Mitler ve Gerçekler

16 dk

Basketbolun değişimindeki iyi ya da kötü her şeyin tek sorumlusu modern istatistikler mi? Eski Milwaukee Bucks yöneticilerinden, The Athletic yazarı Seth Partnow'a sorduk.

Seth Partnow için NBA başta bir meslek değildi, bunun hayalini bile kurmuyordu. Hukuk eğitimi alan, bir dönem poker oynayan, annesiyle birlikte kurduğu danışmanlık şirketinde yıllar boyunca dirsek çürüten biri olarak NBA, onun için bir hobiydi. 2000'lerin başında birçok 'inek' gibi, o da internet sayesinde oyunun farklı bir yönünü gördü, istatistiklerin dünyasına daldı. Ve ne tesadüf ki Moneyball devrimi, ona da bambaşka bir kapı açtı. Billy Beane'in beyzbolda gösterdiklerini başka sporlarda uygulamak isteyen, işleyişlerindeki verimsizlikleri ekonomik şekilde aşmak isteyen takımlar onun gibi isimlerin desteğini aldı. Böylece otuzlu yaşlarındayken kendini bir anda NBA çevrelerinde buldu. 2016'dan 2019'a kadar Milwaukee Bucks'ta çalışan, ekibin basketbol araştırmaları bölümünün direktörlüğünü üstlenen Partnow, şu sıralar fikirlerini The Athletic'teki popüler köşesinde paylaşıyor ve NBA'in analitik devrimi üzerine bir kitap kaleme alıyor. Ve hâlâ ayakları yere basıyor. "Kimseye nasıl oynaması gerektiğini söyleyemeyiz ama uzun vadede, insanların basketbol anlamında daha iyi kararlar almasına neden olan bilgi akışına katkıda bulunabiliriz" diyor. Ve bildiklerini anlatırken sık sık kahkaha atmayı ihmal etmiyor.

Kolay bir soruyla başlayayım: Son dönemde herkes NBA'deki analitik devrimden (analytics) yani gelişmiş istatistiklerden söz ediyor. Bu akım size ne ifade ediyor?

Bu kolay soru muydu? (Gülüyor.) Tabii, kendi tarifimi yapayım. Bana göre analitik devrimi, veriyi sistemli bir şekilde karar verme süreçlerine dahil etmek demek. Unutmayın, veri dediğimiz şey sayılardan ibaret değildir. Gözlemcilerin oyuncuları düzenli aralıklarla seyretmeleri de bir veridir, sayılardan farklı bir veridir ama benzer amaçlara hizmet eder. Yapacağınız analizin içinde hepsine yer vardır, gözlemciden aldığınız notlar, gelişmiş istatistikler, oyuncunun arka planına dair edinilen bilgiler, fiziksel durumuna dair tıbbi raporlar. Hepsi karar verme sürecinin parçasıdır. Ve bütün bu verilerin ortak amacı, daha az yanılmaktır. Takımlar daha az yanılma sanatının peşinde.

Sayılar ya da veriler kadar onları yorumlayacak insanların çizdiği çerçevenin de önemli olduğunu söylersiniz hep. Eski Portland Trail Blazers ve Philadelphia 76ers yöneticilerinden Ben Falk'la konuşmuştum geçmişte, şöyle demişti: "Basketbol, bir bağlam sporudur."

Ben de şöyle derim genelde: "Sayılar öyle demiyor, sen öyle diyorsun." Evet, sayılar sahada yaşananları betimlemenin peşindedir. Ama özlerindeki fikri onlara siz kazandırırsınız. Siz o sayıları bir bağlama koyarsınız. Ve o bağlamda sorduğunuz sorular veya çözmeye çalıştığınız problemler öne çıkar. Sonuçta veriler, kâğıdın üzerine koyulan işaretler. Siz onları oyuna bağlarsınız. Elbette istatistiksel olarak kesin cevaplar alabileceğiniz noktalar vardır. Mesela "Şu oyuncu bu sezon 17 maçta forma giydi." İstatistik kâğıdı burada yoruma açık değildir. Peki en iyi şutör kim diye sorsam? Hayır, bunun cevabı üç sayı yüzdesi değildir. O listede en üstte olan oyuncu ligin en iyi şutörü değildir. Bu sorunun cevabı yoruma açıktır ve o yorum da şu analizleri barındırır: "Bence bu oyuncu -mesela Steph Curry- ligin en iyi şutörü çünkü şu kadar sayıda, bu mesafeden, şöyle zorlukta şutları şu yüzdeyle atıyor." Yani şut kalitesine bakarsın. Kesin yanıtlar bulmak zordur ve yapacağınız araştırma, sorunun uzantısıdır.

"Sayılar sahada yaşananları betimlemenin peşindedir. Ama özlerindeki fikri onlara siz kazandırırsınız."

"Sayılar sahada yaşananları betimlemenin peşindedir. Ama özlerindeki fikri onlara siz kazandırırsınız."

Hızlı girdik ama bir saniyeliğine kişisel yolculuğunuza bakalım. Sporla ve istatistiklerle ne zaman ilgilenmeye başladınız? Alaska'dan Bucks'a uzanan maceranızı anlatabilir misiniz?

Birçok Amerikalı gibi istatistik sevdamın başlangıcında beyzbol vardı. Sonuçta beyzbol, bütün sporlar içinde, en büyük sayısal mirasa sahiptir. Üniversite çağında basketbol da oynuyordum, en sevdiğim spordu. Lakin dürüst olmak gerekirse fantezi oyunları sayesinde ilgim başka bir nitelik kazandı. Çünkü fantezi oyunlarına mesai harcayanların bileceği gibi orada mesele kimin dün ya da geçen hafta iyi oynadığı değildir, kimin yarın iyi olacağıdır. Yani yarının iyi oyuncularını bulmaya çalışırsınız. Takım değiştiren oyuncular olur, çaylaklar gelir, yıldızlarınızın rolleri değişebilir. Bu ortamda takas yaparken de hep geleceği, olasılıkları anlamak istersiniz. Bu sayede NBA istatistiklerine tutkum arttı. Rastlantı eseri 2013 sonbaharında bir blog açtım ve tam o sırada NBA, kamera takip sistemi SportsVU'nun verilerinin ilk büyük özetini yayımladı. SportsVU sisteminin lig genelinde uygulandığı ilk sezondu, şimdi Second Spectrum'un yaptığı iş. Salonlara onlarca kamera kurmuşlar ve oyundaki her aksiyonu takip ederek veriye dökebilecek bir sistem inşa etmişlerdi. Tesadüfen, bu verileri inceleyen ve detaylarını kamuoyuyla paylaşan ilk insanlardandım. Akabinde çığ gibi büyüdü işler, başka yayın organları için yazılar kaleme aldım, derken NBA'den insanlarla tanıştım ve sonunda Milwaukee Bucks'ta çalışmaya başladım. Şimdi de The Athletic yazarıyım.

Gelişmiş istatistiklerin internet çağındaki yükselişinin de bir parçası oldunuz böylece. Peki analitik devrimin bir özetini sorsam? Nasıl bugünlere gelindi?

Basketbol açısından bu işin öncüsü Dean Oliver'dır, Basketball on Paper kitabıyla. Ama daha önce de benzer bakışta isimler vardı. North Carolina Üniversitesi'nin efsane koçu Dean Smith, elli yıl önce hücum verimliliğinden, pozisyon başına atılan sayıdan bahsediyor, hücum ve savunmayı daha farklı bir açıdan ele alıyordu. Ama 2000'ler başında Dean Oliver'ın kitabıyla birlikte her şey değişti. Aynı dönemde Dan Rosenbaum, artı-eksi istatistiğinin bir versiyonunu yayımladı. Tabii bu gelişmelerin başında ne vardı? NBA'in 1996-1997 sezonundan itibaren detaylı maç istatistiklerini tutmaya, 'play-by-play' notlarla birlikte karşılaşmada yaşanan her şeyi kayda geçirmesiyle… Çünkü daha evvelden istatistik kâğıdına baktığınızda belirli noktalarda kimin sahada olduğunu bilmiyordunuz. Sadece o an sahada kimlerin olduğunu bilmek bile muazzam bir değişim yarattı. Artık "Bu oyuncu altı ribaundla oynamış" gibi basit analizlerden öteye geçebilmeye, sayılara bakarak hangi oyuncuların hangi alanlarda sorumlu olduğunu çıkarmaya başlamıştık. O dönemde artı-eksi istatistiğinin farklı şekillerini görmüştük. Ama on yıl sonunda azalan fayda teorisi devreye girmişti, aynı veri setinden alabileceğimiz katkı rutine bağlamıştı.

SportsVU ve Second Spectrum'un kamera takip sisteminden gelen veriler ise işin rengini değiştirdi. Basketbol sahasını enlemesine ve boylamasına şekilde tam çözebilmek, sadece bir maçta değil, bütün maçlarda olanlara tek seferde ulaşabilmek nefes kesiciydi. Bütün sezon boyunca yapılan ikili oyunlara tek bir tıkla bakabilmek, atılan bütün şutların zorluk seviyesini görebilmek… Bütün bunları maç maç çalışarak yapabilirdiniz eskiden. Ama takip sistemleriyle birlikte artık bütün sezonu hatta birkaç yılı birden görme imkânınız doğdu. Yani sadece bir oyuncunun yaptığı x sayıda şeye ulaşmıyorduk artık, şu soruya da cevap verebiliyorduk: "Bu iyi bir rakam mı?" Buna cevap verebilmek için ihtiyacımız olan bütün sayıları kamera takip sistemleri bize verdi.

Aynı dönemde üçlük devrimi de NBA'i sarstı. 2017 Sloan Spor Konferansı'nda "Üç Sayı Devrimine Dair Mitler ve Gerçekler" başlıklı bir konuşma yaptınız. Dört yıl sonra hâlâ aynı durumda mı bahsettiğiniz mitler ve gerçekler?

O mitlerden en önemlisi, "Herkes şut atıyor, kimse artık potaya gitmiyor"du. Temelde, şutu nasıl tanımladığınıza bağlı bir mitti bu. Ama şut mesafelerinin düzgün bir şekilde tutulduğu ilk kayıtlar 1990'lar sonuna, 2000'ler başına ait. Eğer boyalı alan dışından atılan atışları şut olarak tanımlıyorsanız bir istatistik vereyim: 1997-1998'de hücumdaki denemelerin yüzde 52.6'sı şuttu, orta mesafe ya da üçlük olarak. Bu sezon aynı sayı yüzde 51.6. Atılan şut ve potaya gitme dengesi değişmedi aslında. Değişen, insanların şut attığı mesafeler.

Eskiden takım arkadaşının pasını alıp orta mefaden potaya yolluyordu oyuncular, şimdi o pası üçlük çizgisinin gerisinde alıyorlar. Burada aslında müthiş bir analitik devrim yok, bu sadece bir farkındalık. Basketbolcular eskiden potaya dört metre mesafede pozisyon alıyorlardı, artık yedi metre geride bekliyorlar çünkü böyle yaptıklarında takım arkadaşlarının hünerlerini sergileyebilmesi için daha geniş bir alan açtıklarını anladılar. O mesafeden attığınız şut, dört metreden attığınız şuttan bir sayı fazla yazıldığı için de rakip savunma daha çok size odaklanıyor ve böylece açılan alanın önemi büyüyor.

"Orta mesafeyi öldürdüler" muhabbetinin temelinde bu var ki aslında orta mesafe de ölmedi. Yıldızlar, bir enstrüman olarak orta mesafeyi hâlâ kullanıyorlar, özellikle de yüksek gerilimli play-off maçlarında, şut saati erirken… Yani Chris Paul hâlâ faul çizgisi etrafında dolaşıyor ve şutunu atıyor. O konuşmayı yaptığımdan beri değişen şu oldu: Son birkaç yılda Steph Curry, Damian Lillard gibi yıldızlar kimseden yardım almadan, kendi başlarına, dripling üzerinden yarattıkları üçlüklere gitmeye başladılar ama hâlâ onların yapabildiğini yapabilen oyuncu sayısı çok az, iki elin parmaklarını geçmez. Verimli uygulanması zor, sıradışı bir yetenek o.

Orta mesafe konusunda büyük bir nostalji var. Orta mesafeyi hayatlarında yitip giden güzelliklerin simgesi gibi gören basketbol seyircileri mevcut. Niçin insanlar orta mesafenin kayboluşuna bu kadar odaklanıyor?

Bugünkü oyunla 1990'lardaki veya 2000'lerdeki basketbol arasında stil anlamında fark olduğuna hiç şüphe yok. Second Spectrum'dan elde ettiğimiz verilerle birlikte artık şutların dağılımı üzerine daha çok çene çalabiliyoruz ama o bile manzarayı anlatmakta yetersiz kalabiliyor. Kesin olan şu: Artık basketbol daha çok ikili oyunlar üzerinden oynanıyor, eskiden ise post temelli bir oyun vardı. Fakat bunda üçlüğün artışından da önce değişen kuralların payı var. 'İllegal savunma' kuralının değişimi, alçak veya yüksek post'tan oynamayı yirmi senesine göre çok daha zorlaştırdı. O dönem uzun oyuncular için sırtı dönük pozisyon yaratmak daha kolaydı. 1980'lerdeki, 1990'lardaki Utah Jazz'ı hatırlayın, Stockton-Malone dönemleri. Muazzam bir uzunları daha vardı: Mark Eaton. Harika bir savunmacı, blok tehdidi, fizik. O dönemin kuralları sayesinde hücuma yerleştiğinizde faul çizgisinin soluna Karl Malone'u koyabilir, potanın diğer tarafına ise Mark Eaton'ı yerleştirebilirdiniz. Eaton, verimli şut atacak bir hücum yeteneğine sahip olmasa bile rakip takım onu savunmak zorundaydı. Çünkü dönemin illegal savunma kuralları diyordu ki "Ya toplu oyuncuya aktif bir şekilde ikili sıkıştırma getir ya da kendi adamını savun." O yüzden de takımlar alçak post'ta oyuncusunu topla buluşturur, topun olmadığı zayıf tarafa iki kişi yerleştirir, rahatça hücum ederdi. Şimdi bunu yapamazsınız. Rakip savunmalar Bismack Biyombo gibi bir uzunu mesafe vererek savunur ve bu da alçak post'taki diğer oyuncunuzun alanını daraltır. Bahsettiğim değişimin "3, 2'den büyüktür" anlayışıyla veya analitik devrimiyle bir ilgisi yok, bu tamamen değişen kurallara oyunun verdiği doğal yanıt.

Oyun nasıl değişti? ESPN yazarı Kirk Goldsberry, 2001-02 sezonundaki en popüler 200 şut noktasıyla 2019-20'dakileri bu şekilde kıyaslamıştı.

Oyun nasıl değişti? ESPN yazarı Kirk Goldsberry, 2001-02 sezonundaki en popüler 200 şut noktasıyla 2019-20'dakileri bu şekilde kıyaslamıştı.

Geçen ay modern basketbolun üçlük ağırlıklı stiline dair Kevin Arnovitz imzalı, değerli bir yazı çıktı ESPN'de. Yazıya "Lig, üç sayı devrimine dair bir şey yapmalı" gibi bir ton hâkimdi. Kural değişimleri, farklı reçeteler öneriliyordu. Lig yönetimi, estetik anlamda basketbolun gidişatını dikkatle takip etmeli mi?

Açıkçası bu bir ürün, bir eğlence. O yüzden insanların bir bölümü eğer estetik açıdan oyunun değişimine dair şikâyetlerde bulunuyorsa bu eleştiriler ciddiye alınmalı. Oyunun saflığı değil mesele, asıl soru şu: Halk seyrettiği şeyden hoşlanıyor mu? NBA'in stratejistlerinden Evan Wasch geçtiğimiz günlerde bir podcast programına katıldı ve orada yaptıkları araştırmalar sonucunda kamuoyunun genel olarak üründen memnun olduğunu ifade etti. Hoş, insanların sevmediği şeyi tespit etme konusunda iyi iş yapıldığını düşünmüyorum ben. Eğer "Herkes şut atıyor artık, kimse potaya gitmiyor" şikâyeti geliyorsa, ampirik açıdan bunu test edebilir ve yanlışlayabilirsiniz. Az evvel dediğim gibi, atılan şutun oyundaki yüzdesi değişmedi, değişen kısım şutu atan oyuncunun durduğu lokasyon. Bence insanların üç sayı dışında da şikâyetleri var ve üç sayı tarafına odaklandığımız için bunu tanımlamakta zorlanıyoruz.

Örneğin, ben ligin başında olsam şuraya odaklanırdım: NBA'in bir süredir hücum oyuncularına aşırı özgürlük tanıdığına inanıyorum. Üçlüğün bu kadar artmasının temelinde ne var? Hücumcular savunmalar karşısında avantaj yaratmakta çok daha rahatlar artık, o yaratılan avantajlar da defansta bir boşluk açıyor ve üçlük bulmayı basitleştiriyor. Eğer uzun oyuncu hareketli perde yapmakta serbest bırakılırsa, oyun kurucunun işi kolaylaşır ve üzerine çektiği yardımları dışarı çıkardığı paslarla cezalandırır. Eğer şut atan oyuncu, üçlük atarken ayakları öne çıkarıp savunmacıya çarptırdıktan sonra bir de serbest atışla ödüllendirirse bu savunmaların agresifliğini düşürür ve bir avantaj daha doğar. Veya savunmacı perdenin üstünden geçmeye çalışırken uzun tarafından itilirse ve arkasından bu müdahale nedeniyle şutöre çarptığı için bir de faul alırsa bu da olumsuz bir avantaj yaratır. Bu tip detayları savunmalar için değiştirirsek oyunu da yükseltiriz.

Milwaukee Bucks kariyerinize gelelim: Herkesin rüya olarak gördüğü işlerden biri bu. Bir NBA takımında çalışmak nasıldı?

Bazen dışarıdan "Vay be, çok cool" diye görünen işler, içindeyken size öyle hissettirmiyor. Çünkü bu tip mesleklerde hayatla iş arasında dengeyi bulmak, sağlıklı bir yaşam kurabilmek çok zor. Benim için tuhaf tarafı şuydu: Ben lige dışarıdan geldim, başka bir dünyadan. Bu lig içinde yetişen, geçmişte basketbol oynayan veya erken yaşlardan itibaren koçluk için emek veren insanlar için o denge çok önemli olmuyor. Ama benim gibi trene yolun ortasında atlayanlara işleyiş garip gelebiliyor. Bir anda bunun yedi gün, 24 saat yapılan bir iş olduğunu fark ediyorsunuz. Sakın beni yanlış anlamayın, NBA'de çalışmanın tatminkâr, eğlenceli bir iş olmadığını iddia etmiyorum. Sadece o eğlencenin gerisinde çok ciddi bir mesai var ve o mesai bana, aileme ağır geldi.

Bu deneyimden öğrendiğiniz en büyük ders neydi sportif anlamda?

Dışarıdan bakarken bazen takımların verdiği kararlara, koçların saha içi tercihlerine, oyuncuların hareketlerine bakıyoruz ve "Bu insanlar ne yapıyor böyle?" diyoruz. Ancak bir kulüpte çalışırken şunu görüyorsunuz: Her şeyin bir sebebi var. Evet, size saçma gelebilir ama bir sebebi var. İşin içindeyken elinizde olan bilginin derinliği, dışardakinden daha farklı. Misal sağlık ekibi, çoğu zaman "Şunun üzerinde fazla yük oluştu" gibi tıbbi bilgiler veriyor ya da koçlar tesislerde kimin çalışıp çalışmadığını, kimin ağırlık idmanı yaptığını, kimin kaytardığını görüyor. Veya kimin soyunma odasında nazik, kimin ahmakça davrandığını gözlemliyorlar. Kısacası, hiçbir karar göründüğü kadar basit değil.

Artı, bu kadar detaylı, farklı bilgilere sahip olmak sizi yanlış kararlara da götürebilir. Zaten buradaki ustalık, dengeyi bulabilmekte. Hangi bilgi önemli, hangisi değil? Hangi veri kritik, hangisi değil? Sonuçta elinizde büyük bir bilgi havuzu var. Sağlık ekibinden, mutfaktan, menajerden, ağırlık odasından, asistan koçlardan, kulüp çalışanlarından… Bir anda iki oyuncunun aslında çok da iyi geçinmediğini malzemecilerden duyabilirsiniz mesela. Bazen bunlar önemlidir, bazen de önemsizdir.

Koçlarla istatistikçiler, analitik departmanlarıyla oyuncular arasındaki köprü nasıl?

Gün geçtikçe gelişiyor ama sonuçta otuz NBA takımı var, buna otuz farklı yanıt bulunabilir. Bazı koçlar kendilerine ulaşan veri analizlerini pek dikkate almıyorlar, bazıları ise o analizleri verdikleri bütün kararlarda kullanıyorlar. Oyuncular bazında, genel olarak, işlerin yolunda olduğunu söyleyebilirim. Zaten analitik departmanından gelen insanların asistan koç olduğu üç NBA takımı bile var: Utah, Washington ve Toronto. Orada oyuncularla gelişmiş veriler, istatistikler arasındaki köprü daha direkt olabilir.

Yine de genel anlamda oyuncuları bilgiye boğmamak önemlidir, üzerlerine veri yığamazsınız. Daniel Kahneman'ın meşhur kitabı Hızlı ve Yavaş Düşünme'yi bilirsiniz, orada 1. Sistem ve 2. Sistem diye ikiye ayırır zihinsel yaşamı. Veri analizi, Sistem 2'ye giriyor, her şeyin daha yavaş, düşünceli, zahmetli aktığı yeri. Ama basketbolcular Sistem 1'de kalmalıdırlar çoğu zaman; aniden, sezgisel, spontane bir şekilde karar verebilmeleri gerekir. O yüzden elinizdeki verileri sindirilebilir, küçük parçalar haline getirmeniz ve koçların filtresinden geçirerek oyunculara iletmeniz gerekir, bunda da hiçbir yanlışlık yok zaten.

Sizi en çok sinir eden klişe ne analitik devrim hakkında?

Analitik bakışın sadece üçlük atmak olduğu yönündeki klişe. En yaygın olanı bu. Diğeri ise modern veriler üzerine çalışan insanların hayatlarında basketbol oynamadığı ve izlemediği yönündeki görüş. Oyuna dair farklı fikirleri olan insanları yok saymak adına kullanılıyor bu ve beni sinir ediyor. Sanki sadece sayılara bakarak oyuna dair bir görüş belirtilebilirmiş gibi. Hayır, üzerine kalem oynattığınız, konuştuğunuz sporun stratejisini bilmeniz gerekir ve bu da bolca maç seyretmeyi gerektirir. Eğer bunları yapmadan sadece sayılara bakarak bir fikir yürütürseniz kötü metrikler meydana getirirsiniz. Bunlar geçmişte yapılmadı mı? Yapıldı. Ama onları zamanla geride bıraktık. Bıraktık çünkü basketbolun temelini anlamayan insanlar tarafından hazırlanmıştı. Elbette neyden bahsediyorsanız onu bilmelisiniz, tanımalısınız. Bu verilerin olduğu her alan için geçerli. Üzerine çalıştığınız alanı bilmelisiniz.

Yani merak etmeyin, ben çok maç izliyorum. Hatta biraz fazla izliyorum. Bana inanmıyorsanız, eşime sorabilirsiniz. (Gülüyor.)

Socrates Dergi