Minnet
20 dk
Ülke futbolunda yeteneğin keşfedilmesi ve eğitilmesi dendiğinde akla gelen isimlerin başında Serpil Hamdi Tüzün var. Fuat Yaman da ona en çok şey borçlu olanlar arasında. Yaman'ın gözünden 'o' ve diğerleri…
Fuat Yaman ve Suat Kaya… Konya-İstanbul arası tren yolculuğunda babamla yaptıkları sohbetle ilk futbol anımın kahramanları olmuşlardı. Şubat 2020'de Fuat Yaman'la buluştuğumuzda o günü anlattım, sonra da Serpil Hamdi Tüzün'ün tedrisatından geçip A takımla maça çıkan üç futbolcu üzerine hazırladığım yazıdan bahsettim. Serpil Hamdi Tüzün konuşmak için başladığımız sohbet, Shankly'den Zonguldakspor'a, Sergen'den Nihat'a kadar uzamış, üç buçuk saati geride bıraktığımızı ise Fuat Yaman'ın eşinden gelen telefonla anlamıştık. Merkezde kim olursa olsun, sıkça dokunduğumuz nokta ise yeteneğin keşfi ve doğru yönlendirilmesiydi…
1970'li yıllar… Caddebostan'da oturuyorum, mahalledeki arkadaşları gördüm, ellerinde çantalar…
— Nereye?
— Fenerbahçe seçmelerine gidiyoruz.
— İyi, bekleyin ben de geleyim.
Gittim, daha seçmeler başlamadan topla oynatırlarken seçildim, on dakikada. İsmimi, telefonumu aldılar, babama muvafakatname imzalatmamı istediler. Babam da 1960 yılından beri Beşiktaş'ın kongre üyesi. "Fenerbahçe'de top oynayacaksan gelme. Git Beşiktaş'ta oyna oynayacaksan!" dedi ve vermedi muvafakatnameyi.
Sonra araştırdık Beşiktaş seçmesinin tarihini, gittim Şeref Stadı'na… Serpil Hamdi Hoca'yı ilk kez orada gördüm. "Seçme 16.00'da" dediler ama saat beş oldu, sahada hâlâ top oynanıyor. "Özür diliyorum. Maçların saati uzadı. Bu nedenle bugün aranızdan çok az arkadaşınızı, otuz kişiyi görebileceğim" dedi ve atletik çocukları seçmeye başladı… Ben ufak tefeğim, parmaklarımın üzerinde dikkat çekmek için bekliyorum ama beni seçmiyor! Seçti, seçti, seçti… Sonra ya 27 ya da 28. kişiyi sayarken, "Sen!" dedi, otuza kapağı attım. "İki takım yapacağım, üç-beş kişi de kenarda duracak" dedi. Takımları yaptı ama ben yokum. Güneş de battı batacak… "Beni görme şansı yok" dedim ve nasıl bir his geldiyse "Takımlar sahaya" dediği anda daldım ben de sahaya. Takımların biri 12 kişi!
Bizim takım hem fazla hem de tesadüfen çok güçlü. Sanlı (Sarıalioğlu) Abi geldi o arada. Doğan Andaç'ın yardımcısıydı o zaman. Biz o oyunu oynarken de Serpil Hamdi Tüzün bana birkaç kez "Aferin Sarı, ismin ne?" falan diye sordu. "Tamam," dedim "Yırttım işi!" Sonra top kornere çıktı. Serpil Hoca "Oğlum, bir dakika kullanma" dedi. Başladı saymaya… "Oğlum bu takımlardan biri 12 kişi, ben kimi saymadım da sahaya girdi!" diye bağırmaya başladı. Çıkardı cebinden kâğıdı, "Oğlum Fuat, biz seni saymamışız ki, çık dışarı" dedi. Sanlı Abi, onun önünden geçerken "Oğlum, sen niye çıkıyorsun? Gayet iyi oynuyordun, hoca başkasını çıkarsaydı ya" demez mi! Tam o arada Serpil Hamdi Hoca seslendi ve başkasını çıkarıp beni soktu. Maç sonunda da "Gidin, oradaki deftere adınızı, soyadınızı ve telefon numaranızı yazın, biz sizi arayacağız" dedi.
Geldim eve, babam sordu, "Arayacaklar, kazandım" dedim ama günler geçti, arayan yok! Babam da "Hani kazanmıştın?" diye sıkıştırıyor. En sonunda kalkmış Şeref Stadı'na gitmiş, Serpil Hamdi Tüzün'ü bulmuş, durumu anlatmış. Meğer o defteri kaybetmişler ve ondan arayamamışlar. "Mutlaka gelsin" demiş… Evrakları götürdüm önce; Serpil Hamdi Hoca, "Gözün aydın lisansın çıktı. Pazar günü 11'de Altunizade Sahası'nda maçımız var, 9'da orada ol!" dedi. Gittim, 11'i yazmaya başladı, bir baktım adım var. Şunları söyledi: "Oğlum şaşırmışsındır ama senin bu futbolculardan eksiğin yok, fazlan var. Ama bu fazlalığı bugün gösteremeyebilirsin, doğaldır. Ne kadar kötü oynarsan oyna, sakın sahanın kenarına bakma, ben seni oyundan çıkarmayacağım. Bildiklerini, söylediklerimi yap ama ne olursa olsun kenara bakma." Ve sonra da hep oynadım…
1970'ler... Beşiktaş Genç Takımı. Fuat Yaman, ayaktakilerden soldan ikinci... Takım kaptanı Ziya Doğan...
Yeteneği görmek de bir yetenek. Benden çok daha yetenekli insanlar vardı. Anatomik olarak da eksiklerim vardı; çabuk değildim, hızlı değildim, dayanıklı değildim. Ama bana şunu derdi: "Herkesin iki gözü var ama senin dört-beş gözün var. Top sana gelmeden sahanın fotoğrafını çekebiliyorsun. Bu, çok az futbolcuda var."
Bugün 'gegenpress' diye bir şey var. 1976'da Serpil Hamdi Tüzün bunu bize yaptırıyordu. Rakiplerimiz ister istemez oyunu sahalarına hatta ceza sahalarına kapanarak oynamaya başlarlardı. Biz de kazandığımız topu kademe kademe geriye doğru oynar ve kendi sahamıza geldiğimizde taca atardık. Rakipte biri mecburen taç atacak, ona yardıma gelmesi gereken en az iki kişi olacak ve bize alan açılacak. Plan buydu. Topu orada kazanıp hücuma başlıyorduk. Tekrarlıyorum, sene 1976…
Ajax tabii ki pres uyguluyordu 1970'lerde ama topun olduğu bölgeye üçlü veya dörtlü gruplarla pat pat pat ani baskılar yapıyorlardı. Diğer takımlar bu şekilde bir baskıya alışık olmadıkları için hazırlıksız yakalanıyorlardı. Ama üç-dört kişinin topa baskı yapması demek, diğer alanlarda boşluk verilmesi demekti. Serpil Hoca'nın baskısında, toplu oyuncuya bir kişi basar, diğerleri de sahanın kalan kısmını bölüşürdü. Üstelik rakipte topa sahip olan oyuncuya olan baskıda da yarım metrelik bir mesafe isterdi ki defansımız yükseldiğinde atılacak bir uzun top bizi zorda bırakmasın.
16 yaşındayım, bir defter vermişti. Her maçtan sonra karşılaştığım zorluklar, maçta neyi iyi, neyi kötü yaptın? Sonra o defterleri alır ve maç maç kendi aldığı notlarla karşılaştırır. Hep şunu derdi: "Maçtan sonra en çok başınız ağrıyacak. Ayaklarınız, bacaklarınız değil. Düşünmekten yorulacaksınız." Benim kariyerim boyunca hep başım ağrıdı bu yüzden. İnsanların beynindeki nöron sayısından ve futbolcunun nöronlarını artırma çalışmasından bahsederdi. "Nöron ne, ne işe yarar?" diyorsun. Daha 18 yaşındasın. Google yok. Eve gel, ansiklopedi aç, araştır… Bu da bir altyapı çalışması bak!
Hangi kulüpte olduğunuzu, ne tür bir büyüklükte olduğunuzu bilmelisiniz" derdi. Şeref Görkeylerden girerdi, Kaya Köstepenler, Süreyya Özkefeler, Ahmet Fetgeriler, diğer kurucular… Hepsini bize öğretti. Bir de sınav yaptı bunlardan. "Bunların bize ne faydası olacak sahada?" diyordum ama öyle değil işte. Beşiktaş bayrağı vardı, o bana zimmetliydi. Her maçtan sonra eve götürürdüm, annem yıkar, ütülerdi. Maça götürür, Şeref Stadı'nın soyunma odalarının girişindeki peteklere koyardım… Isınırız, maç konuşması yapılır, Serpil Hamdi Hoca son sözlerini söyler ve tek tek o bayrağı öperek sahaya çıkardık. İçeride, dışarıda, her maç!
Genç takımda maça çıkacağız, o zaman A takımdan önce biz oynuyoruz. Tam kapalı tribünün altında kalan koridorda ısınıyoruz, o dönem Beşiktaş çok kötü durumdaydı ve taraftarının meşhur tezahüratı vardı: "Başın öne eğilmesin, aldırma Kartal aldırma!" Serpil Hamdi Hoca, "Duyuyor musunuz?" dedi: "Bir gün gelecek bu tezahürat buradan silinip gidecek. Hiçbir insana bunu söyletmeyeceksiniz. Beşiktaş, insanlara galibiyet, şampiyonluk şarkıları söyletecek. Böyle şarkılar söylenmeyecek, bana söz verin." Hem dinliyoruz hem ağlıyoruz…
Serpil Hamdi Tüzün'ün A Takım'a çıkardığı üç genç futbolcu: Süleyman Oktay - Fuat Yaman - Ziya Doğan
Beşiktaş kötü gidince, Serpil Hoca da muazzam işler yapınca, A takımın başına geçirdiler. Serpil Hoca beni, Ziya'yı ve Süleyman'ı idmanlara çıkarıyordu. Hem bizi düşünüyordu hem takımı iyileştirmeye çalışıyordu ama takım, onun isteklerini karşılayacak güçte değildi ki… Genç takımdan sekiz-on kişi çıksak ve altımız ilk 11'de oynasak takım bize ayak uydururdu. Ama öyle berbat bir ekibin içine girdik ki telef olduk. Uzun süre gençlerle çalışmış bir altyapı hocası için o sezonki Beşiktaş çok cazip bir yer değildi. O takımda saygıyla anacağım tek insan Rasim Kara'dır. Kişilik anlamında çok bozuk bir grup vardı. Yardımcı antrenörü kumpaslamalar, takım içinde kriz yaratmalar, takımı sabote etmeler… Serpil Hamdi Hoca bu sorunları transferle gidermeye çalıştı ama gelen futbolcuların bazıları iyi niyetli ve dürüst olsa da geneli değiştirecek güce hiçbir zaman ulaşamadı.
Süleyman, Ziya ve beni, Adana Demirspor'la yapılan Türkiye Kupası maçında sahaya sürdü… Küçük yaşlardan beri maça giderdim ve en çok etkilendiğim şey Beşiktaş'ın tünelden İnönü'ye çıkışıydı. Önce üç-dört polis çıkar, kenara çekilir, sonra da Beşiktaş sahaya çıkar… Kalbim duracak gibi olurdu. Beleştepe'de ya da İnönü'de oturan bir çocukken önce Şeref Stadı'na ayak basıyorsun, bir buçuk sene sonra da o tünelden çıkıyorsun. O an şunu hissediyorsun: "Şu an nefesi kesilen, kalbi duracakmış gibi olan kaç çocuk vardır acaba?" Zemin kayıyordu ayağımın altından, tir tir titriyordum. Paunovic vardı, "Faut, no problem! Faut relax, oyna!" deyip derin nefes almamı söylüyordu. O gün çok kötü oynadım aslında. Ama bizim basın altyapı oyuncularının oynamasına alışık olmadığı için methiyeler düzdü bana. O Adana Demirspor maçı, gerçeklerle yüzleştiğim, algımın çok ötesinde bir tecrübeydi.
Beşiktaş'tan ayrılmam garipti. Serpil Hoca ayrılınca Metin Türel hoca olmuştu. Kulüp binası Sıraselviler'deydi, çağırdılar. Yöneticiler, "Kaç para istersin" diye sordu, "Çok para isteyecek bir durumum yok çünkü çok fazla oynamadım ama kalmak istiyorum" dedim. Metin Türel de kalmamı istediğini söyledi, yöneticiler de… Çıktım dışarı, kapının önünde rahmetli Kazım Kanat, Faik Gürses, Şansal Büyüka… "Ne oldu?" dediler, "Hoca kalmamı istiyormuş, kalacağım" dedim. Aynı anda bir "Allah Allah!" çıktı ağızlarından, "Az önce açıklama yaptı: 'Gençlerden hiçbirini tutmam. Bir Ziya kalabilir, o da yedek' dedi." Ertesi gün Hürriyet gazetesini bir açtım, iki takım yapmışlar, ben ikisinde de yokum, Ziya da ikincide parantez içinde yazıyor. "Doğru, bize ekmek yok" dedim. O sırada da İsa Ertürk transferinden dolayı ortalık karışmıştı. Önce Fenerbahçe'ye sonra Beşiktaş'a imza atmış falan… Zonguldak da Beşiktaş'tan iki oyuncu istiyor, ilk o zaman Zonguldak gündeme geldi, süreç uzasa da Zonguldak'a transfer oldum.
Zonguldakspor günlerinden...
Zonguldakspor'a gittim, üç ay kadroya giremedim. Candan Tarhan odasına çağırdı, yanında da Volkan (Yayın) Abi… "Sarı, n'aber? Volkan'la konuşuyoruz da sana şans vermem gerektiğini söylüyor. Sarı, ben seni neden oynatayım oğlum? Bana gençliğini göstermezsen ben seni nasıl oynatayım?" dedi. Anlamadım başta, "Nasıl gösterecekmişim gençliğimi?" Devam etti, "Kayacaksın, vuracaksın, çekeceksin, tutacaksın…" Hiç yapamayacağım şeyler bunlar ama vizyon bu kadar. Serpil Hamdi'nin takımında rolüm şu oldu hep: "Fuat'ı görürseniz, topu ona verin." Neyse, eşofman altı giyerek, toprak sahada kayarak, vurarak, kırarak Candan Abi'nin gözüne girdik… Zamanla çok iyi bir takım olduk hatta 1981-82'de ligin bitimine yedi hafta kala liderdik. Sonra İstanbul basını şehre geldi, maden ocaklarında fotoğraflar falan derken kendimizi kaybettik… Adana'ya yenildik, Bursa ve Bolu'yla berabere kaldık, gitti liderlik. Akabinde dördüncü bitirdik ligi. Beşiktaş da Milic'le 15 yıl sonra şampiyon oldu.
Hâlâ merak ederim, paralel yaşamda "Beşiktaş'ta kalsam acaba ne olurdu?" diye. Çünkü biz üç kişiyken bizi boğmaları kolaydı. Sonra 1980'lerin başında bizim çocukların ağırlıkta olduğu kadrolar oldu. O kadroların içinde yer almak isterdim. Ha, Dorde Milic hocaydı, ağır idmanlarını kaldırabilir miydim, Milic arkada da gözlerimin olduğunun farkına varır mıydı? Bilemiyorum. Ama orada olmasam da hep gurur duydum o takımla…
Sakaryaspor, Eskişehirspor, Antalyaspor, Konyaspor… Kariyerim böyle devam etti. Bu takımların hepsi 1. Lig'deydi… Ama travmam değişmedi: Çalıştığım hocalar vizyon olarak Serpil Hamdi Tüzün seviyesinde değildi. Fethi Demircan gibi bana bir şeyler katan hocalarım vardı ama birçoğu ile konuşurken bile kelimeleri seçmek zorunda kalıyordum, beni anlamadıkları için. Hepsi nabzıma baktı, beyaz kaslarımın az olduğunu ve sprinter olmadığımı söylediler, dayanıklılığımı Cooper'la ölçtüler… Bakmadan pas atmam Serpil Hamdi Hoca'nın en çok övdüğü taraftı ama diğerleri "Neden bakmadan pas atıyorsun ki?" dediler. Bugün bile zaman zaman kâbus görürüm: Bir şehirde futbolcuyum ve oynamıyorum. Hoca "Bu gitsin!" diyor. Eşim de bıktı, "Yine mi?" diyor, kötü uyandığımı görünce.
Serpil Hamdi Tüzün, antrenörlüğe başlamamda da önayak oldu. Beni Beşiktaş altyapısında hoca yapan da kendisidir. Altyapıdan A takım yardımcılığına yükseldim. Rasim Hoca'yla çalıştık, sonra da John Benjamin Toshack'la. Adamın iki lafından biri Bill Shankly'ydi. Bazen santrforlara kızar, sahaya girerdi… Rakibi nasıl sırta alması gerektiğini gösterir, ikiye birde futbolculara bir top indirir, inanamazsın! İstasyon diyoruz ya, fiziğiyle defansa yaslanıp çevresini oynatan adam. Shankly bu cevheri görmüş o adamda, Cardiff'ten getirmiş, Keegan ve Heighway'in ortasına bunu dikmiş ve bir efsane çıkarmış ortaya… Onun hayatındaki Shankly benim hayatımdaki Serpil Hamdi Hoca gibi. Shankly, Serpil Hamdi Hoca'ya benziyor ama konuşması ve davranışları daha Akdenizli. Toshack anlatmıştı, pazartesi evlilik yıldönümü, yer ayırtılmış restoranda falan… O sabah bir telefon geliyor, ne biliyim kaçıncı ligde, takip ettikleri bir oyuncunun maçı var. Adam sabah basıyor, 190 km şehir dışına gidiyor. Sonra hatırlıyor evlilik yıldönümünü ama gidemiyor restorana. Böyle bir manyak. Bir maçta sol bekleri bacak arasından bir çalım yiyor ve soyunma odasında tüm takımdan özür diliyor. Shankly şunu diyor: "Bacaklarını açık bıraktığı için özür dilemesi gereken sen değil, annen." Bana bir antrenör böyle davransa oynayamam.
John Benjamin Toshack ve Beşiktaşlı yöneticilerle...
Toshack iyi antrenör müdür, tartışılır ama çok dürüst bir çalışandı. Çalıştığı süre boyunca Beşiktaş'ın menfaatinden başka bir şey düşünmedi. Çalışma tekniği, metotları, futbol kafası çağdışı… Hâlâ Shankly'nin yaptırdığı idmanlar yapılırdı Fulya'da. Ama Yasin, Aydın, Hikmet, Savaş, Nihat gibi yetenekleri genç takımdan gözünü kırpmadan çıkardı. Bir başka önemli olay da şuydu: Letchkov, "Benim bonservisimi verin" dedi. Toshack da "Bonservis paranı ver, git" dedi. Süleyman (Seba) Abi, memur zihniyetli bir insan, baktı ki Letchkov oynamayacak, gitsin diye bonservisinin çok altında bir fiyata satışına onay verdi. Toshack da Serdar Bilgili'ye gitti, "Beşiktaş'ın gururunun fiyatı bu mu! Buysa ben cebimden ödeyeceğim ama bu adamın bu fiyata gitmesine izin vermeyin. Bonservis fiyatını getirsin, istediği yere gitsin!" Satamadılar korkudan, Letchkov da "Futbolu bıraktım" dedi ve çekti gitti. O ara benim görevim vardı, Eurosport'ta dünyanın birçok yerinden maçlar yayımlanırdı, bana da oradaki maçları izleyip dikkatimi çeken oyuncularla ilgili notlar almamı söylemişti. Bir gün yine izliyorum, Bulgaristan'ın maçı var, baktım Letchkov sahada… Ertesi gün "Letchkov milli takımda oynadı" dedim. "Emin misin?" dedi, hemen biriki telefon açtı, İspanyolca bir şeyler konuştu… Günlerce işin peşinden koştu, tedbir koydurttu. Letchkov da bir kulüple anlaştı ve o bonservis parasını Beşiktaş'a ödediler. Süleyman Abi kulübe geldi, Toschack'a teşekkür etti. Toschack da şunu demişti: "Aslında bana teşekkür etmek için gelmedi, bonservis parası için geldi."
Ama antrenörlükte önemli olan başka şeyler de var işte. Toshack içeriye bir girer; dev gibi bir adam, 1.90 boy, paltosu, şapkası, "Bir şey geliyor" dersin. Serpil Hamdi Tüzün odaya girse odacı bile fark etmez. Hızlı hızlı yürür, lacivertgri eski bir palto, on senelik ayakkabılar… Yapı meselesi. Ha, futbol konuşsalar Serpil Hamdi Hoca anlatırken Toshack'ın balataları yanar, seviye olarak Serpil Hoca'nın çantasını taşır ama A Takım antrenörlüğünde farklı özellikler de gerekli. Toshack'taki o özgüvenin, duruşun yarısı, bak yarısı Serpil Hamdi Hoca'da olsa Chelsea'yi falan çalıştırırdı. Serpil Hamdi Hoca'ya yazılan bir mektubu ben gördüm, "Seninle sohbet etme fırsatını bana verirsen mutlu olurum" diyor. Kim? Arsene Wenger… Ne yapsam ona hakkını ödeyemem. Bedeli yok! Keşke şu anda sağlıklı olsa ve bir saat de olsa futbolla ilgili konuşsa, ben de dinlesem… Neler öğrenirim, kimbilir?
Abiler, Afiyet Olsun!
Bir gün genç takım idmanında ufak tefek bir çocuk gördüm, toplara bir vuruyor, top ötüyor. Hocalara sordum, adı Nihat'mış, iyi de ben genç takımların maçlarını izliyorum, oynamıyor bu çocuk? "E belinde bir rahatsızlığı var da ondan." Hiç rahatsızlığı var gibi de durmuyor. Yasin eski talebem, onu çağırdım, sordum o da "Hocam, niye oynatmıyorlar bilmiyorum" dedi. O dönem her çarşamba amatör küme takımlarıyla maçlar alırdım. Toshack "Bu hafta kimle oynayacağız?" diye sorunca aradığım kulüplerden olumsuz yanıt aldığımı söyledim ve "İstersen genç takımla oynayalım" dedim. Altyapı hocasından da Nihat'ı oynatmasını istedim. Çarşamba geldi, yarı saha çizgisinin bir yanında ben, öbür yanında Toshack, her zamanki yerimizi aldık. Nihat sol tarafta oynuyordu, bir ters top geldi, indirdi, savunmacıyı geçti, bir vurdu… Çatala bir mermi gitti! Toshack'a baktım. Yürüdü, yürüdü, yürüdü, yanıma geldi: "Fuat, bu çocuk yarın bizimle antrenmana çıkacak." Ertesi gün Nihat geldi, kimse onu tanımıyor ama sanki yirmi senedir takımın içinde. Çocuk ya çocuk! Yemekten kalktı, babaların yanından geçerken "Abiler, afiyet olsun" dedi. Bunlar basit görünen zor şeyler...
Koşsaydı?
Sergen saç telinden ayak tırnağına kadar futbolcuydu; Messi, Maradona seviyesinde. Antrenörlüğünü de yaptım, böyle bir şey yok! Sergen'i Sergen yapan şeylerden biri futbolu doğrularıyla oynamasıydı. Dünyanın en gerçekçi oyuncusuydu. On kişiyi geçecek yetenek var ama topun üstünden de atlar, pas atar, alver yapar… Bunun nedeni de Serpil Hamdi Tüzün'dür… "Koşsaydı şöyle olurdu, böyle olurdu" diyenler var ya, Sergen'i tanımayanlar onlar. Dayanıklılık kapasitesi inanılmaz yüksekti. Sabaha kadar uyumamış, kumar masasından kalkıp sabah idmanına geliyordu…
Mutfağa giriyor, ekmeğin arasına peyniri koyuyor ve sahaya çıkıyordu… Fulya'da yağmur, saha ağır ama Rahim, Erkan, Ali… Deli oluyorlar çalım yemekten, vuruyorlar, itiyorlar ama böyle bir kuvvet, dayanıklılık yok! Sezon başı yapılan bir sürü test var, 28 kişide ya birinci ya da ikinci Sergen, hep öyle! Ve eminim çok sıkmıyor kendini. Ama gerekli fedakârlıkları yapmadı, hiçbir antrenör de düzeltemedi. Ona çıkış noktası, mazeret üretecek yer bırakmamak lazım: "Ben idman yapmasam da onlar kadar oynarım" diye düşünürdü çünkü. Oynarsın kardeşim, biliyoruz ama biz senin normal topçu kadar oynamanı istemedik ki! Potansiyelinin de üzerine çıkmanı istedik.
Beşiktaş'ta yardımcı antrenördüm, Ziya'yla bir gün buluştuk... Bana "Ya, Sergen gibi adamı nasıl kullanamıyorsunuz?" dedi. "Ya, Ziya" dedim, "Beşiktaş PAF takımı antrenörüyken, yan sahada A takım çalışırdı, başlarında Christoph Daum… Her beş idmanın birinde Sergen'i antrenmandan dışarı atardı. Sergen de ben de Daum'a sinir oluyorduk. Sergen'in yanına gider "Beşiktaş bizim oğlum, herkes gider biz kalırız. Saygı duyulacak bir futbol beynin var, boş ver başka beyinlerle uğraşma" derdim. Ama sonra Sergen'in antrenörü oldum ve anladım o işin kolay olmadığını. Onun için sen de öyle kolay sanma" Sonra İstanbulspor'a gitti Sergen, Ziya da orada antrenördü ve Sergen belki de kariyerinin en kötü dönemini geçirdi. Yıllar sonra Ziya'yla karşılaştım: "Böyle demiştin, hatırladın mı?" Hatırlamış, "Hiç sorma ya, ben böyle antika bir adam görmedim" dedi.