. "Bu kibri nasıl öldürebilirsin?" İkinci Yavuz da bunu düşünüyor. Becerebiliyor mu? Hayır. Egoyu durdurabiliyor mu? Hayır. Ama sıkıntının nerede olduğunu görebiliyor, onu yola getirmeye çalışıyor. Doğu düşüncesinde varabildiğim nokta bu. Çünkü orada bütün bunların hiçbiri yoktur aslında...
Yasujiro Ozu'nun mezar taşında yazıldığı gibi: Hiç. O kadar… Bir hiçliğin içindeyiz. Hiçten geldik, hiçe doğru gideceğiz, bunun dışında hiçbir gerçek yok. Bu tür dünyevi şeylerin, alkışların çok da önemi yok, aldırma onlara. Hayatındaki noktayı belirleyip bir adım yaklaşmak. Ancak o kadar olabiliyor. Bir bok olduğu yok ama ancak o kadar. Ben de bunu becermeye çalışıyorum ve bunun arkasında da dehşetli bir Doğu felsefesi var. Savaş sanatları da buna dahildir. O da uzun bir konudur.
Zen ve okçuluk da var mesela…
O hiçlik meselesinde… Hedefle bir olabilme durumu, hedef ve sen aynısın, nişan almak tabiri ortadan kalkıyor. Kaligrafi de öyle. Oradaki bütün hareketler devinim içerisinde, ying yang yuvarlağının içindeki zıtlıkların birbiriyle ilişkisi gibi. Zıtlıklar aslında tektir. Kendi içinde birbirleri olmadan yaşayamazlar, olamazlar zaten.
Zıtlıklar filmlerinize de yansıyor. Muhsin Bey, Av Mevsimi, Gönül Yarası…
Aslında en belirgin olduğu film şeydir…
Gölge Oyunu…
Gölge Oyunu'nda Şener (Şen) ve Şevket (Altuğ) tek karakterdir. Zaten "Sen benim kalbimin aydınlık yanısın" der Şener, Şevket'e intihar teşebbüsünden sonra. Hikâyenin içinde de ikisi aynı insanın ikiye bölünmüş halleridir.
Sizin hikâyelerinizde yan karakterler de çok vurucu oluyor. Eşkıya'da Artist Kemal, İkinci Bahar'da Afet-i Devran Neriman gibi... Bugün bile Samatya Meydan'da merdivenlerden inerken Afet-i Devran camın önünde oturuyor gibi hissediyorum. Bu aslında "Sinema zor iştir" düsturundan gelen bir titizliğin sonucu gibi…
Kimileri bunu çok hızlı becerebileceğini düşünüyor ama ben kısa sürede beceremiyorum ve uzun bir zamana yayılmış oluyor. Eşkıya'daki Andrey Mişkin karakteri için bile Beyaz Ruslar üzerine yaptığım inanılmaz bir araştırma vardır. Burada önemli olan şu: Karakter yaratabilirsin fakat karakteri filmle ilişkilendirmek kolay bir şey değil. Yani Artist Kemal'in bir elçinin oğlu olup da öyle bir otelde olması değil, o otelin içinde Eşkıya'nın hikâyesiyle ilgili belli bağlar kurulduğu an bir anlam taşır.
Muhsin Bey'de Sönmez Yıkılmaz vardır. Madam'ı ikna eden kişidir, "Aman Madam, kiraları yükseltme, perişan oluruz" diyerek. O ikna da bir anlam taşır hikâyenin içinde. Fakat hikâyenin içinde Sönmez Yıkılmaz'ın esas yeri nedir biliyor musunuz? "Bu olsa ne olur, olmasa ne olur?" diye soru soracaksınız. O karakter o hikâyede bana lazım çünkü Muhsin, Ali Nazik'le eve döndüğü zaman "Aman abi, eve girme, burayı polisler sardı!" diyecek biri lazım. Onun bu filmde taşıdığı görev budur: Birisi ana karakteri ikaz edecek, ana karakter de yolunu değiştirecek… Bunu orada bir kere çıkacak bir esnafa da yaptırabilirsin ama düşünüp taşınıp, "Hayır, yan karakter bu işi yapacak ama ben buna bir hayatiyet kazandırmam lazım, yaşayan biri olsun, apartmanın içinde böyle bir adamın varlığı düşünülsün" diyorum. Bu düşünceler birikir birikir ve 'iknacı' karakteri ortaya çıkar. O ikna meselesi insanları çok eğlendirmiştir ama asıl mesele bu değildir. İşte bu ikisini bir araya getirebildiğin zaman o yan karakter bir işe yarar. Kendi alanında kalır ve filmle ilgili bir şey yapmazsa, onun bir anlamı yoktur.
"Gölge Oyunu'nda Şener (Şen) ve Şevket (Altuğ) tek karakterdir. Hikâyenin içinde de ikisi aynı insanın ikiye bölünmüş halleridir."
Hiç 'Yavuz Turgul Filmi' yazmaz afişlerinizde. Aşk Filmlerinin Unutulmaz Yönetmeni'nde 'Bu bir Haşmet Asilkan filmi' vardır. Birkaç yıl önce Uğur Vardan'la röportajınızda da bu konuya dair, Kubrick-Peckinpah üzerinden bir örneğe girişmiştiniz…
İngiliz diline hâkim olanlara sormak lazım o etkiyi yaratıyor mu diye ama bence Türkçe karşılığında pek anlamı olmuyor "Bu bir …. filmidir" ifadesinin. Orada yazıyor zaten 'Reji-Senaryo: Yavuz Turgul' diye. Kimin olacak o film zaten? Bu kendi içinde "Ben ayrıcalıklı biriyim" düşüncesini taşıyor. "Öyle böyle bir film değil ha bu! Yavuz Turgul filmi, ona göre seyret!" Bunu Haşmet Asilkan düşünebilir çünkü hayatı boyunca 'Bir Haşmet Asilkan filmi' yapmaya özenmiş, işte o film, bu film diye giriyor. Belki "Bu bir… filmidir" diyenlere ayıp ettim fakat orada yine bir kendini beğenme hâli seziyorum.
Peki Eşkıya sonrası sinemalara yapılan akınların sebebi neydi? Geçen yıllar, değişen Türkiye derken, eski sinema kültürüne bir özlem mi doğmuştu?
Olabilir, filmin de etkisi var. Ancak bazı sinyaller de ortadaydı. Amerikalı filmi vardı Şerif Gören'in, İstanbul Kanatlarımın Altında 400 bin seyirciye ulaştı. O zaman 400 bin "Offff, olacak iş değil" boyutundaydı. Ben Eşkıya için "120 bin yapar ya da yapmaz" diyordum. Şener, "Yok abi, geçer" demişti. Tümüyle seyircinin film izleme isteğinden ziyade bu ilgiyi Kazablanka veya Avare gibi toplumsal etki yaratan eser olmasına bağlıyorum.
O dönem şöyle denmişti: "Türk sinemasını tekrar sinemalara döndüren film." Katılır mısınız buna?
Evet, katılıyorum. "Bir film nasıl olsa bunu yapacaktı" diye mütevazı olayım biraz. Ama Eşkıya gibi bir filmi yapmak çok zor, herkes yapamaz. Bir, yapabilecek kapasiten vardır ama küçümsediğin için yapmazsın. İki, kapasiten onu yapmaya yetmez. Türkiye'de o kapasitede başka kimse yok demiyorum ama bu filmin değerlenmesi için benim olmam, çocukken o filmlere gidip perdedeki kadınlara âşık olmam gerekiyordu. O karakterler yaşıyormuş gibi hissetmek lazım.
Çocukluk dönemimizin çizgi roman kahramanı Pecos Bill yaralandığında ya da ölmeye yakın olduğunda Gökyüzü Süvarileri onu götürmeye gelirdi. Ben gözyaşları içinde kalırdım, "Pecos Bill ölüyor ve Gökyüzü Süvarileri onu götürecek" diye. Büyük bir telaşın içine düşerdim. Oradaki Gökyüzü Süvarileri ile Eşkıya'daki yıldız arasında müthiş bir ilişki vardır. Oradaki çocuğun içinde hâlâ onlar yaşıyordur. Döner dolaşır eşkıya, gökyüzünde yıldız olur. Bütün bunlarla o film yapılabilir. İnanç duymadığın an, eşkıya gibi bir adamın yaşadığına tüm kalbinle inanmadığın sürece, yapılamaz o film. 'Gibi' olur. Fiziğiyle, kimyasıyla, matematiğiyle çok uğraştım o filmin. Yapılar, kolonlar… Bir de o filmde simya vardır. Oradaki sihir ayrıdır.
Çocukluğunuzdan bir masal geçmiş gibi oraya…
Ben çocukluğumu bir masalın içindeymiş gibi yaşadım. Çok kitap okuyordum, sayfaların içlerine giriyordum. Deliriyum gibi düşünün. Özdeşleşme durumum yüksekti. Tomris Giritlioğlu çekmişti Eşkıya'nın kamera arkasını, orada bir sahne var; bir rol tarif ettikten sonra kamera arkasındayım. Yeşim Salkım hıçkırıyor, ben de hıçkırıyorum. O filmi beğenmeyenlerde bile şu vardı: "Bu filmi sevmedim ama sinemadan çıktığımda ağlıyordum, niye?" Tuhaf bir şeydi. O nedenle öyle kolay yapılacak bir iş değil. Avare'yle de dalga geçerdik ama fırtına gibi yıktı ortalığı; geçti, gitti. Bakın, oradaki Nargis de aşk listemde vardı.
Eşkıya'nın gördüğü ilgiden bahsettiniz. Ama diğer dönüm noktası, Muhsin Bey'de öyle bir durum yok…
Film vizyona girdiğinde eleştirmenler Cannes Film Festivali'ndeydi. Çıkan eleştiriler de ahım şahım değildi. Filme çemkirenlerden biri de kimdi? İbrahim Altınsay. Sonra kader ondan acı bir şekilde intikamını aldı… San Sebastian Film Festivali'nde…
Orada ödül almıştınız değil mi?
Aldım da şöyle bir şey oldu. Akşamüstü Vecdi Sayar geldi, "Çocuklar jüri karar verdi, Muhsin Bey'e ödül yok!" Ben buna çok sevindim. Çünkü uçağa binmeyi hiç sevmem. En son uçağa Muhsin Bey için İspanya'ya giderken bindim, bir daha da binmedim. Şöyle bir düşüncem vardı; ödül alamazsak uçak biletimiz Barcelona'dan, oraya trenle gidelim… "Böylece İspanya'yı görmüş oluruz" diyerek arkadaşları kandırıyorum. Onlar da "Tamam" dediler. Vecdi Sayar da öyle deyince Şener'le sabahın köründe kalktık, tren bileti almaya gittik. Aldık, otele dönerken bir baktık, karşımızda İbrahim Altınsay: "Kutlarım çocuklar, ödül aldınız!" İbrahim müjdeyi veriyor ama benim ağzımdan şu çıkmış: "Hassiktiiiir!" Çünkü ödül alınca uçakla dönmek zorunda kalacağız. Böyle bir şey olabilir mi?
Bir de Antalya Film Festivali'nde Anayurt Oteli destekçilerinin başını İbrahim çekiyordu. Muhsin Bey'e karşı olan taraftaydı. Çok büyük patırtılar çıktı. Oraya Sami Şekeroğlu gitmişti. ATÜT'çü gruptandır o, hatta "Bu filmi Antalya'da harcarlar" demiş. İbrahim'lerle falan büyük kavgalar oluyor ve sonuçlara şöyle yansıyor: "Film: Muhsin Bey. En İyi Yönetmen: Ömer Kavur. En İyi Senaryo: Yavuz Turgul…" Böyle paylaştırıldı ödüller.
Seyirciyle buluşmasına dönersek…
Bir hafta vizyonda kalınca kimse seyredemedi. Videonun yeni patladığı dönemdi, Muhsin Bey de orada patladı. Kopya üstüne kopya... Türk milleti videoda keşfetti Muhsin Bey'i…
Türk sinemasının bugününe dair neler düşünüyorsunuz? Uzun yıllardır belli yönetmenler üzerinden çok konuşuluyor; Nuri Bilge Ceylan, Zeki Demirkubuz… Orada da bir kutuplaşma var. Her yerde, her şeyde olduğu gibi. Ne yönde gidiyoruz? Nasıl görüyorsunuz?
Sevmiyorum öyle "Şu şöyle olmalı, bu böyle olmalı" laflarını... Su akacağı yerden akar gider, yapacak bir şey yoktur. Böyle bir dönem yaşıyoruz. Yaşadığımız dönem kendi sinemacılarını da çıkarıyor fakat maalesef temel bir sorunla karşı karşıyayız. Zihinsel anlamda doğru dürüst şeyler yetişemiyor. Yani yapanları, yazanları, çizenleri, futbol oynayanları, şirket yönetenleri… Hayatın her noktasında böyle yetişmemiş, olmamış bir hal var. Nereye başınızı çevirseniz bir olmamışlık görüyorsunuz. Büyük fedakârlıklarla doğru dürüst bir şey ortaya çıktığı zaman millet deli gibi alkışlıyor. Bir Başkadır gibi. Yani dizi alanında üzerine konuşacağımız işler bu kadar az mı?
Şu dönem yapılan dizilere baktığımız zaman Allah'tan Kore varmış diyorum, Kore olmasa batmıştık biz. İşin daha da acıklı yanı; çok beğenilmiş dizileri alıp burada çekiyorlar ve tutunca da "Biz yaptık" diye seviniyorlar. Siz bir şey yapmadınız ki! Bunun sebebi ne? İçinde bulunduğumuz sistem. Bu çocuklar bu kadar mı kötü yazar? Bence değil. Bu kadar mı Şu etiket benim hiçbir zaman hoşuma gitmedi: Yitip giden değerlerin yönetmeni. Bütün filmlerimi o gözle okudular. Ben böyle damgalanmak istemiyorum ki! yaratıcılıktan yoksunlar? Bence değiller. Ama siz bir hafta içinde 130 sayfalık senaryo çekme mecburiyeti koyarsanız oradan hiçbir şey beklemeyin.
Marcello Mastroianni otobiyografisinde "Latin âşık olarak anılmaktan hep nefret ettim" der. Siz de "Son mohikan filmlerinin unutulmaz yönetmeni" olarak anılma korkusu yaşıyor musunuz?
Buna çok karşıyım işte. Şu etiket benim hiçbir zaman hoşuma gitmedi: Yitip giden değerlerin yönetmeni. Bütün filmlerimi o gözle okudular; Züğürt Ağa'dan Muhsin Bey'e… Gönül Yarası'nı da ite kaka oraya yanaştırmaya çalıştılar. Ben böyle damgalanmak istemiyorum ki! Ben tüm düşünceler üzerinden film yapabilmeliyim. Av Mevsimi bambaşka bir filmdir. Onu 'Bir Yavuz Turgul filmi' olarak görmek istedikleri için "Abi, başında anladım zaten o adamın katil olduğunu" dediler. Ben zaten saklamadım ki kimseden... Ben orada polisiye içinde bir kadın hikâyesi yazdım, üç erkeğin oynadığı bir kadın hikâyesi. Yitip giden değerlerle ilgili bir film değildir. Ondan sonraki filmim de o tür bir eser değildir. Kısacası bu konuşmadan çıkan ana fikir şu: Yavuz Turgul da hep aynı filmleri yapan adam olarak anılmak istemiyor.
Ama benim korkmam bir şey değiştirmiyor. Anacaklarsa öyle anacaklar ya da başka bir şey yapıştıracaklar. Ya da belki de yaşamım nereye kadar elverirse orada yapmış olduğum hikâyeler bunun değişmesine katkıda bulunacak. Bir yandan da umrumda değil çünkü şöyle düşünüyorum: Ben Muhsin Bey'i yaptığım zaman kimse yoktu ortada. Züğürt Ağa'da da kimse yoktu. Tabii ki Nesli Çölgeçen yönetmendi ama oluşmasında rol oynayanlardan biri benim… Bu nedenden dolayı kötü film yapabilirim. Ama o zaman da diyecekler ki "Bu başka bir şey, başka bir tarafını gördük Yavuz Turgul'un." Çünkü her şey değişiyor, gelişiyor. Sen aynı lafı durmadan tekrarlarsan lafın doğru da olsa insanlar sıkılır ya da "Söyleyecek başka bir lafın var mı?" diye sorarlar ya. Ben, var olduğunu düşünüyorum.
"Yok ya, zaten pek bir işe yaramıyordu" da diyebilirler ya da "Biz onu zamanında anlayamadık. Bak şu filmde şu varmış" diye yorum da yapabilirler. Bir internet sitesinde film karakterlerim üzerine yapılan, üç sayılık bir araştırma yayımlanmıştı. Yazanı da sitenin adını da hatırlamıyorum ama gelişim ve farklılaşmaya doğru giden bir yolu izlemekte olduğumun görülmesi beni mutlu etmişti.
Son olarak şunu tekrar edeceğim: Ozu'nun mezar taşını unutmayın. Bu hepimiz için geçerli, hiçlikten geldik, hiçliğe doğru gidiyoruz. Bizden sonra ne olacağını bilmiyoruz. Bu iş devam edecek, 2022'ye kadar sürer diye düşünüyorum. Bizim Türkiye'deki sorunlarımız… Yani 2021 sonu olmayacak bu işin. 2022'den sonra yaşam bize yüz verirse ve film yapacak durumumuz olursa ne âlâ. Yoksa bunlarla yetineceksiniz, ne yapalım...