İz

12 dk

Martina Navratilova, süper yıldız kavramının henüz var olmadığı bir zamanın süper yıldızıydı. Açtığı yoldan başka kuşaklar yürüdü.

Bazı insanlar vardır ki haklarında bir şeyler yazmak zordur. O kadar fazla şey başarmış, bir ömre o kadar çok şey sığdırmışlardır ki nereden başlayacağınızı bilemezsiniz. Hakkıyla anlatamamaktan, bir şeyleri atlamaktan korkarsınız. Kaleminizin mürekkebi içeride kurur âdeta. İşte Martina Navratilova da bu tanıma uyanlardan. Devasa tenis kariyeri ve sıradışı hayat öyküsüyle, bunlar yetmezmiş gibi bir de üstüne spordaki en üst perde aktivistlerden biri olmasıyla, tahrir ve tasvire niyetlenenin gözünü korkuttuğu doğru. Ancak onun değerli mirasının bir şekilde anlatılmaya devam etmesi de lazım.

Martina Navratilova, 1956 yılında Çekoslovakya'nın başkenti Prag'da dünyaya geldi. Ancak doğum kartında yazan isim, daha sonra tenis almanağına damga vuracak olandan farklıydı: Martina Şubertova. Babası ve annesi o üç yaşındayken boşanıp annesi, Miroslav Navratil ile evlenince küçük kızın hem soyadı hem de hayatı değişecekti. Zira Navratil, Martina'yı oyunla tanıştırdı ve onun ilk koçu oldu. Aslında öz babası ve annesi kayak eğitmenleriydi. Kimbilir, belki de evde işler biraz daha yolunda gitseydi, Martina Şubertova olimpik bir kayak sporcusu olup beyazların içine Alp Dağları'nda girecekti, Wimbledon'da değil.

Yedi yaşında raket elinden düşmez oldu ve sürekli duvara karşı antrenman yapmaya başladı. 15 yaşında Çekoslovakya'da ulusal şampiyon oldu. Profesyonelliğe ise 1975'te adım attı. Bu, belki de dönüm noktasıydı. Henüz turda acemiliğini yaparken Avustralya Açık ve Fransa Açık'ta final görmeyi başardı. Ancak başarı mutluluk değil, sıkıntılar getirdi beraberinde. Paris'te komünist olmayan ülkelerden gelen oyuncularla beraber otelde kaldığı ve ABD'li arkadaşlar edindiği için parti ileri gelenlerini ve tenis federasyonunun komünist başkanı Antonin Bolardt'ı kızdırmıştı. Zaten bir süredir ABD'de çok fazla zaman geçiriyordu. Oyuncuyu disipline etmek adına seyahat kısıtlaması da dahil bir dizi önlem gündeme geldi.

Bir tenis oyuncusu için bu tür yaptırımları kabullenmek mümkün değildi elbette. Hele de o zamanlar, Birleşik Devletler'e girişle ilgili herhangi bir yasak, kariyerin başlamadan bitmesi anlamına geliyordu. Çekoslovaklar, Martina'nın kafasında ülkeden kaçma isteği olduğunun bir süredir farkındaydılar. Kendisine ve ailesine tehditler gelmeye başlamıştı. Bir karar vermesi gerekiyordu. Doğduğu, büyüdüğü topraklara bir daha dönememe, ailesinden ayrılma pahasına o zor kararı en sonunda verdi. Zaten daha fazla süresi de kalmamış gibiydi. Tecrit edilmesi an meselesiydi. Bundan sonrası biraz Naim Süleymanoğlu'nun Avustralya'da başlayan kaçış hikâyesine benziyor. Amerika Açık'ta kaybettiği yarı final sonrasında New York'taki göçmen bürosuna giderek tabiiyet değiştirme isteğini belirtti Martina. Sam Amca, başarı merdivenlerini hızla tırmanan bu genç yıldız adayını kaçırır mıydı hiç? Bu, aynı zamanda devrin en büyük gerçeği olan Soğuk Savaş'ta, ABD'nin 'Demir Perde'ye karşı kazandığı politik ve sosyal bir zafer olacaktı. Malum bürokrasi, bu tür durumlarda gerçekten çok hızlı işleyebiliyor. Sadece bir ay içinde Navratilova'ya süresiz oturma ve çalışma izni verildi. Bu Yeşil Kart, tarihin çarklarının dönmesi adına bir yeşil ışıktı.

Ayağına vurulmaya çalışılan prangadan kurtulduktan sonra zirveye doğru nefes kesen bir yolculuk başladı. İlk Grand Slam şampiyonluğunu 1978 Wimbledon'da, finalde Chris Evert'ı yenerek kazandı ve kariyerinde ilk kez 1 numaraya yerleşti. 1975 Roland Garros Finali'nde start alan Evert-Navratilova rekabeti ise iyiden iyiye bir derbiye dönüşüyordu. 1979 Wimbledon Finali'nde yine karşı karşıya geldiler. Galip gelen bir kez daha Martina oldu. Artık hiç şüphe yoktu, yeni onyıla girilirken kadınlar tenisinin tepesinde muazzam bir yarış vardı.

1980'lerin dünya için sosyo-kültürel bakımdan ne manaya geldiğini fazlaca anlatmaya gerek yok. Soğuk Savaş eksenindeki dengenin ABD ve serbest piyasa lehine bozulmaya başladığı, kapitalizm ve tüketimin yavaş yavaş muzaffer olmaya ilerlediği süreç boyunca spor ve medya da hızlı dönüşümden nasibini aldı. Bir başka deyişle ABD kuralları her mecrada hükümdarlık kurdu. 'Fast food' ve daha pek çok şeyle birlikte kendi sevdikleri, iyi oynadıkları sporların da ihracına başladılar. Michael Jordan ve NBA bu nosyonu anlamak için aslında gayet yeterli. Ancak dönüşüm bunlarla sınırlı kalmadı. Tenis de emtia borsasındaki değerini giderek artırdı. Zira her zaman 'sattıran' zıt kutuplu çekişmeleri en saf şekilde içinde barındırıyordu. Erkeklerde taşıyıcı kiriş bir olacak olan Borg-McEnroe rekabetinin bir tarafı ABD'liydi ve bu harikaydı. Ancak kadınlardaki rekabette iki taraf da ABD'liydi ve bu daha da harikaydı.

Tıpkı Borg-McEnroe gibi Navratilova-Evert kader ortaklığı da bünyesindeki farklılıklardan teşekkül etmişti. Chris Evert, alımlı ve çekiciydi. Korttaki görüntüsüne ve ne giydiğine önem veriyordu. Fort Lauderdale gibi zengin ve kültürlü bir sahil şehrinden gelmekteydi. Ailesi koyu cumhuriyetçiydi. Bir başka yıldız Jimmy Connors'la yaşadığı çalkantılı aşkla magazin sayfalarını meşgul ediyordu. Navratilova atletik yapılıydı. Modanın hayattaki en son dertlerden olduğu soğuk bir Doğu Avrupa ülkesinde büyümüştü. 1981 yılında, yani tam olarak ABD vatandaşlığı kazandığında biseksüel olduğunu açıkladı. Bu andan sonra aktivist kimliği giderek büyüdü.

Saha içinde de Evert ve Navratilova alabildiğine farklı ekolleri temsil ediyordu. Navratilova solaktı. Tüm zamanlarda servis voleyi belki de en iyi icra eden kadındı. Tek el backhand vuruyordu ve çim kortları ablukaya aldı. Evert ise sağ elliydi ve daha ziyade geri çizgi oyununu benimsemişti. Backhand kanadında çift el kullanıyordu ve onun meskeni, bu özelliklerine paralel olarak toprak kortlar oldu. FedererNadal'ı tenisin tarihteki en büyük kamplaşması olarak önümüze sunan kompozisyonun kadınlar tenisindeki karşılığını aramaya çıkan biri cevabı burada bulacaktır. Bilmukabil, FEDAL'ın postmodern çağda tenise yaptığı etkinin izotopu da 1980'lerin ilk yarısında NAVRATILEVERT başlığında temayüz edecekti. 1975'ten 1987'ye kadar, yani tam 12 sene 23 hafta hariç ilk iki sırayı kimselere bırakmadılar. 1981 Avustralya Açık ve 1985 Wimbledon arasında oynanan üst üste 15 slam'i onlardan başkası kazanmadı. Hiç kuşku yok ki Evert'ın varlığı Martina'yı çok daha yüksek bir seviyeye taşıdı. Zamanla, bu mücadelede hâkim taraf olmayı da başardı ve Evert'ı 14 slam finalinin 10'unda yenerek tartışmasız biçimde zirvenin sahibi oldu.

1986'dan sonra Evert'ın tedricen sahneden çekilmesi sonrası Navratilova'nın tahtı için yeni jenerasyondan iddia sahipleri ortaya çıkmaya başladı. Onlardan en sivrileniyse elbette Steffi Graf'tı. Bu genç Alman ile ilk majör finallerini 1987'de Fransa Açık'ta oynadılar. 18'lik Steffi bu ilk randevuyu kazanınca kaçınılmaz devir teslim töreninin kimle yapılacağı da ortaya çıktı. O sene daha sonraki iki slam olan Wimbledon ve Amerika Açık finallerinde Navratilova rövanşı alsa da değişim rüzgârları bir kez başlamıştı artık. İkilinin daha sonraki üç Grand Slam Finali, 'Miss Forehand'in istediği gibi bitti.

Navratilova, Evert ile beraber temellerini attığı tenisteki büyük patlamanın sonuçlarını ilk elden tecrübe ediyordu belki de. Onlar sayesinde çok daha fazla yetenekli kız, dünyanın her yerinden sarı topun peşine takılmaya başlamıştı. Herkes o muhteşem maçlarını izlemiş, onlar gibi rock yıldızı olup büyük paralar kazanmanın hayalini kurar olmuştu. Öyle ya, artık teniste para vardı. Hem de fazlasıyla. Navratilova'nın mirası 1990'lara gelinirken o kadar bariz şekilde kendini hissettirdi ki belki de tarihin en iyi kadınlar turu seviyesi filizlendi topraktan. Graf ile beraber Seles, Sabatini, Novotna, Pierce, Arantxa, Conchita gibi cevherler eşi görülmemiş bir imeceye imza atacaktı müteakip dönemde.

Martina son Grand Slam'ini 1990 Wimbledon'da kazanıp dokuz ile rekor kırdığında aynı zamanda üç farklı onyılda büyük kupa alarak özgeçmişine bir başka değer daha kattı. 1990'ların ortalarına kadar rekabetçi kalsa ve 1994 Wimbledon'da bir kez daha final görse de esas icraatını çok daha evvelden -hem de kusursuz şekilde- 1980'lerde tamamladığını söylemek mümkün. 1982 sezonunda oynadığı 93 maçın 90'ını kazanarak 15 kupa alması, ertesi yıl 87'de 86 yapması ve üst üste kazandığı 6 Grand Slam, bir ikon olarak tarihe kazınmasını beraberinde getirdi. O bir anlamda süper yıldız kavramının henüz var olmadığı bir zamanın süper yıldızıydı. Kariyeri boyunca müthiş tekler performansının yanında çiftler serüveninden de asla ödün vermedi. Hem tekler hem çiftler hem de karışık çiftlerde Grand Slam yaparak Margaret Court ile beraber bunu başaran tek oyuncu unvanına erişti. 18'i slam 167 tekler ve 31'i slam 177 çiftler şampiyonluğu sayılarıyla bugün hâlâ iki rekoru da açık farkla elinde bulunduruyor. İnanılmaz sportif başarılarının yanında, sözünü sakınmayan politik duruşu, LGBTİ+ hakları için gösterdiği mücadele ve tenisin evrimi için açtığı yolla bıraktığı iz, belki de diğer raket üstadlarından daha baskın ve hâlâ çok geçerli.

Martina Navratilova 2008 yılında, asla unutmadığı topraklara geri döndü. Kendisine ve hatta kimseye ne yapması, nasıl davranması gerektiğini söyleyen bir rejim yoktu artık. Çekoslovakya da yoktu. Çek Cumhuriyeti, tıpkı 1970'lerde Martina'nın düşlediği gibi özgür bir ülkeydi. Hatta kendi ifadesiyle, "George Bush'u seçen ABD'den" çok daha özgür ve demokrat bir ülke. Otuz yıl önce vazgeçmek zorunda kaldığı pasaportunu gururla geri aldı. Kaynaklar son büyük zaferini 2006 Amerika Açık'ta, Bob Bryan ile kazandığını yazıyor olabilir. Ve fakat 2008 Prag'daki eve dönüş, Fotoğraf bana daha doğruymuş gibi geliyor.

Socrates Dergi