
Janti
15 dk
Kadırga'da yetişen Necmi Mutlu'nun yolu Beşiktaş'a kadar uzandı. Önce kaleci olarak şampiyonluklara katkı verdi sonra da teknik ekipte yer alarak. Beşiktaş'ın simge isimlerinden Mutlu ile o günleri konuştuk…
Necmi Mutlu ve Şükrü Ersoy… Arşivdeki fotoğraflara baktığınızda eski futbol sahalarının azizliğine uğrayan futbolcuları görürsünüz. Yırtık formalar, çamurlanmış suratlar, parçalanmaya yakın ayakkabılar… Özellikle kaleciler daha da şanssızdır. Ama bu iki kaleci, ne kadar şiddetli saha şartlarına maruz kalırlarsa kalsınlar, taranmış saçları ve afili bakışlarıyla bir futbolcudan çok aktörü anımsatırlar. Şükrü Ersoy'la daha önce iki kez röportaj yapmıştım. Şimdi sıra bir diğer 'janti' abimiz Necmi Mutlu'da… Takım elbisesi ve taranmış saçlarıyla yavaş yavaş karşıdan geliyor…
Aslında santrfordum. Bence kaleciliğimden daha iyiydi santrforluğum. Sonra ayağım kırılınca bıraktım. Şimdi park yapıldı, Kadırga Sahası vardı. Okuldan çıkar, hemen o meydanda top oynamaya başlardık. Çengel Hüseyin, Vefalı Garbis, Büyük Mehmet… Hepsi oradan çıktı… Oradan sonra Cinci Sahası'na geçildi… O mahalle sahalarının önemli bir rolü vardı aslında. Mahalli Lig üç ayda biter, yazlık turnuvalar başlardı. O turnuvalarda büyük takımların oyuncuları gelir, onlar da mahalle takımlarında oynardı. Biz de genç takımdayken filan o büyük oyuncularla aynı sahayı paylaşırdık. Bu çok önemli bir şeydi. Onlarla oynamaya başladığımda çok gençtim. Semt semt gezer, maçlara giderdik. Kadırga boşalırdı; kadınlar, çocuklar, yemekler… Piknik gibi mahalle maçına gidilir. Kınalıada'ya gidersin; Lefterler, Kasapoğlular… Beykoz takımına transferim de bu maçlardan birinde oldu zaten. Yöneticiler beni izlemiş, beğenmiş.
Beykoz iyi takımdı. Abdullah Matay, Fahrettin Cansever… Hep çok iyi oyuncular. Ligi dördüncü bitirdik hatta bir sezonda, Beşiktaş'ı arkamıza almıştık. Kulüpte 'Kelle' İbrahim vardı, Allah rahmet eylesin. İlginç bir adamdı. Her yerde bir vazifesi, her yerde kolu vardı. Meşhur efsaneleri vardı işte; milli takımla olimpiyata gitmiş, kafasında bilmem kaç saat top sektirmiş filan. İlginç bir adamdı cidden. İnönü'de çıkış tüneli vardı, Beykoz maçlarında orada otururdu, resmi bir görevi olmasa da… Şimdi oturtmazlar orada…
Beşiktaş ya da Karagümrük'e transferim söz konusuydu. Babam da hiç karışmaz aslında bana ama Karagümrüklü arkadaşlar doldurmuş... Çağırdı beni, "Ne oldu senin transfer işi?" diye sordu. Sonra da "Karagümrük'e git" dedi. Ben "Ne yapacağım Karagümrük'te?" cevabını verince "Ya Karagümrük'e gidersin ya da bu evden gidersin" dedi. Ben de topladım çantamı çıktım evden. Arkadaşların yanına gittim. Ertesi gün de Beykoz'la Moda'daki Rainbow Oteli'nde kampa gireceğiz. Gittim ama canım sıkkın. Rahmetli Ekerbiçer geldi: "Ne bu hâl?" Biraz anlattım. O arada Beykoz Kundura Fabrikası Müdürü Cevat Talay bizi gördü. Adnan Menderes'in sağ koluydu. Başkan değildi ama takımla o ilgilenirdi. Bizimkiler ona anlatmış durumu. Beni yanına çağırdı, cüzdanını çıkardı ve oradan üç tane mor binliği bana verdi. O dönem büyük para. "Al bunları, git Hilton'da kal" dedi. Hilton'un da geceliği yanılmıyorsam 250 liraydı. "Almam" dedim ama verdi zorla. Sonra semte gittim, babam çıktı karşıma "Gel eve, boş ver Karagümrük'ü" dedi. Ben de Beşiktaş'a gittim.
Bir Çocuk: Cruyff
Beşiktaş'a gittiğimde Varol (Ürkmez) vardı kalede. O dönem Türkiye'nin en iyi kalecisiydi. Hatta temel yeteneklerine baktığında gelmiş geçmiş en iyi Türk kalecilerden biridir bana göre. Ondan devraldım kaleyi ve 36 maç oynadım ilk sezonumda. Böyle olunca Varol da Altay'a gitti. Sonra Özcan Arkoç geldi, onunla mücadele içerisine girdim. O da yurtdışına transfer oldu. En son da Sabri (Dino) geldi. O da dört yıl yedeğim olarak bekledi. Milli takımda da Turgay (Şeren) ile rekabet hâlindeydim. Baksana, hepsi de çok büyük isimler… Ringe çıkmış iki boksör gibisin; ya sen onu yıkacaksın ya o seni yıkacak ve formayı alacak…
İhtilal olmuş, Demokrat Partililerin hepsi görevlerinden uzaklaştırılmıştı. Ankara'ya maça gittik Beşiktaş'la… Vardık otele, çıktım yukarı, bir telefon, "Aşağıda misafirin var." İndim aşağıya, bir baktım Cevat Talay. Zayıflamış, çökmüş… "Necmi, bir arkadaşımla maça gideceğim, bilet rica edecektim" dedi. Saim Abi vardı, ona gittim, "Abi, bana en iyi yerden dört bilet" dedim. En iyi zamanlarım, nazım geçiyor… Biraz kem küm etse de aldım biletleri, müdüre verdim. Ne olursa olsun, bende emeği vardı adamın.
Beşiktaş'ta Ljubisa Spajic'le iki şampiyonluk yaşadık. Çalıştığım en iyi antrenördür. Balkan Şampiyonası'nda Arnavut takımı Tiran'la oynuyoruz… Adamlar tekme tokat oynuyor, bir de gol attılar. Yugoslavlarla Arnavutlar da kavgalı biliyorsun… Bir girdi Spajic devre arasında soyunma odasına, "Tüh be size, siz Türk müsünüz, sizde kan yok!" diye bağırıyor… Devam ediyor sonra: "Bunlardan hem dayak yediniz, hem de gol." İkinci yarı bir çıktık, tribünler de başladı "Vurun, vurun!" demeye… Sonra rövanşa gittik, Bükreş'ten Tiran'a geçeceğiz… Bükreş'e gittik ama Spajic oradan Arnavutluk'a gelmedi, "Beni öldürürler orada" dedi.
Şampiyon Kulüpler Kupası'nda Ajax'la karşılaştık. Spajic maçtan önce "Bakın, bir çocuk oynayacak bugün. İyi izleyin" dedi. Cruyff'tu o çocuk. Acayip bir yetenekti. Piet Keizer de müthiş oyuncuydu. Onunla iki kez de ordu milli maçında oynadık karşılıklı. Ajax'la oynuyoruz, bir frikik oldu… İri yarı bir adam zaten, sol ayağı da müthiş. Frikikte topa bir vurdu, top direkt üzerime geldi ama çok sert geliyor. Tam çenemin altında tuttum topu ama o kadar ağrıdı ki çenem… Neredeyse kırıyordu bir vuruşla. Yaşlıydı ama biraz. Sonra Cruyff çıktı onların takımdan… O maçta çok iyi oynadım, farktan kurtardım takımı belki ama Keizer'in bir şutundaki hatam nedeniyle hep o an konuşuldu.
Rüçhan Adlı, Galatasaray Kulübü içinde sözü geçen bir adamdı. Bir gün beni arabasıyla aldı ve dolaşmaya başladık. Meşhur bir Cadillac'ı vardı... Turgay'ın yerine kaleci arıyorlardı ama benim de hiç niyetim yok gitmeye, Beşiktaş'ta bir numarayım, keyfim de yerinde… Bir baktım Akaretler'e doğru gidiyoruz, "Dur ya," dedim "Buradan gitme, gören olur." Anladı o işin olmayacağını.
Fenerbahçe, Şenol ile Birol'u aldığı dönemde bana da teklif getirdi. Müslüm Bağcılar vardı, yönetici… O konuşmuştu benimle ama kabul etmedim. Hatta bana önerilen paranın daha da azına Beşiktaş'ta kaldım. Çünkü Beşiktaş'ta rahattım. Fenerbahçe paralı kulüptür, en ufak bir hatandan sonra senin yerine birilerini düşünmeye başlarlar. Lefter gibi, Can gibi büyük yetenek olacaksın da senelerce oynayacaksın… Ama Beşiktaş, oyuncusunu kolay kolay silmez. Şenol ve Birol, bizim takımın yıldızlarıydı ama ne oldu Fenerbahçe'ye gidince? İki senede bitti herifler… Şenol, Karşıyaka'ya gitti sonra, bir Beşiktaş-Karşıyaka maçında karşılıklı oynadık onunla. O maçta yanıma gelip, "Nereden bu Beşiktaş'ı bıraktım ben…" dedi.
Yusuf ve Sanlı, Beşiktaş için büyük şans oldu Şenol ve Birol gidince. Onların genç takımdaki antrenörleri de Ali İhsan (Karayiğit) Abi idi. Bizim Şeref Stadı'ndaki soyunma odasının orada balkon gibi bir bölme vardı, havuzu görüyorduk oradan. Bir gün antrenmana çıkacağız, yarım saat kalmış, orada oturmuşuz sohbet ediyoruz. Havuzun içinde de genç takımın oyuncuları top oynuyorlar. Bir tanesinin elinde simit; simitten bir ısırık alıyor bir arkadaşına çalım atıyor, bir ısırık daha sonra yine bir çalım… Herkesi kafa kafaya vurduruyor. Sonra adını öğrendik, Yusuf Tunaoğlu… Sanlı ile birlikte İmam Hayati'nin elinde, daha çocukken yetişmişler…
A Takım'a ilk yükseldiklerinde soyunma odasına geldiler. Sanlı'ya baktım, yerinde duramıyor. "Ayakkabılar nerede, formalar nerede?" diye oradan oraya koşuşturuyor. Yusuf'a bir baktım, umurunda bile değil… Bu da kariyer özeti gibiydi aslında ikisinin. Sanlı çok çalışkandı ama Yusuf'un tekniği de hakikaten muazzamdı. Hakkını vermedi o yeteneğin.
Bir maç öncesi Ali Sami Yen'in orada bir otelde kampa girdik. Bir baktım, bar kısmında Cevat Talay… Ankara'daki karşılaşmamızın üzerinden yıllar geçmiş, eski formunu bulmuş. Biraz sohbet ettikten sonra şöyle dedi: "Bak, yandaki binada oturuyorum, üçüncü katta. İstediğin zaman gel, kapıyı çal, gir içeri. Ev senin." O Ankara'daki olayı unutmamıştı.
Herberger Farkı
1961'de Dünya Kupası eleme maçı için Norveç'e gittik, Metin (Oktay) attı, 1-0 kazandık. Dönüşte Almanya'ya, Hannover'e geçtik… Dağın başında bir kamp yerindeyiz, 45 kilometre yol tepiyoruz üst baş almak için. Bir adam geldi, orada bir spor mağazası varmış, bize ayakkabı hediye etmek istiyor. Mağazaya girdik, dev gibi bir yer. Reyonlardan çekiyor kramponları, tek tek gösteriyor. Sonra adam söylenmeye başladı… Askeri yönetim vardı Türkiye'de, federasyon başkanı da kurmay albay Muhterem Özyurt. Tercüman çocuğa "Ne diyor bu adam?" diye sordu Muhterem Bey. Meğer adam bizi şikâyet ediyormuş, "Hepsi ikişer çift alıyor" diye. Kızdı tabii başkan, "Bırakın ya ayakkabıları, çıkıyoruz!" dedi. Attık kutuları, çıktık gittik. Bu olay bizden sonra büyümüş ve bizim kampı yakından takip eden Almanya Milli Takımı Antrenörü Sepp Herberger'in kulağına kadar gitmiş. Adam sadece milli takımı çalıştırmıyor, aynı zamanda federasyonun başantrenörü olarak bütün bu olaylarla ilgileniyordu, Türkleri de çok severdi. Adamın bize hırsız muamelesi yaptığını duyunca direkt Adidas'ın merkezini aramış ve mağazanın lisansını iptal etmeleri gerektiğini söylemiş. Birkaç gün sonra kampa bir gittik, mağazanın sahibi orada… Muhterem Bey, oradan kovdu adamı. Araya insanlar girdi, Herberger arandı ve adam bizden onlarca kez özür dileyip bir ton ayakkabı getirdi. Bir sonraki maçımız Sovyetler Birliği'ne karşıydı. Takımdan hiç kimse o ayakkabıları giymedi, Lefter filan hep eski Dinyakos'ları giydi. Ama ben o Adidas kramponlar ile çıktım…
Sinekkaydı
Popüler olduğum dönemler… Necati Karakaya sporla çok iç içeydi, bir yandan da reklam şirketi vardı. Bana geldi, "Gibbs reklamı yapacağız, ne dersin?" dedi. Mukavele imzaladık. Gittim reklamın çekileceği stüdyoya, köpük getirdiler sonra başka bir köpük, başka bir köpük daha… Reklam çok beğenildi, öbür sene yine Gibbs reklamlarında yer aldım. Zaten sadece fotoğraf vardı işin içinde, film yoktu çok şükür. Futbolcu olduğumuz için devamlı fotoğraf çektirmeye alışmıştık… Hayat Mecmuası'na da çıkardım. Metin, Turgay, Can, Lefter ve ben çıktık o mecmuada… Bir gün Kadırga'da oturuyorum, Hayat Mecmuası'ndan bir arkadaş geldi, "Fotoğraf çekelim" dedi, beni stada götürmek istiyor. "Gidemem stada" dedim. Üstümde de üç düğmeli bir uzun kollu… Kadırga'da çektik sonra… Yıllar sonra sahafları gezerken buldum o Hayat Mecmuası'nı…
Herberger devamlı yanımızdaydı. O kampta bir hazırlık maçı yapıyoruz… Türkiye 11'i, o bölgenin kasaba takımına karşı. Ama adamların kalecisi yok. İlk devre ben, ikinci yarı da Turgay kaleye geçecek diye anlaştık. Maç başladı, ben de çok iyi oynuyorum… Herberger de yukarıda, gazetecilerle ve kurmaylarıyla maçı izliyor. Ben birkaç iyi kurtarış yapınca kurmaylarına dönmüş, "Bu kasabanın kalecisini hiçbir gözlemci izlemedi mi? Bu adam birçok takımda oynar" demiş. Sonra bizim Türk gazeteci abilerimiz söylemişler benim Türk Milli Takımı'nın yedek kalecisi olduğumu. Oradan birkaç takım transfer teklifinde bulundu ama kabul etmedim. Pişman oldum sonra tabii…
Otelden çıkacağız, muhasebeden cevap bekliyoruz, harcamalarımız sonunda ne kadar para ödeyeceğimize dair. Herberger de bizi uğurlamak için geldi… Niye beklediğimizi sormuş. "Ne parası, siz misafirsiniz. Biz Türkiye'ye geldiğimizde siz de bizi misafir edersiniz" dedi. Adam, İkinci Dünya Savaşı'ndan sonra ülkeyi dünya şampiyonu yapmış, kolay mı! Çok seviyorlardı onu. Helmut Schön filan onun yanında çırak gibi geziyordu o zamanlar. Kaleciliği sevmediğimi hep söylemişimdir. Çok rizikolu bir iş. Adam dünyaları kaçırır ama siz bir tane yersiniz, tek suçlu olursunuz. Gol kaçıran adam bu esnada bir gol atar ve kahraman olur ama sen onlarca topu kurtarsan da o yediğin gol akıllardan çıkmaz. O yükün altında ezilirsin. 15 sene oynadım ama zar zor oynadım, istemeyerek.
Bambaşka Bir Adam
Futbolu bıraktıktan sonra İngiltere'ye antrenörlük kursuna gittim, Crystal Palace ile çalıştım. Orada kalmamı istediler ama yeni evlenmiştim, kabul etmedim. O da Almanya meselesi gibi bir pişmanlık benim için…
1971 yılında Gündüz Kılıç, Beşiktaş'ın başına geçince onun yardımcısı oldum. Gündüz Abi, Mehmet Üstünkaya döneminde 100 bin liraya imza atmıştı. O paranın 35 bin lirasını eşi Melahat Hanım'a verdi, kalanını cebine koydu. Şeref Stadı'nda amigoların toplandığı, yemek yediği bir yer vardı. Ya oradayız ya da Akıntı Burnu tarafında… Istakoz falan yiyoruz devamlı. O 65 bin lirayı böyle bitirdi. Sonra bir zarf geldi, Milliyet'te yazı yazıyordu sanırım o dönemde, o yazıların parasıymış bozukluklar falan var zarfta… Artık simit yemeye başladık biz de, simide düştük…
Bambaşka bir adamdı Gündüz Kılıç. Bir telefon eder: "Haydi gel, oyuncuları kontrol edelim." Çıkarız, Taksim'de Ankara Pazarı vardı, Erdoğan Demirören'in… Oraya gideriz… Peynir, zeytin, balık, tereyağı… O gün dört oyuncuya mı gidilecek, dört koli hazırlarız birlikte. Evlere gideriz, hem kontrolünü yapar hem de kahvaltılık, yemeklik hediyeler götürürdük. Normalde topçular sevmez bu kontrolleri ama adam onu da güzel hâle getiriyordu. Bu sefer futbolcular, "Necmi Abi, Gündüz Hoca her gün gelsin" demeye başladılar.
Gündüz Abi, Şeref Stadı'nda büyük yenilikler yaptı. E bir de yaptırdığı formalardan da konuşmak lazım. Seyirciler kendi aralarında "Bu hafta hangi formayı giyeceğiz acaba?" diye konuşmaya başlamıştı. Ondan önce forma bulamazdık ama adam, her maça özel forma yaptırmaya başladı neredeyse. Çevresi çok genişti; babası Atatürk'ün yaveri, İngiltere'de, İspanya'da yaşayan ahbaplarından kataloglar getirttirirdi. Gündüz Abi ile oturur, oradan formalar beğenir ve sonra da Çamlıca spor mağazasına siparişimizi verirdik, onlar da formaları yapardı. Para, Gündüz Abi'nin cebinden çıkardı tabii…
Necip Usta'nın Mantısı
Gündüz Abi dönemi… Şükrü Gülesin de Milliyet'te yazıyor, Tarabya Oteli'ndeki kamp esnasında geldi yanıma "Gündüz Kılıç'ın maç konuşmasını dinlemek istiyorum. Bir söyle bakalım, beni sokar mı toplantıya?" dedi. Gittim, Gündüz Abi'ye sordum. O da "Bunlar Beşiktaş'ın temel direği adamlar, tabii ki gelsin" dedi. Şükrü Abi'yi çağırmak için dışarı çıktım ama yok! Oraya bakıyorum, buraya bakıyorum… Yok adam! Garsonu gördüm, ona sordum… Necip Usta vardı, otelin başaşçısı, çok meşhur… Bunlar bir masa kurmuşlar; fırında mantı, tatlı, ne ararsan…
— Şükrü Abi, seni toplantıya bekliyoruz.
— Boşver şimdi toplantıyı, Necip Usta'nın meşhur mantısını yiyoruz şurada.
Sonra Abdullah Gegiç'le de çalıştık. Çok çok iyi hocaydı, tartışılmaz. İki eksiği vardı: Disiplini sağlamada sorunlar yaşıyordu ve maddi duruma çok kafa takıyordu. Ama hakikaten çok iyi hocaydı. Beşiktaş'ın kötü dönemiydi, Eskişehir deplasmanına gittik. Eskişehir de Gegiç'in kurduğu takım, ligin en güçlü takımlarından… "Bu maçı 0-0 bitiririz" dedi ama hiç inanmadım. En az üç-dört gol yeriz diye düşünüyorum. Ama hakikaten öyle bir taktisyenlik gösterdi ki 0-0'a bağladı maçı. Avrupa'da final oynamış adam, az hoca değildi. Ama işte şartlar uygun değildi. Maddi sıkıntılar, kadro yapısı…
Gordon Milne döneminde de altı buçuk sene kaleci antrenörüydüm. Bir sezon Ajax'la eşleştik ve Hollanda'ya gittik. Hollanda basını benim 1966'daki performansımı unutmamış ki gazetelerde hep benim fotoğraflarım ve o günkü maçla ilgili yazılar vardı.
Gündüz Abi'nin yeri ayrıdır tabii ama Gordon da harika bir insandır. Çok değerli bir adam. Bir de Gündüz Abi'nin dönemine göre Gordon'un takımındaki oyuncular daha profesyoneldi. Biraz Metin'le (Tekin) sorun yaşadı Gordon, onun dışında kimseyle problemi de olmadı. Ama onların arasının açıldığı ilk olayda Gordon tepki bile vermedi. Yanlış hatırlamıyorsam Gordon'un ilk yılıydı. Mukavele imzaladı, Londra'ya gitti. Biz de Abant'a gittik ve Gordon'u orada bekledik. Sonra da Bartın'a geçilecekti. Gordon birkaç gün sonra geldi. Bu esnada da Metin, ayağının sakat olduğunu söyleyip İstanbul'a dönmek istedi. Kulüp doktorumuz da "Sorun yok, tedavisini burada yaparız" dedi ama Metin diretti. Öyle olunca Gordon da "Yollayın gitsin o zaman" dedi. Bartın'a doğru otobüs bir çıktı yola, önümüzde konvoy oluşturmuşlar, arabaların içindeki herkes "Metin, Metin!" diye bağırıyor. Ama Gordon haklıydı, kafan orada değilse fayda sağlayamazsın.
Rıza da tam tersidir Metin'in. Çok kez fedakârlıklarına şahit oldum. Hatta bir keresinde dizi çok şişti. Ama "Oynayacağım" dedi ve çıktı oynadı. Normal bir futbolcu o dizle çok uzun bir sakatlık dönemi geçirir ama Rıza çıkar oynar… Çok hırslı, çok başka bir çocuktur. Rıza, hayatı boyunca kazandığı her şeyi hak etmiştir.
Bir dönem ticarete filan girdik ama tekrar futbola döndüm… Biz başka bir şeyden anlamayız ki! Hayatımız futbol olmuş artık… Sabri misal… Benim de ayakkabı dükkanım vardı o dönem… Geldi yanıma "Abi, gömlek işine gireceğim…" Benim de dükkânın oralarda Yahudi esnaflar var, "Abi, biz gömlek işinde kaç kere battık, ne yapıyor bu Sabri böyle" dediler. Yahudiler ya, ticareti en iyi bilen adamlar… Sonra borçlar, borçlar, borçlar derken bir sabah Bilal Meşe aradı: "Sabri intihar etmiş!" Zekeriya'yı (Alp) aradım, "Doğru mu?" dedim. "Köprünün üstünde araba bulunmuş, viski şişeleri varmış arabada" dedi. Yazık…