Kaleciyi Dondur

12 dk

Bergkamp mı Henry mi? Arsenal'ın altın yıllarında taraftarların bir türlü tam manasıyla cevaplayamadığı bir soruydu bu. Biz de yanıt için Bergkamp'ın kitabına baktık.

Önceki sayfalarda konuk ettiğimiz David Winner'ın gölge yazar olduğu Stillness and Speed, Dennis Bergkamp'ın hayatını anlatıyor. Ama önsözde de yazdığı gibi Winner, ilginç bir tarz kullanıyor. Bir yandan Bergkamp'ın kariyerine bakan normal bir biyografi başlıyor, sonra Bergkamp metnin içine giriyor ve her bölümün sonunda sözü Hollandalı yıldızla yaptığı geniş söyleşilere bırakıyor. Başta, François Truffaut'nun Alfred Hitchcock'la yaptığı unutulmaz söyleşi kitabından etkilendiğini söyleyen Winner, gerçekten de sıradışı bir metin çıkarmış. O dönemi kapak dosyamızda konu etmişken kitaba da gidelim dedik. İşte 'The Chef' başlıklı bölümden ufak bir Bergkamp röportajı. Arada Thierry Henry de söze girecek...

Arsenal'ın eski antrenörü Bruce Rioch, The Invincibles konusu geçince epey duygusallaştı: "O futbol bir harikaydı! Baleydi! Sanattı! Rakibe karşı istedikleri şekilde oynayabilirlerdi. Oyuncu olarak o takımda oynamaktan keyif alıyor musunuz? Menajer olarak o takımın oyununu izlemekten keyif alıyor musunuz? Herhangi bir takımın taraftarı olarak, o takımın oyununu izlemekten keyif alıyor musunuz? Kesinlikle! Kesinlikle!" Sen ne düşünüyorsun?

Açıkçası doğru. Ve Bruce'un söyledikleri çok güzel. O iyi biridir, kimseye karşı kötü bir his beslemez. Ben de o dönemde söylemiş olduğum bir şeyi gördüm, "Futbolu yeniden yazıyoruz" gibi bir laf etmişim. Arsene Wenger'in mükemmele ulaşmaya çalışmamla ilgili söylediği şeyler o dönem tüm takım için geçerliydi. Gerçekten mükemmele yakındık. Topa doğru düzgün vuramadığımız saçma maçlar oluyordu tabii fakat çoğunlukla inanılmaz oynuyorduk, oynanması gerektiğini düşündüğüm futbol tarzına yakındık.

Thierry, sahaya çıkarken kazanacak olduğunu bilme hissinden bahseder sık sık o takımdan söz ederken. Evet, öyle bir his vardı. Bunun kaç golle olacağını ve golü ne zaman atacağınızı bilmiyorsunuz ama kazanacağınızı biliyorsunuz. Bu konuda bana ve Thierry'ye güvenmelisiniz, inanılmaz bir his. Sanki 100 metre yarışında koşuyorsunuz ve Usain Bolt'sunuz. Bu bir sporcu için inanılmaz bir duygu. Hedefiniz belli: Mükemmellik. Ve o yıllarda sahip olduğumuz şey buydu. Ligin en iyi takımı olduğunuzu biliyordunuz, herkes gülümsüyordu, mutluydu ve bir katkıda bulunuyordu… Harikaydı. Topu tam olarak nereye atacağınızı biliyordunuz. Diğer oyuncuların sizin için nasıl koşacağını biliyordunuz çünkü ne düşündüklerini anlamıştınız. Takımın içinde bütün bu süreçlerin parçası olmak ilginç. Elbette o anda tek yaptığınız bunu deneyimlemek. Ama dönüp bakınca... Müthiş bir dönemdi. Müthiş performanslar sergilendi. Thierry'nin tüm detayları hatırlıyor olması bana komik geliyor. Dönüp bakınca Arsenal'a gelmemle takımın başarılı olmaya başlaması arasında çok kısa bir zaman varmış gibi. İşin aslı iki buçuk, üç sene gibi bir süre geçti ama aklımda yarım sezon gibi kaldı. Derken başarılı olduk. Sonraysa azıcık yavaşladık. Her şeyin akışında gittiği o döneme geldiğinizde belli bir seviyede kalıp kendinize farklı standartlar belirliyorsunuz.

The Invincibles'ı başka takımlarla kıyaslayabilir misin?

Herkes 1998 ve 2000'de çok iyi top oynayan Hollanda takımını konuşur. Başka takımlara baktığınızda, tabii ki Milan'ı hatırlıyorsunuz. Ama bana göre aralarından sıyrılan takım Pep Guardiola'nın Barcelona'sı. (2009 Şampiyonlar Ligi Finali'nde) Manchester United'ı yendiklerinde… Yani o takım cidden başka bir gezegenden gelmiş gibiydi; tüm hareketleriyle, tek veya çift dokunuşlu paslarıyla, kendisine fark yaratma hakkı tanınan her anda tek kelimeyle fark yaratan Messi gibi bir oyuncuyla... Diğer tüm takımların ulaşmaya çalışması gereken bir futbol türüydü. Standardı belirlediler ve diğer takımlar da aralarında beyin fırtınası yapıp bu konuda ne yapabileceklerini düşünmeye başladılar.

Hepsi Hollanda kökenli takımlar gibi... Yoksa bu sadece benim takıntım mı?

Yalnız olduğunu sanmıyorum. Birçok kişi Hollanda futbolunu gerçekten sever. Sacchi'nin Milan'ına ve Guardiola'nın Barcelona'sına bakın. Bu bir tesadüf mü? Mesela Patrick Vieira'ya en sevdiği oyuncunun kim olduğunu sorun, Frank Rijkaard der. Thierry Henry, Van Basten der. Wenger, "Hollanda futbolunu seviyorum" der. Fark yaratmış olan tüm bu takımlar değişik tarzda oynadılar ama hepsinin kökeninde Hollanda futbolu vardı. Aynı zamanda, Hollanda etkisinin nerede bittiğini görmek de ilginç. Arsenal'ın Hollanda etkisi nerede bitiyor ve Fransız etkisi nerede başlıyor? Milan'ın Hollanda etkisi nerede bitiyor ve İtalyan etkisi nerede başlıyor? Ve İspanya'nın… Bana göre bir sürü iyi takım var ama hepsi futbolu baştan yazmıyor. Elbette Manchester United büyük bir takımdı ama diğer takımların önceden yaptıklarına kıyasla neyi farklı yaptı? Hatırladığım Liverpool, 1980'lerin sonundaki John Barnes'lı takımdı. Sabahtan akşama kadar pas yapabilirlerdi. Diğer Arsenal takımları da iyi futbol oynadı ve kupalar kazandı. Peki hangi takımlar oyunuyla aklınızda yer etti?

Arsenal taraftarları arasında meşhur bir tartışma vardır, Thierry'nin mi senin mi daha iyi olduğunu konuşurlar. Thierry oldukça cömert bir şekilde, hep senin usta olduğundan, takımın hep senin takımın olduğundan ve benzeri şeylerden bahseder. Sen nasıl bakıyorsun buna?

Basit olan tabii ki Thierry'nin daha büyük bir oyuncu olduğunu söylemek olurdu. Birbirimize öyle çok saygı duyuyoruz ki... Fakat Thierry'nin Arsenal'da başardıklarına bir bakın. Kısa sürede takımın as golcüsü oldu ve kupalar kazandı. Hızı ve gol atma becerisi inanılmazdı. Ve içinde hep böyle bir dürtü vardı. İnsanlar bendeki dürtüyü konuşur ama onunkine bir bakın. Antrenmanda başkalarının aptal gözükmesine yol açardı. Thierry'nin çıktığı her maçta ve antrenmanda ispatlayacak bir şeyi olduğunu hissetmişimdir ki bu özelliği bana çok benzerdi ama ben farklı bir şekilde yapardım…

Senin gibi o da İtalya'da yeterince takdir edilmedikten sonra Arsenal'a geldi. Juventus'un onu Udinese'ye kiralık vermeyi planladığını duyduğunda Thierry, Luciano Moggi'ye "Ben bir et parçası değilim" dedi ve odadan çıkarken dönüp "Ha bu arada, bir daha bu takımın formasını giymeyeceğim ve ayrılınca Arsenal'a gideceğim" dedi. O gece Paris'e uçtu, tesadüf eseri uçakta Arsene'le karşılaştı ve ona Arsenal'a gelmek istediğini söyledi.

Arsene'le uçakta tanışmayı hiç benden beklemezsiniz! Diğer taraftan, Thierry'nin Arsenal'daki ilk zamanları biraz bana benziyordu. Potansiyeli tam anlamıyla ortaya çıkmamıştı. Sonra Southampton'a karşı ilk golünü attı. Ve pozisyon değiştirip takıma uyum sağlayıp mutlu olduğunda… Vay canına! O gerçekten fark yarattı.

Thierry, Marco van Basten'le nasıl kıyaslanabilir peki?

Tamamen farklılar. Thierry daha hızlı, daha becerikli, daha ateşli, daha patlayıcıydı. Marco ise daha çok maçları, rakip takımları ve savunmadakileri tek başına bitirebilecek özellikte bir forvetti… Rakiplerinin kariyerini bitirebilirdi! Sahanın belli bir alanında faaliyet gösterirdi, oysaki Thierry daha geniş alana ihtiyaç duyardı ve tüm açılardan gelebilirdi. Ve bu sadece futbolculukları ile ilgili kısım. İkisinin karakterleri de tamamen farklı. Futbol dışındaki Thierry gerçekten ayakları yere basan biri. Arsenal'ın en büyük oyuncusu olduğumu söylüyor, bense tam tersini söylüyorum… İnsanların bir ara beni Marco van Basten'le kıyasladığını biliyor musun? Kıyaslamak gerçekten adil değil çünkü her oyuncunun kendine göre bir eşsizliği var ancak son otuz senenin en iyi oyuncularına bakacak olursanız ikisi de kesinlikle zirveye yakın bir yerde.

Thierry dondurma tekniğini anlattı.

Nasıl?

Thierry Henry: "Çoğu forvet önce topu kontrol eder, sonra golü atar. İyi forvetlerse nasıl duracağını bilir. Topu kontrol edersiniz -sonra durursunuz- ve bitirirsiniz. Bazen benim golü hızlı attığımı görürdünüz çünkü öyle yapmam gerekirdi. Ama zamanım varsa, ilerlerim… Kaleciye bakarım… Ve işi bitirmeye çalışırım. Topa bakmam. Onun nerede olduğunu bilirim. Aslında, bunu yapmanın iki yolu var.

Romario gibi de bitirebilirsiniz. O hep kalecinin zıplamasını bekler, zıpladığında da golü atardı. Romario'nun gollerinde kalecinin hep havada yakalandığını görürdünüz. Bir yolu bu. Ya da benim ve Dennis'in yaptığını yapabilirsiniz. Topu kontrol edin. Ve kaleci size doğru çıkmak için hamle yaptığında… İşte o anda durun. Ve durduğunuzda kaleciye bakın. Bir anda donakalır. Onu dondurmanız gerek. Çok uzun olmasına gerek yok. Ama kaleciyi dondurmanız gerek. Diyelim ki size doğru koştu. Topa bakarsanız, size doğru koşar ve onu görmezsiniz bile. Bu yüzden ona bakmalısınız. Yani… Kontrol et… Kafanı kaldır… Ve kaleciyi ona bakarak dondur.

O oyun var ya hani, neydi adı? Heykel? Hani birinin arkasından çaktırmadan yanaşıyorsun ama sana baktığında durman gerekiyor? Kalecilerle olan şey de böyle. Birine çalım attığımda aynı şey oluyor. Robert Pires bu konuda ustaydı. Topu kontrol et, adama bak… Ve bastır! Yalnız ne kadar zor bir şey olduğunu biliyor musunuz? Savunmacının sizinle koşmak için momentum yakalamasına izin verirseniz, sizinle birlikte koşar! O yüzden durun. Chris Waddle gibi! Git. Dur… Ve git! Durduktan sonra yeniden başlamanın ne kadar zor olduğunu biliyorsunuz… Ama kaleciyi veya savunmacıyı dondurmanız gerekiyor. Onu dondurun! Dennis bunu anlıyor. Bu onda da var. Dennis onlarla biraz oynanması gerektiğini bilirdi. Kendisi kalecilerle oynamayı severdi. Benim için bu çok önemli. Kaleciye bakmazsanız, bazen topu nereye yollayacağınızı okuyabilirler. Ama momentumunu bozarsanız… Bazen bitirişin o kadar güzel olmasına bile gerek kalmaz. Onu dondurun! Kalecinin kim olduğunun bir önemi yok. Bu hepsinde çalışır. Dennis'in yaptığı her şeyin başından beri yapmak istediği şey olduğunu görebiliyorsunuz. Topa üç kere dokunması gerekiyorsa, üç kere dokunur. Bir forvet gol attığında, en başından itibaren bunu yapmak için gelmiş olduğunu görmeyi seviyorum. Dennis'in birçok golü böyleydi."

Thierry senin de rakipleri dondurduğunu söyledi.

Bu harika çünkü ben de aynı şeyi hissederdim ve çalıştırdığım oyunculara bunu açıklamaya çalışıyorum ama… Artık bunu kullanacağım!

Hiç bu tarz konuları konuşmadınız mı?

Bunları konuşmazsınız. Zaten her gün sahadasınız ve kariyerinizi tamamladığınızda da başka oyuncular hakkında konuşursunuz, o zaman nasıllardı ve şimdi ne yapıyorlar gibi. Oyuncular ara sıra bir röportajda çıkıp bir şeylerden bahsetmiş olabiliyor ama çoğunlukla sadece kendi işinizi yapıyorsunuz. Oturup başkalarına "Senin hakkında düşündüğüm bu!" demiyorsunuz. Bu aslında futbolda her şeyin hızlı gelişmesiyle alakalı bir şey. Herkes bir sonraki maça veya antrenmana odaklanıyor, yani kısacası zaman yok.

Çeviri: Göksu Bulut

Socrates Dergi