Karmaşa Devri

25 dk

1980'lerin başında sadece Türkiye değil, bütün dünya hızlı biçimde değişiyordu. 'Acemi yıllar' dediği bu dönemde gazeteciliğe başlayan Can Kozanoğlu ile 1980'leri konuştuk. Dergilerden tribünlere kadar...

Türkiye'de 1980 darbesinin ardından devlet baskısıyla kurulan yeni yaşamı ve kültürel ortamı çözümlemek, o değişimin etkilerini idrak etmek önemli meselelerdi. Dünyadaki sarsıntılar Türkiye'de yaşamı nasıl etkiledi? Gündelik hayat, sanat ve spor, nereye doğru yöneldi? Pop kültürün belirginleştiği 1980'lerde bu tahlilleri yapmaya çalışanlardan biri de o döneme lise çağından itibaren farklı kuruluşlarda gazeteci olarak tanık olan Can Kozanoğlu'ydu. Pek söyleşi vermekten hoşlanmayan, bilhassa çocukluğundan beri tutkunu olduğu futbol, at yarışları, atletizm, olimpik sporlar gibi konular üzerine görüşlerini ifade etmeyi sevmeyen Kozanoğlu ile bir araya geldik, hemen sözü o günlerden açtık.

Mirgün Cabas'la birlikte hazırladığınız Bıçkın ve Ağlak kitabında "Lale Devri eşiğinden de Tanzimat eşiğinden de konuşulur. Bence Türkiye'de 1960'lı, 1970'li yıllar da önemli eşikler. Fakat 1980'lerin yeri başka" diyorsunuz. Neden?

Her ne kadar tarihi onyıllık bloklara bölmek kolay olmasa da 12 Eylül 1980 darbesinin Türkiye'de yarattığı değişim bunu mümkün kılıyor. Bıçakla kesen değil de baltayla inen bir tarih gibi… Fakat aslında 1980 yalnızca bizde değil, dünyada da ciddi bir dönüşümün simgesi. Çünkü 1980, Batı'daki değerler değişiminin de 1960'lı ve 1970'li yıllara egemen olan iklimin de bitişinin simgesi. Biz de o tarihlerle birlikte dünyaya biraz daha entegre olacağımız için hem 12 Eylül'ün getirdiği koşullarda kendi içimizde dönüşüyoruz hem de dünyayla tam senkronize biçimde olmasa da dünyadan fazla kopuk olmadan dönüşmeye başlıyoruz. 1979-1980 geçişi, ABD'de Ronald Reagan'ın seçilmesi, Margaret Thatcher'ın İngiltere'de iktidara gelmesi ve onların temsil ettiği değerler, dönüşüm adına ortaya koydukları projeler…

Aynı zamanda dünyanın gideceği noktanın belirlenmesi açısından da 1979-1980 geçişi önemli. 1979 İran İslam Devrimi, SSCB'nin Afganistan'ı işgal etmesi gibi büyük olaylar yaşanıyor. Mesela Suudi Arabistan'da bir Kâbe baskını var. Kâbe baskını, o coğrafyanın hiç olmadığı kadar modernleşme eşiğine geldiği sırada o noktadan geri gitmesine ve iyice muhafazakârlaşmasına yol açan bir hadise. 1979-80'de olan hadiseler hem bizim coğrafyamızı hem de Ortadoğu'yu değiştiriyor. Doğu'da da Batı'da da bir dönüşüm rüzgârı oluyor ve biz de onun ortasında 12 Eylül'ü yaşıyoruz. 1980'lerin başı Türkiye'de çok ciddi dönüşümün, Sovyetlerin Afganistan'ı işgali üzerinden bakarsan da 1980'lerin sonuna kadar sürecek dünyadaki o kargaşanın, Soğuk Savaş'ın sonunu getirecek, Doğu Bloku'nun yıkılmasına kadar gidecek yolun da başlangıcı. O açıdan çok kritik.

12 Eylül'den başlayarak siz bunu nasıl deneyimlemiştiniz?

12 Eylül 1980 günü kimya dersinden ikmal sınavım vardı. Annem sabah "Oğlum darbe olmuş" diye uyandırınca ilk yarım saat çok kavrayamadım. Bugünün lise öğrencilerine göre hayli politize olduğum halde "Yaşasın sınav yok" psikolojisine giriyorsun. Çalışmamışsın da… Nitekim sınav ertelenip 19 Eylül'de yapıldı, ben yine kaldım. O zaman borçlu geçmek diye bir şey vardı. Maalesef o yaz babam ölmüştü. "Çocuğun babası ölmüş, çalışamamış" diye beni borçlu geçirmişlerdi. Babam ölmese sınıfta kalacaktım.

Onu ilk anda anlamıyorsun ama zaten hadise 12 Eylül 1980 ile değil, 24 Ocak 1980 ile başladı. Orada Turgut Özal'ın hazırlayıp Türkiye'ye sunduğu bir ekonomik tedbirler paketi var. Bu artık biraz daha dışa açık, biraz daha serbest piyasa kurallarına uyumlu olmaya çalışacağımızın ve "Kazanan kazanır, kazanamayan kaderine yanar" ideolojisine yanaşacağımızın ilanıydı. O yeni sağın ekonomik yüzüne uyum sağlayacağımızın ilanıydı 24 Ocak 1980.

Darbe sonrası dönemden aklınızda kalanlar neler?

Meşhur bankerler krizini yaşayıp Ponzi şemasını öğrenmiştik. Bir yere gelen yeni para ile eski yatırımcıların parasını ödüyorsun, bir noktada tıkanıyor ve patlıyorsun. Bize ayrıca insanların kültüre, siyasete, hatta kendi bedenlerine, çok özel ilişkilerine ve her şeye yatırımcı kafasıyla bakmaya başladığını da göstermişti o kriz. O günlerde yatırımcı profili toy olduğu için belki milyonlarca insan bankerlere parasını kaptırdı. Ben de tam bu esnada 1982 Dünya Kupası'nı izlemek için İspanya'daydım. Gittiğim tek Dünya Kupası, 19 yaşındayım. Şimdiki gibi haberleşme imkânı yok ve zar zor iki defa eve telefon ettim. Orada da lafı geçmedi, "Anne merak etme ben iyiyim, İtalya'dan İspanya'ya geçtim" falan… İtalya üzerinden geçerken uçakta Türk gazetesi dağıttılar. Baktım ki Banker Kastelli, Tunus'a kaçmış, bütün bankerler batmış. Üç hafta önce herkesin varını yoğunu satıp bankerlere yatırdığı bir ülke bırakıyorsun, üç hafta sonra bakıyorsun ki tüm sistem çökmüş. Çok insan mağdur oldu ama büyük tecrübe edinildi. 1988-89'a geldiğimiz zaman artık o büyük tokadı yemiş insanların yine bugün olduğu gibi tokat yemeye devam ettiklerini görüyorduk. Ama yatırım konularında daha tecrübeli hale geldiklerinden ötürü 1980'ler sonunda sabah döviz alınıp akşam onun repoya yatırıldığı, gündelik sohbetlerin içine "Dolar kaç olmuş, borsa kaç olmuş?" gibi soruların dahil edildiği bir döneme uzanıldı. Bugün iyice yoğunlaşan bu zihniyete yol açan bir köprüydü aslında o yıllar.

'Her şeyin acemisiydik' dediğiniz bir köprü değil mi?

Evet, acemi kelimesini çok kullanırım, kitaplarımda da kullanmıştım. Herkes her şeyin acemisiydi. İnsanlar daha fazla yurtdışına gidip gelmeye başlamış ama onun acemisi hâlâ. 1970'lerin ağır politik ortamından sonra gündelik zevklerin biraz daha insanların kimlik olarak dışarı sunmak istediği bir araç haline dönüştüğünü görüyoruz ama orada da acemiler. Dünyadaki spor olayları biraz daha yakından izlenir hale gelmiş ama herkes onun da acemisi. NBA izlemek desen öyle. Tek kanalda mesela Amerika Açık, Avustralya Açık verilmezdi ama Wimbledon'ı her sene yayımlarlardı.

Evet, genelde sadece Wimbledon verilirdi. O nedenle Wimbledon şampiyonları Türkiye'de çok iyi bilinir. Mesela damalı bandanasıyla Pat Cash'i kimse unutmaz.

Ben de unutmam. Merak ederim, TRT'nin içinde bilen var mı acaba neden yalnızca Wimbledon verildiğini. Hatta o dönem Wimbledon'ı ilgiyle izleyen çoğu insanın kafasında Grand Slam turnuvaları diye bir kavram da olmayabilir. Dünyanın en büyük turnuvası Wimbledon gibi düşünüyordu belki de insanlar. Çok genel bir acemilik dönemi. O dönemi değerlendirmenin de bir acemiliği var. Ben de 1980'lerin sonlarında bu konularda ufak tefek kalem oynatmaya başlamıştım. Bakıyorum şimdi yazdıklarıma, aşırı acemiyim. O zaman bu tip toplumsal inceleme veya popüler kültür araştırması yapanlara bakıyorum, aslında onlarda da bir acemilik var. Türkiye'de bir kültür endüstrisi iyi kötü her zaman var ama endüstriyel kültür ve endüstriyel anlamda kitle kültürüne geçmek başka şeyler. 1980'lerde endüstriyel bakımdan kitle kültürünün eleştirisini yapmakta da acemiyiz. Onun için hemen olan biteni çok kavrayamıyoruz. Bazı yazılar ağır bir nostaljiye kayıyor. On yıllık sürede her şey çok çabuk değiştiği zaman doğal olarak geçmişe özlem atıyor. Hoş, diğer tarafta bazıları da o değişimi çok çabuk benimsemeye başlıyor. Ağırlıklı olarak ultra-liberal diyebileceğimiz arkadaşlar. Onlar da bu benimsemenin acemisi. Yani 1980'leri bir cümleyle özetle dersen "Ne oluyoruz?" diye yaşanan bir dönem.

Aydınların gündelik hayata bakışı ve yazı tarzlarına baktığınızda, bu acemiliğin sebebi popüler kültür değişimi mi yoksa kitle kültürü değişimi mi?

Hem Türkiye'nin yaşadığı değişim etkili bunda hem de Türkiye'de aydın dediğin insanlar 1980'e kadar ağırlıklı biçimde siyasi değerlendirmeler üzerinden aydınlıklarını göstermişler. Nispeten edebiyat eleştirisine de girmişler mutlaka ama hani gündelik hayat, sokak, yemek kültürü, spor gibi alanlara çok fazla bulaşmamışlar. Bir de olayın mecburiyet kısmı var, darbe sonrası istesen de siyasi konulara giremiyorsun. "Biz her şeye hayatın en tepesinden baktık, hayatın mikro alanlarına fazla girmedik" diye bir özeleştiri de var. Oraya da giriyorlar ve işin enteresan tarafı girdikleri anda o alan daha önce hiç olmadığı kadar hızlı biçimde değişmeye, daha fazla endüstrileşmeye başlıyor.

Şunu da görüyor insanlar: 1980'li yıllarda, bilhassa Özal'dan sonra yükselen kesimler vardı. ANAP dört siyasi elin koalisyonu gibi gelir ama aslında iki ekonomik kesimin koalisyonudur. Bir, o dönüşümün daha Batılı ve legal yüzünü oluşturanlar; işte modern bankerler, daha düzgün görünen finans kuruluşları, bankalar, büyük holdingler... Bir de işin yarı legal veya illegal kısmını götürenler; dövizciler, ithalat-ihracatçılar, yani rakamları köpürtmesi gerekenler... Bunlar işin biraz daha mafyöz ayağı. Onlar da 1980'li yıllarda sınıflar üstü hale gelmeye başlamış arabesk kültürünü yansıtıyorlar. Tabii bu kesimin egemenlik alanları medyaya, sokağa, kültür piyasasına da yansıyor. Biraz buna tepki olarak da diğer tarafta elitistlik hortluyor. "Köylüler şehre indiler" veya "İstanbul kebap koktu, acılı yemekler bütün kültüre yansıdı" gibi şeyler demeye başlıyorlar. Acılı arabesk, acısız arabesk… Lahmacunu veya çiğ köfteyi küçümsemek. İlginç olan, o ekipten insanlar 1990'ların başında Türkçe Pop'un patlamasıyla "Yerel, popüler kültürümüze sahip çıkalım" akımıyla birlikte işi şuna da döndürdüler: "Şurada kebap yedim, bu arabesk parçayı dinledim, şu popçumuz harika..." Kısacası hatlar, eksenler değişiyordu sürekli.

Bütün bunların ortasında lise sonda gazeteciliğe başladınız, 1980'lerin büyük bölümünde yazıp çizdiniz. O yıllarda gazetecilik yapmak nasıl bir deneyimdi?

Çok büyük bir tesadüfle aslında 1960'lı, 70'li yılların klasiği olmuş ama çok uzun yaşamayacağı belli olan bir magazin dergisinin yeniden canlandırılmaya çalışılan halinde buldum kendimi. Gazeteciliğe Uzan Ailesi'nin Hayat ve Ses dergilerinde magazincilik yaparak başladım. Hayat, biraz daha dünyadan da olan biteni yazan, klasik magazin dışında röportajların da yer aldığı bir dergi. Sonra da İletişim Yayınları'na geçtim. Bambaşka bir ortama ışınlandım. Yani başında Murat Belge'nin bulunduğu "Hem ansiklopedi, kitap, dergi yayımlayalım hem de yeni bir gazeteci-aydın kuşağı yetiştirelim" diye oluşturulmuş, 1980 öncesinden sol aydınlar grubunun kurduğu bir yayın kuruluşu. Bu nerede, Uzan'ların magazin dergisi nerede? Ayrı iki dünya. Tabii ki ikincisi bana çok daha fazla şey kattı. Ama Hayat dergisinde çalıştığım bir buçuk sene, Uzanların yanındaki magazincilik de aslında ilginç bir deneyimdi. Gözlem yapmama olanak sağladı.

Spor üzerine bir toplumbilim incelemeleri yapılıyor muydu o dönem? Ünlü kitabınız Bu Maçı Alıcaz'a kadar entelektüel kesimin sporla ilişkisi daha mesafeliydi...

Artun Ünsal ve Kurthan Fişek gibi sporu dışlamayanlar da vardı ama tabii ki sosyal bilimcilerin incelemesi için biraz hafif görülen bir konu spor. Zaten genel olarak siyaset, kapitalizm, sosyalizm, emperyalizm, sosyal emperyalizm gibi belli kavramların dışına çıkan tartışmaların aydınlardan rağbet görmediği bir dönemdi. İşte yazan çizenlar var ama Türkiye dışındaki aydınların bile futbolu o kadar analiz etmeye yatkınlıkları yok ki! Aslında ben futbolun yaşadığı değişimin sektörel açıdan da aydınların o bakış açısına talep duyduğunu görüyorum. Hep vurgularım, sistem şöyle işlemez: "Futbol dönüşüm yaşıyor, farklı bir sınıfa seslenecek. Daha orta hatta orta-üst sınıfa seslenmesi lazım, bunların futbolla arasını entelektüel anlamda da bulacak yazarlara ihtiyacımız var, bulalım ve yazdıralım" gibi olmaz. Hayatın akışı içinde futbolun yaşadığı sınıfsal dönüşümün ortaya çıkardığı bir ihtiyaç vardı. Fakat yine de 1980'lerin başında Türkiye'de de bu konuda çok yazan çizen yoktu, "Futbolla mı ilgileniyorsun, nasıl solcusun?" diyenler olduğunu duyardım ama ben rastlamadım hiç.....

1983'te İletişim'e ilk girdiğimde futbolu seven insanlar da vardı. Fakat o zaman Fenerbahçe'nin sadece iç saha değil neredeyse her deplasmanına gitmemi biraz yadırgıyorlardı. Futbolu seven, takım tutan insan çoktu ama beni tanımadıkları için ne olduğumu ilk birkaç ay anlayamadılar. Şöyle bir profil çiziyorlardı muhtemelen kafalarında: Magazin gazetesinden gelmiş, bizim bildiğimiz şeyleri de siyasal olarak biraz biliyor, bir yandan deplasmana gidiyor, Robert Koleji mezunu, durmadan at yarışı kuponu yapıyor, yaşına göre de epey edebiyat, siyaset okumuş… Ama sonra sol aydınlar çevresinde makul bir hale geldi deplasmancı olmak, taraftar olmak... Zaten sonra da biraz abartıldı. Onu da hep söylerim, ülkeler gibi insanların da resmi tarihi var. Nasıl ülkelerin resmi tarihi konjonktüre göre değişiyorsa insanların bireysel tarihi de değişiyor. Mesela pek çok insanın zaman içinde kendilerine lisede tribüncülük tarihleri yazdığını, üniversitede deplasmancılık tarihini yazdığını ya da on yıl önceye kadar Galatasaraylı olan insanların 25 yıl önce Beşiktaş tribününe gidip kavga hikâyeleri anlattığını falan gördüm.

O kimliği taşımanın o dönem için daha popüler olmasıyla mı ilgili? Ferdi Özbeğen, Müslüm Gürses gibi figürlerin bugünlerde tekrar moda olması gibi...

Herkes yakın zamanda Bir Başkadır dizisiyle beraber şunu yazdı sosyal medyada: "Ferdi Özbeğen'i siz bugün mü keşfettiniz, ben zaten yılların Ferdi'cisiydim." Örneğin özellikle benim yaşlarımdaki şehirli erkek çocukları için konuşuyorum, Ferdi Özbeğen ve Ümit Besen dinleyip dinlememe tercih lüksüne sahip değildik. 1980'lerin ortasından itibaren hayatımızın ortasına giren mekân çeşitlenmesi önemliydi; yani kafeler, o kafelerin alt türleri, AVM'ler, spor salonları… Sosyolojide üçüncü yerler kavramı var ya, üçüncü yerlere müthiş bir zenginlik gelmesi durumunu yaşamıştık. Ama 1970'lerin ikinci yarısına bakarsak mekân çeşitliliği açısından sinema, tiyatro, maç, kahvehane bir de birahaneler vardı. Ee biz de liseliyiz, okulu kırıyorsun. Sabah 10'da oturuyorsun, yanmış yağda patates kızartmasıyla bira içiyorsun. Bu birahanelerde de hep onlar çalıyordu. Tam da o tarz kasetlerin patladığı dönem. O zaman ister istemez Ferdi Özbeğen, Ümit Besen, Cengiz Kurtoğlu giriyordu kulaklarımıza.

1980'lerin piyanist şantörlerini herkes küçümsemezdi ama küçümseyenler Ferdi Özbeğen'i küçümsemezlerdi. Biraz daha saygın bir yerdeydi Ferdi Özbeğen. İki üç haftadır şunu da görüyorum, "Yıllarca bu adamı küçümsediniz" deniyor. Öyle bir şey yoktu. Albümleri satardı, diğer piyanist şantörler içinde de ayrı bir yere sahipti. Hiç onunla dalga geçildiğini ya da küçümsendiğini hatırlamıyorum.

Sadece TRT'nin olduğu 1980'ler televizyonu popüler kültür oluşumunda nasıl bir etki yaratmıştı?

Siyasetçilerin açık oturumları, diziler, yılbaşı eğlenceleri, arabesk yasağı... Aslında biraz daha detayına girdiğimiz zaman, siyasetçilerin televizyona çıkıp açık oturumlarda tartışması bir yana, arabeskçilerin daha çok çıkmaya başladığı hatta kırmızı noktalı programların olduğu Tutti Frutti'nin yayımlandığı dönem daha özel televizyonların açılmasıyla eşzamanlı yaşanmıştı. Ama yılbaşında dansöz bir TRT geleneği. Onlar da 1970'lerin sonundan 1980'lerin sonuna kadar olaya şöyle yaklaşıyordu: "Dansöz çıkarsa seyredeceğinizi biliyoruz. İçinizde çok fazla arabesk seven olduğunu da biliyoruz. Ama bunları çok hayırlı şeyler olarak görmediğimiz için size vermiyoruz. Haftada bir kez çocuğa çikolata verir gibi size bunları yılda bir kez veriyoruz."

TRT'nin uzun yıllar tek kanalı vardı. Sonra 1986'da kültür-sanat ağırlıklı TRT 2 açıldı. Ama hem TRT'nin o gelenekler içinde uzanabileceği hem de yapısal olarak durabileceği alan itibarıyla artık seksenli yılların sonunda hayatın taleplerini karşılaması imkânsız hale gelmişti. Şunu da itiraf edeyim, ilk zamanlarda bütün o kuralsızlık içinde özel televizyonun Uzan ve Ahmet Özal ortaklığı tarafından kurulmuş olmasına -biraz herhalde tepki olarak- sıcak bakmamıştım. Şimdi baktığım zaman görüyorum ki o kaçınılmaz bir dönüşümdü.

Oraya uzanan süreçte, 1980'lerin ikinci yarısındaki kültürel değişim nasıldı?

1980'li yıllarda mekân çeşitlenmesi, müzik çeşitlenmesi yaşanmıştı. 1970'li yılların sonunda arabesk tek bir olgu biçiminde ele alınırdı, 1980'lerin sonunda taverna, fantezi vesaire gibi birkaç arabesk türevinden söz eder hale geldik, birkaç ayrı poptan söz eder hale geldik. Sinemanın sektör olarak çökmesi ama oradaki insan altyapısının farklı üretimler yapacak hale gelmesi gibi şeyleri birleştirdiğin zaman, hayatın içindeki değişimin yarattığı taleplere bakınca, tüm bu özel televizyon akımının çıkması kaçınılmazdı.

Mahallelerdeki gazete bayilerinde seks dergilerinin satıldığı bir dönemden bahsediyoruz. Tam 1980'lerin sonunun 1990'ların başının en büyük simgesi Kral dergisi. Yerli Playboy ve yerli Penthouse çıkmaya başlamıştı ayrıca. Bütün bunlar 1980'lerin sonunda büyük bir patlamayla ortaya çıktı. Ama bir yandan da muhafazakâr tabandan oy alan siyasetçilerin tek başına iktidara geldiği ya da büyük koalisyon ortağı olduğu dönemlerde gerçekleşti bahsettiğim patlama.

Bu dönemde siyasi ve toplumsal değişim ne noktada?

Durmadan kafana bir şeylerin yağdığı bir dönem. Bir yandan yeni cinsellik yağıyor, bir yandan yeni muhafazakârlık... Hem ekonomik hem siyasi hem dini anlamda muhafazakârlık yağıyor. Bir yandan dışa açılıyorsun, bir yandan yerel değerlere sahip çıkma hadisesi patlıyor. Siyasal karmaşa var, partiler eski kimliklerini de tam olarak yansıtamıyor. Tabii ki bir taraftan terör eylemleriyle yeni bir siyasal gerilim hattı oluşuyor ama onun da ötesinde genel olarak kimlik siyaseti, eskinin siyasetine göre daha hâkim olmaya başlıyor. İnsanların siyasal kimlikleri, çok farklı kesişim noktalarında ortaya çıkmaya başlıyor. Mesela Kürtsün, İslamcısın, ekonomik açıdan orta üst sınıfsın; ya da Kürtsün, solcusun, ekonomik açıdan orta alt sınıfsın; veya şehirlisin, laik ama cinsellik konusunda biraz muhafazakârsın gibi… 1970'li yıllarda siyasetin, kültürün ve sınıfın kesiştiği on tane ana profil çizebilecekken 1980'li yılların sonunda belki 150 tane böyle profil ortaya çıkıyor ve bunları kavrayabilmek için biraz daha mikro siyaset yapmak gerekiyor.

Ana profillerin sayısının artması, kültürel tüketimdeki ana damarların sayısının da artması demek. Bu da üretimin çeşitlenmesi anlamına geliyor. İşte özel radyolar, özel televizyonlar falan çıkınca o çeşitlenmiş üretimin kitleye ulaşması için de yeni yollar açılmış oluyor ve yorumlaması, değerlendirmesi, analiz etmesi giderek zorlaşan döneme geliyoruz. O dönemlerin insanlarına çok büyük saygı duyuluyor, çok büyük işler yapmışlar tabii ki ama 1965'te popüler kültür alanında çalışan bir sosyolog olmak 1985 yılına göre biraz daha kolaymış. Çünkü giderek damarların sayısı artıyor, parçalanma büyüyor. Çizdiğin her profil birkaç yıl içinde anlamını kaybediyor. Hele dijital cemaatler, cemaatçikler oluşmaya başladıktan sonra iş iyice zorlaştı.

Muhafazakârlıktan sıkça bahsettik, Bıçkın ve Ağlak'ta hep '1980'ler tipi entel' tanımlaması da yapıyorsunuz. O dönemin entelektüellerinin Recep Tayyip Erdoğan'ın kazandığı İstanbul seçimlerine giden yolu görememe durumu söz konusu mu?

Erdoğan'ın ve Refah Partisi'nin gelişini "İktidara gelecekler de yirmi sene kesintisiz kalacaklar" diye kestirebilmek çok zordu. Ama orada bir hareketlenme, ciddi bir taban kazanma olduğunu seksenlerin sonunda görmeye başladık. Genel olarak o dönemin dergi haberciliğiyle, gazete haberciliği farklıdır. Her zaman da öyle olması gerekir. Ben de seksenlerin sonundan itibaren kendimce o alana ilgi duymaya, sokağa inip gözlem yapmaya başlamıştım. Tayyip Erdoğan'ın içinde yer aldığı İstanbul mitinglerine, Refah Partisi toplantılarına gidiyordum. İlginçtir, benim 1973'te Taksim'de okul servisinden çıkıp Ecevit'in mitingini izlemişliğim, 1977'de İstanbul'daki her mitinge katılmışlığım vardır. Öyle bir merakım var çocukluktan beri. Onun için Milli Selamet Partisi döneminde İstanbul'da yapılmış Erbakan mitinglerini de biliyorum, kitlesini de biliyorum. Refah Partisi'nin ilk dönemindeki küçük toplanmaları da hatırlıyorum. 1980'lerin sonuna doğru oradaki kitle değişmeye başladı. Daha genç, daha agresif, daha heyecanlı, kılığı kıyafeti daha farklı bir kitle bir araya geldi. Benim o güne kadar futbol tribünlerinde, Gülhane konserlerinde gördüğüm, kavga ettiği için adliyeye, karakola getirildiğini gördüğüm kitleyi Refah Partisi mitinglerinde görmeye başladım. Sadece ben değil, pek çok insan bunu görüp konuşuyordu.

Tribünler demişken… Çocukluğunuzdan itibaren hep tribünlere giden bir spor izleyicisisiniz. Bu Maçı Alıcaz, spor külliyatımızın köşe taşlarından biri hâlâ. Sizi bunu yazmaya iten ne olmuştu?

Metis Yayınları'ndan Şahin Beygu adında bir arkadaşım vardı, Kıyı Yayınevi'ni kurdu ve bana "Futbol üzerine kitap yazar mısın?" diye sordu. O dönemin Türkiye ve medya standartlarında futbol hakkında çok okumuştum. O günün standartları içinde diye özellikle vurguluyorum. Çünkü bugünün ölçüleri içinde dünya futbolu hakkındaki bilgim bayağı yetersizdi aslında. Çok başka bir devirden bahsediyorum. Şanslıydım, Robert Koleji'nde öğrenciyken okul kütüphanesinden bulduklarım vardı, yurtdışına gitme şansım olmuştu. Abim İngiltere'ye gittiğinde getirmişti, öbürü bilmem nereden getirmişti. Dört-beş tane de evde vardı. Bulabildiğim bunlardı. Onların dışında şöyle de bir şansım vardı ki bolca siyaset okumuştum. Bu Maçı Alıcaz da çok temel olarak tribün kültürü, sporun yönetimi, sadece futbolun değil sporun ruhu gibi konularla bağlantılıdır. Bu Maçı Alıcaz isminden kastettiğim de Türkiye daha düzgün bir yer olursa, demokrat gördüğümüz insanların başa geçtiği bir ülke haline gelirse futbolun da düzelebileceği mesajıdır.

Şu kadarını söyleyeyim, tribünde bilmem ne pankartı açmış olmakla Türkiye'de futbol düzelmez. İnsanlar şunu düşünüyor, neden filanca kulübün başkanı Erdoğan'ı övdü, neden filanca kulübün başkanı spor bakanıyla fotoğraf çektirdi? Çünkü darbe olur, askerlere yakın insanlar kulüpleri yönetir ya da işte emektar askerler devreye girer. Reklamcılık yükselir, bütün büyük kulüplerin yönetimine reklamcılar girer. İnşaat yükselir, müteahhitler kulübü ele geçirir. Global sermaye, Araplar yükselir, Katarlılar gider kulüp satın alır. Kitapta kastetmek istediğim şey buydu: Türkiye çok başka bir yer olursa futbolumuz da çok başka olur. Bugün hâlâ öyle mi? Evet ama ben onu söylediğimde kulüplerden bahsediyordum. Bugün şirketlerden bahsediyoruz. Biz bundan ne ölçüde kaçınabiliriz bilmiyorum ama ya dünya futbolunun renksiz kulüpleri olarak kalacak bizimkiler ya da bir Azeri, bir Çinli, bir Katarlı tarafından satın alınacak. Ya da dünya çok başka bir yer olacak, o başka dünyanın futbolunu konuşacağız, seyredeceğiz. Umarım da öyle olur. Ama kısa vade için çok büyük bir umut değil bu.

Bu eski bir tribüncü olarak sizi nasıl etkiliyor peki?

Bunu unuttuğumuz zaman seyretmesi çok güzel. Bunu hatırladığımız zaman izlemenin tadı kaçıyor. Zaten taraftarlık dediğimiz şey kendimizi bile bile ittiğimiz dünyanın en güzel aptallığı. Bunun çok güzel bir aptallık olduğunu kabul edersen, ben aptalım diye gezersen zevki kalmayacak. Ona bir anlam yüklemek de çok güzel. Anlam yüklemenin ölçüsünü kaçırınca şu çağda biraz ekmeği olabilir ama ne kadar dürüstçe olur, işin o kısmını bilmiyorum.

Bu Maçı Alıcaz sonrası neden futbol yazmak veya konuşmak istemediniz?

Derleme kitaplara birkaç yazı yazdım aslında. Söyleşiler de yaptım. Evet, o zamanlar hoşuma gidiyordu genç bir muhabir olarak arada spor haberi yapmak, yanına biraz yorum katmak. Ama ben spor yazarı değildim, hiçbir zaman asli işim o olmadı. Yani bir işi bırakmadım, ekstradan yaptığım bir şeyi artık yapmaz oldum. Niçin? Nedeni çok. Birincisi, zevk almamak. Futbolu çok çok seviyorum, haftada yirmiye yakın maç seyrettiğim oluyor. Ama yazmasından aynı zevki almıyorum. Ayrıca, gördüm ki, yazıp konuşunca futbolun tribün efsaneleri de üzerine kalıyor. Tribün kültürü adına uydurulmuş bir sürü saçma sapan hikâyeyi ben yazmışım gibi referans veriliyor. Zaten benim eğlenceli bulduğum tribün kültürüyle sonraları aşırı dramatize edilerek sahiplenilen, aşırı anlam yüklenilerek yazılıp çizilen kültür aynı şey değil. Bir de, futboldan bağımsız, benim hiçbir konuda yazmadığım ve konuşmadığım bir dönem oldu. Yakın bir geçmişe kadar dergi ve gazete haberleri için telefonla görüş almak çok yaygın bir yöntemdi. Haberin içine sosyolog yorumu. Cilalı İmaj Devri ve Pop Çağı Ateşi yayımlandıktan sonra çok sık aranmaya başladım. Sektörden biri olduğum için gazeteci arkadaşların aklına ilk gelen sosyologlardan biri oluyordum herhalde. Cinsellikten alışverişe, trafikten tabii futbola kadar her konuda görüş istiyorlar. O pozisyondan sıyrılmak için bir süreliğine "İlke olarak hiçbir konuda konuşmuyorum" demekten başka yol bulamadım. Hoşuma da gitti suskunluk. Sonra başka konularda nadiren yazmaya konuşmaya döndüm ama futbola dönmedim. Futbola olan sevgim ve ilgim azalmadı ama bakışım değişti bir ölçüde. Belki bir gün son bir futbol yazısı yazarım, arada hiç niyetlenmiyor değilim doğrusu. Fakat şimdilik seyretmesi çok daha cazip geliyor. Her zaman öyleydi zaten. Geri kalan her şey seyir zevkini beslemek için.

Spor medyasının değişimini nasıl gözlemlediniz gazeteciliğe başladığınız günden bu yana?

1970'li yıllarda radyoda Spor Dergisi diye bir program vardı. Sonra televizyonun gelmesiyle birlikte 1972 Münih Olimpiyat Oyunları'ndan başlayarak bolca spor yayını vardı. Ben mesela motor sporları seyretmem ama Emerson Fittipaldi var, Formula 1 pilotu. Dinliyordum, onun ismini çok severdim. Akdeniz Bisiklet Turu var. "Sarı mayoyu bugün Erol Küçükbakırcı giydi" diyor. 1970'lerden 1980'lere spor medyasında bir çeşitlilik vardı. Akabinde o çeşitlilik azaldı.

Daha önce de spor medyasının yalanı, asparagası çoktu fakat 1980'li yıllardan itibaren teknik olarak asparagas yapma durumu başladı çünkü her gün tam sayfa Fenerbahçe haberi yapılıyor. Diyelim ki Haziran ayında ligler bitmiş, iki sayfa Fenerbahçe haberi doldurman gerekiyor, ne yapabilirsin asparagas dışında? Sallayacaksın. Hani dedim ya haber gazeteleri ve haber dergileri farklıydı. Bizim haber dergilerinde çok dalga geçtiğimiz bir yerdi seksenlerin spor medyası. Orada yetişen kadroların uzantısı aslında hem 1990'ların Televole'sinin hem magazin de içermeyen futbol programlarının altyapısını oluşturdu. Ama bir yandan da dünyaya açılıyoruz, bir şeylere ulaşma şansımız artıyordu. Oradan yetişen, kendi kendine NBA'i, dünya atletizmini, Formula 1'i takip eden gençlerden de bambaşka bir spor medyası insanı profili çıktı. Bugün geldiğimiz noktada spor medyasında iki kutup oldu. Bence bir kutbunda kültür sanat medyasında, siyaset medyasında görmediğimiz kadar donanımlı insan var. Sporu da iyi bilen, dünyayı da çok iyi takip eden, kitaplardan, sinemadan anlayan insanlar var. Diğer kutupta artık en niteliksiz mi diyeyim, en az nitelik talebi gösterildiği için en az nitelik arz eden mi diyeyim...

Bitirirken de Bıçkın ve Ağlak kitabından bir alıntı yapmak istiyorum: "Çünkü sayısal çoğunluk, nicelik başka bir şey, döneme damga vurmak, dönemin ruhunu oluşturmak başka bir şey." 1980'lerin ruhunu ne oluşturdu?

Şimdi 1960'lı yıllar dediğimizde bizim gözümüzde başka bir şey canlanıyor. Çok geniş bir kuşağın içindeki küçük bir bölüm kültürel olarak oraya hakim olduğu için 68 kuşağı, savaş karşıtları, çiçek çocuklar çoğunluk gibi hatırlanıyor ama onlar aslında küçük bir azınlık. Dönemin tamamen hakimi de değiller. 1980'lerde daha çok sesi çıkan kimdi, hangisinden geriye ne kaldı falan diye düşündüğümüz zaman aslında tek bir şey söylemek zor. Bir akıntı yönü var. Ama ana tema olarak şöyle özetleyebilirim 1980'leri: Karmaşa.

Socrates Dergi