socratesXreflect_alt

Kemal Yıldırım Caddesi

13 dk

Belki ismi hiçbir zaman bir caddeye verilmedi. Peki 1970'lerde hızlı başlayan kariyeri 1990'ların ortasına gelindiğinde sessiz sedasız biten Kemal Yıldırım'ın diğerlerinden farkı neydi?

“Gerçek anlamda altüst edilmiş dünyada doğru, bir yanlışlık anıdır.”

Guy Debord, 1967 tarihli eseri Gösteri Toplumu’nda böyle söyler. Toplumdaki her bir bireyin aynı zamanda kendisinin pazarlamacısı olduğu, insanların şirketleştiği bu çağ, belki de onun işaret ettiği altüst edilmiş dünyaya ev sahipliği yapıyordur. Anadolu’nun seyyahî eski futbolcusu Kemal Yıldırım da doğrularla yanlışların yer değiştirmediği dünyanın el üstünde tutulan bir futbol adamıdır.

Adı Kemal, soyadı Yıldırım olan; futbol mesaisini muhtelif Anadolu kulüplerinde doldurmuş bir futbolcuyu anlatırken söze böyle başlamak garipsenebilir. Hatta Socrates’in kendi karikatürüne dönmeye başladığını düşünüp “Burada da mı edebiyat be kardeşim!” de diyebilirsiniz. O hâlde en geriye dönüp birlikte bakalım. Hikâyeye Ordulu Kemal’in futbolu arada bir oynadığı, asıl becerisini voleybolda, basketbolda, masa tenisinde gösterdiği, civar illerin okullarından “Gel burada yatılı oku, voleybol takımımızda oyna” teklifleri aldığı günlerden başlayalım. Kemal’in, ardına Yıldırım’ın eklenip Türkiye’nin ismi ve soyismiyle anılan ilk futbolcularından biri olma hikâyesi o günlerde başlar. Bir yaz akşamıdır, liseli gençler denizden döner. Bu gençlerden biri Orduspor’un genç takımında oynuyordur ve akşam Orduspor Stadı’nın arkasındaki toprak sahada yapılacak maça arkadaşı Kemal’i de çağırır: “Eksik çıkarsa sen de oynarsın.” Kemal futbola ilgilidir, Esnafspor’dan lisans da almıştır ama kulübün başkanı Aziz Tokat’tan dahi “Sen ne anlarsın futboldan, git voleybol oyna” sözlerini işitmektedir. Yine de oynamaya hazır hâlde sahaya gider. Göz ucuyla sayar spor kıyafetli çocukları, duaları kabul olmuştur, mevcut tek sayıdır. “Sen de geç geride oyna” sözleriyle atar adımını sahaya. Daha sonra forvetlerden biri diğerine sinirlenince Kemal’e seslenir: “İleri çık, ben geride oynayacağım.” Kemal o an ileri çıkar ve bir daha geri dönmez. Kentteki soya fabrikasının takımı Soyaspor’da teknik direktörlük yapan ‘Piliç’ Necmi, maç bitmeden onu gözüne kestirmiştir.

Sen gel bakayım buraya, nerede oynuyorsun?

Bir yerde oynamıyorum.

Nasıl oynamazsın? Lisansın yok mu senin?

Lisansım var, Esnafspor’da. Ama oynamıyorum.

O zaman sana 500 lira vereyim, lisansını getir.

Kemal parayı alıp kulübe gidince başkan huylanır. “Sen nereden buldun bu parayı?” sorusuyla başlayan süreç, pazarlığın kızışmasıyla, o güne kadar takımda oynamayan bir futbolcu için iki kulübün 1200 liraya anlaşmasıyla devam eder ancak sonlanamaz. Zira tüm bunlar olurken Kemal, Enes Ünal’ın Süper Lig’de maça çıkıp gol attığı yaştadır ve o dönem yaşı tutmadığı için transfer gerçekleşmez. Madeni gören Esnafspor onu oynatmaya başlar. Kemal iki yılı orada geçirdikten sonra Orduspor’dan teklif alır. Hiçbir altyapı eğitimi almamış hâliyle birinci ligdeki Orduspor’un as oyuncusu olur. Takım tamamen doldur boşalt futbolu oynamaktadır; takımın saha içi dağılımında forvet, açık kanat oyuncusu gibi roller yoktur. Sağdan Arif (Güney) sürekli orta yapar ama kimse kafaya çıkmaz. Solda ise Kemal durmadan çalım atar, iyi de atar. Hâl böyle olunca Kemal’in yetenekleri yine ön plana çıkar. Bu defa onun için kapısı çalınan Orduspor, kapıyı çalan ise Galatasaray’dır.

Kemal Yıldırım’ın Galatasaray’da geçireceği bir sezon, belki de tüm futbol kariyerindeki en silik dönem olacaktır. Ancak tüm bu kariyer, o sezonla doğrudan ilişkilidir. Kariyerinin son döneminde, o günleri “20 yaşındaydım. Ordu’nun nüfusu da 20 bindi. Ben İstanbul’a Galatasaray’ın kurtarıcısı olarak geldim. Çünkü herkes bana öyle bakıyordu. İnönü Stadı’na bir çıkıyordum ki karşımda 30 bin seyirci... Yani her maçta Ordu şehir nüfusundan 10 bin fazla insan, kurtarıcı olarak beni seyrediyordu. Bu kadar ağır bir yükü Galatasaray’ın ligde yaşama mücadelesi verdiği günlerde taşıyamadım. Galatasaray da beni taşıyamadı. Benim gençliğime, tecrübesizliğime katlanamadı. Bana sahip olamadı. Bana sabredemediler ve beni kırdılar. Ve ben o günlerden sonra ligde göçebe hayatına başladım” diye anlatır. Göçebe hayatı, Zonguldakspor’a kiralanmasıyla başlar Kemal Yıldırım’ın. Buradaki üçüncü maçında rakip Galatasaray’dır; iki golle kazanırlar, birini Kemal atar. Dönemin Galatasaray Futbol Şube Sorumlusu Bülent Eken’in “Bizi kendi silahımızla vurdular” açıklamasına, “Madem silahtım, beni niye kiraya verdiler?” şeklinde yanıt verir.

Sezon sonu gelip yeni anlaşma imzalanmayınca Galatasaray’la ilişkisi sona eren Kemal, teklif yapan üç takımdan kendisine otomobil sözü veren Adana Demirspor’u seçer. Asıl mesele ise oynadığı kulüpten öte, kendiyle ilgilidir. Önce düzenli yaşamaya başlar. Masaya oturup bir büyüğü devirdiği günler yavaş yavaş geride kalır. İki yıl kaldığı Adana’da bir porsiyon kebap yemişliği yoktur. Daha da önemlisi kendi kendine, “Kemal sen futbolu bilmiyorsun. Galatasaray’a kaçırılarak transfer oldun, Brian Birch sana ‘Kurtarıcım olacaksın’ dedi, çalımın var, golün var, asistin var ama yine de futbolu bilmiyorsun” der, buna inanır. İnancını, “O zaman öğreneyim” fikri takip eder. Ama nasıl? Tek kanallı dönemde, TRT’de çeyrek finalden itibaren yayınlanan Şampiyon Kulüpler Kupası maçlarını izler. Nottingham Forest’ın İskoç sol açığı John Robertson’ın oyun stilini görünce aydınlanır: “Hafif de göbekli, enteresan bir oyuncu. Baktım soldan gidiyor, orta açıp dönüyor, başka da bir şey yapmıyor. Dedim ki ‘Bu benim için çocuk oyuncağı. Eğer bu adam bunları yaparak Nottingham Forest’ta oynuyorsa, ben her yerde oynarım.’ Önceleri inatçıydım, Birch bana ‘Çalım atma, söylediğim gibi oyna’ dedikçe ben kafamın dikine gidiyordum. Hâlbuki adam doğruyu söylüyormuş. ‘Ben bilmiyorum, öğrenmem lazım’ dediğinizde işin en önemli kısmını bitirmiş oluyorsunuz. Çok şükür ben bunu erken yaşta fark ettim, daha 23’tüm, Robertson’ı izledikten sonra iyi futbolcu olmaya başladım ama Ankaragücü, Sakaryaspor, Gençlerbirliği derken yaşım da ilerledi. Bir de Galatasaray’dan sonra insanlar bana tekrar o gözle bakmıyordu. Anadolu’da gezdim durdum.”

Kemal Yıldırım, oynadığı her takımda ön plana çıkar, hele büyük maçlarda manşetlerde yeri hazırdır. Sol önde oynar, gol atar, attığının çok daha fazlasını da takım arkadaşlarına attırır. Oynadığı dönemde asist istatistikleri tutulmuş olsa belki bu alanda bir rekorun sahibi olacaktır. Ancak Adana Demirspor, Ankaragücü, Sakaryaspor, Gençlerbirliği derken Anadolu sarmalından çıkış yolunu bulamaz. Beşiktaş için iki defa ismi anılsa da yine hep yaş sınırına takılır. Önce 29 yaşındayken Gordon Milne’in isteği üzerine düşünülür, “Çok geç” denir. Ardından 35 yaşına geldiğinde Christoph Daum tarafından istenir. Serpil Hamdi Tüzün Hoca ile telefonda görüşür, tesislere çağrılır. Sonrasını kendisine sorduk: “Yaşım olmuş 35, Beşiktaş kulübüne gidiyorum transfer için. Oyuncuları da tanıyorum, hepsi arkadaşım, o saatte antrenmandalar, nasıl gideceğiz yani, ayıp olacak bu saatten sonra diye bir yandan gitmek istemiyorum. Laf olsun diye ‘Hadi gidelim’ dedim. Sorarlarsa da ‘Ali (Gültiken) Abi’yi, eski takım arkadaşım Rahim’i (Zafer) görmeye geldim’ diyeceğim. Öyle de dedim. Sonra Daum’la görüştük. Beni takımında istediğini belirtti. ‘Allah Allah!’ dedim, ‘Bu saatten sonra mı?’ Benim oyunumu bildiğini, yaşımın önemi olmadığını söyledi. ‘Tamam’ dedim ben, güldüm tabii. ‘Beni 29 yaşımda Gordon Milne istedi buraya, bakalım sen nasıl alacaksın, çok merak ediyorum’ dedim. ‘O zaman gençmişsin, şimdi daha kolay alırız’ yanıtını verdi. Alamadı tabii.”

Yaş meselesi sadece İstanbul’a transferinde karşısına çıkmaz Kemal Yıldırım’ın. Büyük maçları bir bir alıp gol krallığı yarışında zirveyi de zorlasa, her sezon sonu altın karmalara da girse milli takımda adı yoktur. Rivayet odur ki bir gün Sepp Piontek, Sarıyerli Sercan’ı (Görgülü) izlemek için maça gider, rakip Kemal Yıldırım’ın formasını giydiği Gençlerbirliği’dir. Alman teknik adam yanındakilere heyecanla “Buldum!” diye bağırır. Kimdir, nedir derken oyuncunun 33'ündeki Kemal Yıldırım olduğu anlaşılınca konu orada kapanır. Kemal yalnızca bir defa, 1990 yılının Mart ayında arkadaşlarından milli takıma çağrıldığını öğrenir. Televizyonlar, gazeteler haber yapar: “Sakatlanan Orhan’ın (Çıkrıkçı) yerine Dublin kafilesine Gençlerbirliği’nin usta futbolcusu Kemal Yıldırım dâhil edildi.” Bu defa da pasaport yetişmez. Dublin’e giden oyuncu, işlemleri İstanbul’da kolaylıkla halledilen Sercan olur. Kemal’i takıma alamayan Piontek ise Erzincanlı depremzedeler yararına oynanan Dünya Karması maçında ona Türkiye Karması’nda yer verir. Tigana, Breitner, Rummenigge, Best, Tardelli, Abedi Pele, Gentile gibi yıldızlar karşısında futbol oynama şansı bulan tecrübeli forvet, açılış golüne imzasını atar. Ona reva görülen, bu maç ve 15 dakikalık ümit milli takım kariyeriyle yetinmektir.

İstanbul’a transfer gerçekleşmez, milli takımda da oynayamaz ama Kemal Yıldırım yine de dönemin gazete ve mecmualarının popüler ismidir. Bunda sadece oynadığı futbol değil, kurduğu alışılmadık cümleler de etkilidir. Önündeki maçlardan çok, önündeki hayattan söz eden biridir o. Spor sayfalarında “İnanılmaz bir teklik ve yalnızlık anlayışım var. Kendimi tanıdım önce, ‘Kimim?’, ‘Neyim?’ sorularına yanıt aradım. İnsanlarla gerçekte derin dostlukların çok zor olduğuna inanıyorum. Gerçek dostluklar, kişilerin kendi güçlüklerini aşmalarından sonra kurulabilir” gibi cümlelere rastladıysanız, sahibi muhtemelen bellidir. Bunun nedeni de kadife bilekli hücumcunun Ankaragücü formasıyla yaptığı deplasman yolculuklarında saklıdır. Bir Sakarya deplasmanı dönüşü, otobüste eline Suç ve Ceza’nın ilk cildini alır, hayatı değişir. Dostoyevski’nin psikolojik çözümlemeleri onu derinden etkiler ve o gün itibarıyla Dostoyevski hakkında ne varsa kütüphanesine ekler. Oradan Tolstoy’a, Gogol’a, Kafka’ya, Andre Gide’e uzanır; müzik zevki değişir, klasiğe merak salar. 29 yaşında üniversite sınavına girer, hukuk okumak ister zira futbolun adaleti yoktur. İlk sınav sonunda sosyalde yüzde 2’lik dilimin içindedir. İkinci aşama için üniversite hazırlık matematiğine çalışmaya başlasa da vakit dar gelir. Satrancı sever, ileri derecede briç oynar. Bunları yaparken yalnızca kişisel hazzın peşindedir, promosyon onun işi değildir.

Hayata farklı bakmak, beraberinde sahaya farklı bakmayı da getirir. Dikdörtgenin içini de sorgular Kemal Yıldırım, bunun sonucunda da kendi penaltı stilini yaratır örneğin. Kalecilerin penaltı anındaki davranışlarını inceler ve penaltı sırasında rakibinin hareketini bekleyip topu yavaşça diğer köşeye yuvarlayarak bu alanda şöhret kazanır. Kalecilerin rastgele bir köşe seçip atladığı zamanlar, yerini akıl oyunlarına bırakır. Arkadaşlarının hareket etmemesini tembihlediği Sarıyerli Detlef Müller tarafından kurtarılan penaltısı günlerce konuşulur. Ancak en beğendiği, Eintracht Frankfurt maçında Uli Stein’a attığıdır. O penaltı, sportif değeri formaliteden öte değilse de onun tezinin en şık somutlaşmış halidir.

Otuzundan sonra transfer olduğu Gençlerbirliği’nde kariyerinin en parlak iki yılını geçirir. 15 gol attığı 1990-1991 sezonunun ardından takım arkadaşlarından alır haberi: “Abi transfer görüşmelerine gelme, başkan herkesi kovuyor.” Kemal “Bana yapmaz” der, gider. İlhan Cavcav’la aralarında şu diyalog geçer:

Kemalciğim, senin değerindeki parayı veremem.

Başkanım önemli değil, sen ne veriyorsun?

Sen benim verdiğim paraya oynamazsın, boşver.

Ya sen söyle, ben kabul ediyorum.

Yok yok, boşver sen.

Yani diyorsun ki, “Sen git kardeşim.”

Yok öyle değil de…

Tamam, ne istiyorsun bonservisimden?

600 bin lira.

İki yıl önce Sakaryaspor’dan 10 bin liraya transfer edilen Kemal için, şimdi çok daha fazlasına ikinci ligdeki Zeytinburnuspor’un yolunu tutma vaktidir. Hazırlık kampında döktürüp basının ilgisini çekerken bir sabah erkenden İlhan Cavcav’ın telefonuyla uyanır: “Kemalciğim, bıraktın gittin bizi.” Ben mi bıraktım, sen mi bıraktın derken Cavcav “Hiç sorma, hep bu (teknik direktör) Jarabinsky yüzünden, yoksa ben seni kovar mıyım?” der. Telefon kapanır ancak ertesi sabah tekrar çalar:

Kemal, çantanı topla, atla gel.

Ne oldu?

Kovdum, senin yüzünden kovdum.

Kimi kovdun?

Jarabinsky’yi kovdum, vallahi de senin için kovdum. “O varsa ben yokum” dedi, ben de kovdum. Atla gel hadi.

Görüşme günü İlhan Cavcav, eski oyuncusuna Zeytinburnuspor’dan aldığı parayı teklif ettiğinde hiç beklemediği bir cevap alır: “Başkanım, ben geçen sene 15 gol attım, sen beni kovdun. Bana bu paranın yarısını versen ben kalırdım. Ama şimdi bir buçuk katını istiyorum. Yoksa ikinci ligde iyiyim.” İstanbul’da kalan Kemal, 10 gol atıp iki katı asist yaptığı sezonda takımı birinci lige çıkamayınca ertesi yıl devre arasında Bakırköyspor’a transfer olur ama Nisan ayında yollar ayrılır. Dört ay futbol oynamayan 35’lik futbol emekçisi, liglerin başlamasına sayılı gün kala Zeytinburnuspor tesislerine gider ve antrenman yapmak ister. Kısa süre sonra da ligin en az kazanan oyuncularından biri olarak kontrat yapar. Teknik direktör Sakıp Özberk, üç buçuk aydır futbol oynamadığı için ona bir o kadar zaman vereceğini, daha sonra hazır olursa oynatacağını söylese de Kemal, ligin ilk maçında onbirdeki yerini alır. Sezonu takımın gol ve asist kralı olarak bitirmekle kalmaz, son hafta Karabük deplasmanındaki gol ve asistiyle, son dakikada takımını ligde tutar. Karabük’te yaptıklarıyla büyük takdir toplayan ve şehirde bir caddeye ismi verilen İlyas Tüfekçi’nin takımı ikinci lige düşerken, Zeytinburnu Belediyesi de aynısını Kemal Yıldırım için yapacağını ilan eder. Bu vaat hiçbir zaman gerçekleşmez. Zeytinburnuspor ertesi yıl küme düşse de bir süre daha orada devam eder. 38’ine geldiğinde yarım sezon da üçüncü ligde oynar ve futbolu bırakır.

Saha içiyle işi bittikten sonra ilk tekliflerinden birini yine tanıdık birinden alır. Telefonun ucundaki de, söylediği sözler de şaşırtıcı değildir.

Kemal ne yapıyorsun?

İyiyim başkan.

Tamam, çantanı al gel.

Ne olacağım?

Menajer olacaksın.

Sağol başkanım, tamamdır.

Yalnız bir hoca bulunacak şimdi.

Başkan sen ciddi misin? Yani Gençlerbirliği hocasını bulmak bana mı kalmış?

Evladım, bize en yakışan hocayı araştır getir. Ben üç günlüğüne Almanya’ya gidiyorum, sen hemen gel buraya, döndüğümde konuşacağız.

Kemal Yıldırım, bu defa gerçekten de Ankara’ya gider. Başkentte onu bir haber karşılar: “İlhan Cavcav, Belçikalı çalıştırıcı Walter Meeuws ile anlaşma sağladı.” İnancını kaybeder ve geri döner. Bir süre Adanaspor’da teknik direktörlük yapar. Ardından inzivaya çekilir. Bugünlerde Antalya’da yaşıyor. Bir caddede adı yok. Hakkını veren, ismini anan dahi yok. Zira “Gösteri toplumunda görünen şey iyidir. Ve gösteri, bir imajlar toplamı değil, kişiler arasında var olan ve imajların dolayımından geçen bir toplumsal ilişkidir.”

Socrates Dergi