N'Golo

18 dk

Muhammed Ali, Norman Mailer, George Foreman ve en ünlü boks kitaplarından biri üzerine gelişigüzel 25 madde. Birinci ve üçüncü tekil şahıslar eşliğinde.

Norman'ı deli gibi kıskandığını hissediyordu okur. Veya yazar. Ona Socrates çalışanı da diyebilirsiniz. Evet, duygularını başka türlü ifade etmesi mümkün değildi. Bu kişi, adı İ ile başlıyor, Dövüş kitabını okurken Norman Mailer'ı deli gibi kıskanmıştı. Basit bir nedenden: Norman, 1974'te Muhammed Ali'nin George Foreman'la yapacağı düellodan beş gün önce, zifiri karanlıkta, Ali'yle koşuya çıkmıştı. Kitabında yazdığı gibi:

"Ali'nin kondisyonuna dair merakından güç alan Norman, o akşam kendisiyle koşar mı diye sordu. Ali'nin akşam dokuzda yatağa gideceğini ve alarmını saat üçe kuracağını öğrendi.

'Bana ayak uyduramazsın,' dedi Ali.

'Öyle bir niyetim yok. Biraz koşmak istiyorum.'

'Gel o zaman,' dedi Ali omuzlarını silkerek."

Garip ama, Dövüş'te en çok bu bölüme takılmıştım. Doğru, birinci tekil şahsa geçtim. Çünkü bu bölüm hem Mailer'ı hem de Ali'yi özetliyordu. Norman'ın karmaşık analizlerinden de; Ali'nin şiirlerinden de değerli kırıntılar vardı orada. Ya da ben havalı bir giriş yapmak için abartıyorum. Zaten oraya daha var. Evvela birkaç şeyi açıklamalıyım:

1. Önce, biyografi. Norman Mailer'ı tek bir paragrafa sığdırmak zor. Ama İkinci Dünya Savaşı sonrası Amerikan edebiyatının en meşhur yazarlarından biri olduğunu vurgulamak lazım. Çıplak ve Ölü kitabıyla ünlense de bir romancı olarak kalmadı. Kurgusal metinleri kadar gazeteciliği de meşhurdu. Amerikan Rüyası romanı da aynı parmaklardan çıkmıştı, The White Negro makalesi de...

2. Sonra, dönem. Yeni Gazetecilik akımı. Dönemin ruhunu Playboy, Esquire, Sports Illustrated gibi dergiler belirliyordu biraz da. Yeni Gazetecilik, eski tip muhabirliğin veya araştırmacı gazeteciliğin edebiyatın gerisinde kalmasıydı bir bakıma. Öykü gibi kaleme alınan röportajlar, roman tarzında tasarlanan araştırma dosyaları, gerçeğe müdahale eden kurgusal oyunlar...

3. Mailer için boks, başka dünyalara açılan bir kapıydı. Dövüş'ün başında boksörlerin nakavt olma biçimlerini anlatırken Ali'nin neden yıkılmadığını bir boks hocası gibi açıklıyordu: "Kafasına aldığı darbelerin gücünü azaltmak ve darbeleri küçük parçalara ayırmak. Bunu her boksör yapar; zaten eğer darbe aldığı anda çenesini döndüremiyorsa genç bir boksörün ömrü çok uzun olamaz ama Ali sinir sisteminde darbenin etkisini diğer insanların yapabildiğinden hızlı iletmeyi öğreniyor gibiydi."

4. Ona göre Ali "Beş, altı, yedi yumruktan oluşan bir seriye maruz kalsa da bunun etkisini kollarına, organlarına, bacaklarına dağıtmak ve böylece etkiyi sindirip zihnini yumruklardan azade tutabilmek için çalışıyordu." Mailer'ın gözünde Ali, yumruk yeme sanatının usta ismiydi. Yumruğu atan eldiveni inceleyen, onu nasıl cezalandıracağına kafa yoran bir sanatçı. Ali'nin bitap düşeceği 12. raundu hayal eden bir senaryoyla çalıştığına inanıyordu. Ali'nin bu idman tekniğinin ilk Joe Frazier maçında onu nakavttan kurtardığına inanıyordu.

5. Mailer, 1971'deki o karşılaşmanın akabinde Life'a yazdığı denemeye Ego başlığını atmıştı. Yazar, ona gazeteci mi demeliyiz, belki de sadece Norman, Ali'yi merkeze almıştı ama aslında hesaplaşmak istediği ABD'ydi. Girizgâhtan belliydi bu: "Ego, yirminci yüzyılın en büyük kelimesi. Eğer içinde bulunduğumuz çağda dilin potansiyeline eklenebilecek bir sözcük varsa, o da egodur. Bu yüzyılda yaptığımız her şey, anıtsal zaferlerden insanoğlunun yıkıcılığının karanlığına kadar, kendimizden emin olmadığımızda aslında emin olduğumuzu iddia etmemizi sağlayan otoriteyi veren ruh halinin, egonun bir tezahürü."

6. Hoş, bir sıkıntısı vardı. Ali'yi çözemiyordu. Vietnam'da savaşmayı reddettikten sonra bile Amerikan hayatının merkezindeki yerini koruyan Ali'yi anlamaya çalışıyordu: "Ali en rahatsız edici egoyla yola çıktı. Sahneyi ele geçirdikten sonra asla çekilip yerini başkalarına bırakmadı, size sürekli bağırarak sahnenin merkezinde olduğunu hatırlattı: 'Gel buraya ve sıkıysa beni ele geçir, aptal' derdi. 'Yapamazsın çünkü kim olduğumu bilmiyorsun. Nerede olduğumu bilmiyorsun. Ben insan zekâsının bir karşılığıyım ve benim iyi mi yoksa şeytan mı olduğumu bile bilmiyorsun.' Bu verdiği temel mesajdı. Amerikan mantalitemize en ters gelen şey de devlet başkanından sonra ülkenin en seçkin kişisinin anlaşılamayan bir figür oluşuydu, melek miydi yoksa şeytan mıydı? Veya her ikisi. Nixon, en azından anlaşılabilirdi. Ondan nefret edebilir veya ona oy verebilirdik ama onun hakkında anlaşma şansımız vardı. Bizi öldüren şey, Cassius Clay'in içimizdeki anlaşmazlık oluşuydu. O büyüleyiciydi, çekicilik ve tiksinti aynı paketin bir parçasıydı. Dolayısıyla, bir saplantı halini almıştı. Onun hakkında düşünmemeye çalıştığımız her an bunu daha da fazla yapmak zorunda kalıyorduk. O, Amerika'nın en büyük Ego'suydu. Aynı zamanda, şu ana dek sahip olduğumuz insan zekâsının en hızlı karşılığıydı, yirminci yüzyılın ruhuydu, kamusal insanın ve medyanın prensi. Belki şimdi, geçici süreliğine, devrik prens." Devrikti çünkü Ali, 1971'de Frazier'a yenilmişti. Ama rövanşı alacaktı.

"İnsan zekâsının en hızlı karşılığıydı, yirminci yüzyılın ruhuydu, kamusal insanın ve medyanın prensi."

"İnsan zekâsının en hızlı karşılığıydı, yirminci yüzyılın ruhuydu, kamusal insanın ve medyanın prensi."

7. 1974'e gelelim, The Rumble in the Jungle'a. Etkinliğin organizatörü Don King'i dinlerseniz -belki Freud, Marx ve Shakespare'in geçtiği uzun bir konuşmanın sonunda- tarihin en büyük sportif etkinliği olduğunu düşünebilirsiniz. When We Were Kings belgeselini izleyerek de o havayı koklamanız mümkün. Belçika sömürgesi olmaktan kurtulduktan sonra adını bir süre Kongo'dan Zaire'ye çeviren ülkede Başkan Mobutu, Ali-Foreman kapışmasını darboğazdaki halkına bir armağan olarak sunmuştu. Amaçlarından biri de Zaire'yi ve yönetimini tanıtmaktı. Ünlü sporcularımız ise kazanıp ceplerine milyon dolarları koymayı düşünüyordu. Yine de bu dövüşün siyahlar için bir başka önemi de vardı. Ali, Afrikalı-Amerikalıların Afrikalı kökenleriyle bağının nasıl koptuğundan bahsediyordu. Ayrıca maçı siyah gücünün görkemli bir sahnesi olarak görüyordu.

8. Meşhur düello, Mailer için de bir kitap demekti. Ahmet Ergenç tarafından çevrilen ve Everest Yayınları tarafından yayımlanan Dövüş, ABD'li yazarın Zaire'de geçirdiği günlerin bir karşılığı. Her ne kadar sonra "Acaba orada haftalarca bu kitabı yazarken zamanımı boşa mı harcadım?" diye düşüncelere dalsa da Dövüş'ü spor yazınında değerli bir yere koyanların sayısı hiç de az değil. Mesela ben.

9. Kitap, merkezine yine egoyu alıyor. Bu sefer Ali'nin veya Foreman'ın egosu değil mesele; Mailer'ın egosu. Daha çok Mailer'ın iç sesinin peşinden gidiyoruz; sanrılarının, kibrinin, fazla kaçırdığı içkilerin, sevmediği insanların… Bu uğurda korkuluğu olmayan otel balkonundaki hisleri bile kapışmanın bir parçasına dönüşüyor. Mailer, Hemingway olmak istiyor. Bu onun Hemingway kitabı.

10. Ünlü yazar, ne yaptığının çok farkında, öyle olmadığını düşündürmek istese de… İki boksörün yanına, hikâyenin ortasına yeni bir karakteri koyuyor: Kendini. ABD'li kalem, kendinden üçüncü tekil şahıs gibi bahsediyor; bazen Norman, bazen Mailer, bazen de yazar olarak… Bir de Ali'nin ifadesiyle, No'min. Bir örnek: "Sonra röportajcı Ali'nin siyah ahbaplarına 'büyük bir yazar' olarak takdim edildi. 'No'min gerçekten bilge bir adam' dedi Ali. Röportaj için ciddi bir engeldi bu. Böyle bir takdimden sonra Ali'nin şiirini okumak istememesi mümkün olabilir miydi? Bu bilge adam cesur olmak istiyor ama böylesi bir şiirle yüzleşmeye mecbur olduğu için korkaklığı seçiyor. Aslında No'min, Ali'nin şiirlerine bir eleştiri getirilmesi isteğinden nasıl da kaçıyor anlatamam. Ali ezberden şiirini okurken, bütün edebi ilkeler yutuluyor…"

11. Bir bölüm sonra Norman, aynayı biraz daha kendine çeviriyor: "Bizim bilge adamın kötü bir huyu vardı. Kendisi hakkında yazardı. Sadece gördüğü olayları değil, olaylar üzerinde bıraktığı küçük etkileri de anlatırdı. Bu da eleştirmenlerin sinirini bozardı. Eleştirmenler ego triplerinden ve narsizminin itici boyutlarına ulaştığından söz ederlerdi. Bu eleştiriler bizim yazarı pek incitmezdi. Zaten kendisiyle bir aşk ilişkisi yaşamıştı ve bu ilişki sevgisinin büyük bir kısmını tüketti. Artık varlığından çok hoşnut değildi. Gündelik tepkileri canını sıkıyordu. Herkesin tepkilerine benzemeye başlıyorlardı. Müsabakaya dair metninde hangi ismi kullanacağını düşünüyorsa, bu aşırı edebi egodan değil, daha ziyade okurun dikkatine gösterdiği özenden kaynaklanıyordu. Eğer anlatıcı sadece bir soyutlama olarak görünseydi -Yazar, Röportajcı, Yolcu- uzunca bir metni takip etmek keyifli olmazdı. Bu insanın aynı kadınla yıllarca yaşaması ve onu Eş olarak soyutlayarak düşünmesi kadar tatsız bir şey olurdu."

12. Kendini soyutlamayacaktı. Siyahlar tarafından övüldüğünü, iki boksörün kampında da dâhi olarak karşılandığını yazdıktan sonra artık siyahlardan o kadar hoşlanmadığını çıtlatıyordu. Başkan Mobutu'ya karşı duyduğu nefretin bütün siyahlara duyduğu öfkeden kaynaklanabileceğini ifade ediyordu. Sonra fikirleri değişecekti. Norman hiç tutarlı olmamıştı, iyi bir insan da değildi. Hatta berbat bir insandı. Bir partide eşini bıçaklayacak kadar berbat bir insan.

Norman Mailer

Norman Mailer

13. Hislerini o kadar kolayca ifade etmeye başlamıştı ki kitabın çizgisi değişmişti. Düelloya az kala Mailer, Ali'yi pek sevmediğine kanaat getirmişti. Onun Foreman karşısında şansı olmadığını düşünenlerdendi ama içten içe Ali'yi tuttuğunu söylüyordu. Sonra onu o kadar sevmediğini de… Başlarda övülen Ali, gitgide kötü özellikleriyle anılıyordu. Vasat kafiyeleri, kapanmayan çenesi, basit antrenmanları, çirkinleşen suratı… Yazar, herkesin aksine Foreman'ı nazik ve derin bulmaya başlamıştı. Yoksa taraf mı değiştirecekti?

14. Dövüşün ertelenmesi sırasında döndüğü New York'ta, Zaire'de kaptığı hastalığın etkileriyle boğuşurken Afrika'ya dair ilk okumalarını yapmıştı. Kongo üzerine yazılan Bantu Felsefesi'yle alakalı bir kitabı okuduktan sonra hemen derin analizlere girişmişti. Tek bir kitapla. Bantu felsefesi insanları varlık olarak değil, güç olarak görüyordu. Bir sözcük öğrenmişti: N'Golo. Kongo dilinde 'Güç' demek. O da artık boksörlere güç olarak bakacaktı. Bir varlık olarak değil.

15. "Ali'nin uyandırdığı sevginin bir nedeni de karakteriyle sürekli şunu ima etmesidir; ortalama bir insanın canını asla yakmayacaktır, her saldırıyı küçük bir hamleyle savuşturacak ve bir sonraki maça bakacaktır. Foreman ise eksiksiz bir kötülük sunuyordu. Ringin kan gölüne döndüğü kâbus gibi durumlarda bile hiç durmuyordu." Mailer, korkmaya başlamıştı. Foreman'ı gördükten sonra Ali'nin çalışmalarına inanamıyordu. Ali'nin idman yapmaktan çok basına konuşmakla ilgilendiğini düşünüyordu. Ve o konuşmalar da ilgisini çekmiyordu: "Bu konuşmaların idmanların yarattığı can sıkıntısını gidermek için bir araç işlevi gördüğünden şüphelenmeye başlıyordu; ruhsal çöplerini doğrudan doğruya basının üstüne boşaltıyordu. Bu nedenle, onun etrafında olmak çok da eğlenceli değildi. Çektiği nutuklar havayı zehirlerken insanda daimi bir panik halinde olduğu düşüncesini uyandırıyordu. Foreman'ın kum torbasına attığı yumruklara baktıktan sonra korku içinde olmalıydı." Ali tabii ki aynı fikirde değildi. Yenileceğini hiç düşünmemişti. En azından önünde mikrofon varken…

16. N'Golo, sadece güç demek değildi. Ego, statü, sağlamlık ya da libido anlamları da vardı. Bunlar Mailer'ın hayat boyu peşinden koştuğu temalardı. Öznesi Ali değil, kurgusal karakterler olduğunda da aslında bunları işlemeye çalışıyordu. Gerçi Ali de kurgu değil miydi? Rakiplerinden farkı da buydu. Cassius Clay olarak 1960'ların sonunda boksun zirvesine yaklaşan şampiyon; basının gücünü, televizyonun etkisini, gazetelerin ulaşım alanını en iyi kullanan sporcuydu. 1990'larda Michael Jordan'ın az ama öz kelimeyle doruğuna ulaştığı 'İmaj imparatorluğu'nun başlangıç noktası geveze Ali'ydi. Rap şarkılarını andıran şiirleri, her bir cümlesi manşete çıkabilecek basın toplantıları ve hiçbir zaman sözlerinin gerisinde kalmayan performansıyla bir roman karakterini andırıyordu. Ama gerçekti. Yani bir bakıma. Sahnenin merkezini asla bırakmayan bir karakter. Kurgu. Gerçek.

25 Eylül 1974, George Foreman ile Muhammed Ali karşı karşıya

25 Eylül 1974, George Foreman ile Muhammed Ali karşı karşıya

17. Kongo'daki sahnede başkaları da vardı. Organizatör Don King, Ali-Foreman kapışması için her şeyini ortaya koymuştu. Ona destek veren Başkan Mobutu, bu şaşalı pazarlama çalışmasına ihtiyaç duyuyordu ve dövüş öncesinde güvenliği sağlamak için geçmişten sabıkası olan elli kişiyi rastgele öldürterek sokaklara mesaj vermişti. Don King bunları önemsemiyordu. Sokak kavgasında birini öldürdüğü için girdiği hapishanede hayatı değişmişti ve orada okuduğu yazarları anlatmaktan geri durmuyordu. "Hapiste kendimi eğittim. Freud okudum. Aklımı oynatıyordum az kalsın. Göğüs, penis ve anüs. Çok etkileyiciydi." Sonra Nietzche'yi Nize diye telaffuz edecek, düzeltildiği için utanıp daha da fazla konuşacaktı.

18. Dönemin ruhu diyebilirsiniz buna. Dövüş'ten hissedebileceğiniz üzere, 1974 yılında, bir sürü yüksek egolu erkek, bir boks maçı etrafında Zaire'de buluşmuştu. Ali, sahneyi kimseye bırakmak istemiyordu. Foreman'ın niyeti o sahneyi paramparça etmekti. Başkan Mobutu, gövde gösterisi yapmanın, Don King ise "Ölüleri bile diriltebiliyor" dediği Ali üzerinden bir anlatı kurarak servet inşa etme peşindeydi. Bundini, Ali'nin kendi sözünden çıkmamasını ve istediği bornozu giymesini istiyordu. Mailer ise bunların ortasında, savaşa günler kala, Ali'nin yanına gitmiş ve "Koşalım mı?" demişti. Odadaki herkesten daha fazla egolu olmayı başarabilirdi.

19. Ali, Foreman'ı tarumar etmesinden birkaç gün önce 51 yaşındaki ABD'li yazarla koşuya çıkmıştı. Gece 3'te. Ve şok olmuştu. Yazar ona eşlik edebiliyordu. Norman da şaşkındı. O akşamı kumarhanede geçirmişti. İnsanın Mailer'ın midesine doldurduğu şeyleri okurken bile midesi bulanıyordu: Yoğun bir balık çorbası. Biberli biftek. Dondurma. Rom. Tonik. Votka. Portakal suyu. Yine de Ali'yle koşmuş, uzun bir süre ona eşlik ettikten sonra şunları yazmıştı: "Ağır sıklet unvan maçına çıkacak bir adamın yapacağı bir koşu antrenmanı değildi bu. Norman, Ali'nin nasıl kazanabileceğini anlayamıyordu. Havayı yenilgi kokusu sarmıştı ve sadece Ali havayı koklamayı reddediyordu." Dönüş yolunda, tek başınayken, aslanlara yem olmaktan korkan Mailer'ın aklında başka bir düşünce de vardı. Vaktiyle bir teknede ölümle burun buruna gelmiş ve "Ölmek için ne güzel bir yol" demişti. Böyle ölerek Amerikan edebiyatındaki yerini garantiye alabilirdi. Kitap sırasında sık sık çatıda yürüme fikrinden bahsediyordu ve aklına hep Hemingway'i getiriyordu. Ama hayır, edebiyat tarihine ölümüyle geçemeyecekti.

20. N'Golo, Mailer'ın kelimesiydi: "Dostoyevski ve Marx'ın; Joyce ve Freud'un; Stendhal, Tolstoy, Proust, Spengler, Faulkner, hatta Hemingway'in bile okuyabileceği bir roman yazmak" isteyen biriydi, kendi ifadesiyle. Çıplak ve Ölü ile Amerikan hayatının merkezine oturan, sonra da Amerikan bilinci, ruhu üzerine konuşmaktan kendini alamayan, yazdıklarıyla bunları değiştirmek istediğini söyleyen yazar, şimdi Ali'yi yazıyordu ve yanılıyordu. Bilerek. Ali'nin Foreman'ı yendiği geceden aylar sonra çıkacak kitabının dörtte üçünde Ali'nin yenilgisine hazırlıyordu okuyucusunu. Oysa Ali kazanacaktı.

21. Evet, The Rumble in the Jungle'ı Ali kazanmıştı. Ve bunu sahneyi bırakarak yapmıştı. Belki de ilk kez. Herkesin ilk birkaç rauntta Foreman'ın onu köşeye sıkıştırmasından korktuğu bir yerde Ali, şaşkın bakışlar eşliğinde, başta birkaç riskli yumruk, sağ direkt atmıştı. Sonra ikinci raunttan itibaren kendini köşeye sıkıştırmıştı. Bilinçli olarak. Sözü Mailer'a bırakalım: "İplere yaslanmışken Foreman'dan daha iyi bir boks performansı sergileyip sergilemeyeceğini görmesinin vakti gelmişti. Zira Foreman gücünü kaybetmedikçe ipler ancak bir korkuluk duvarında tek tekerlekli bisiklet sürmek kadar güvenli olabilirdi. Ama deha denilen şey, imkânsızın eşiğinde dengede durmak değilse nedir ki? Ali böylece büyük planını uygulamaya koydu. İkinci raundun ortasında iplere yaslandı ve maçın geri kalanı boyunca o konumda dövüştü." Foreman öfkelenmişti. İplere gidiyordu ve Ali'yi parçalamaya çalışıyordu. Ama Ali'yi nakavt edemediği beşinci raunt, sonu olacaktı.

"Ego -otoriter cehaletin yılışık ve bazen efektif bir egzersizi olarak- yirminci yüzyılın temel fenomeni."

"Ego -otoriter cehaletin yılışık ve bazen efektif bir egzersizi olarak- yirminci yüzyılın temel fenomeni."

22. Boks, aynı zamanda psikolojik bir çarpışmaydı. Satranç gibi stratejik bir tarafı da vardı. Meşhur yazarımız satrancı da biliyordu. Bir anda satrançta merkezin kontrolü anlayışının değişiminden söz açmıştı. Modern ustalar bir devrim yapmış ve merkezi erken ele geçirmenin dezavantajlarını ortaya koymuştu. Mailer, o noktada, eski Mailer olmadığını fark ediyordu. Eşleştirme ve abartma yeteneği zedelenmişti. Öyle olsa satrançtan Marx'a uzanan bir metin kaleme alıp 20. yüzyılın tekno-devrimsel 'geist'ını Ali'nin tekniğine bağlayabilirdi. Ama değişmişti. Afrika felsefesinden öğrendiklerini de konu etmeyecekti. Büyük bir maç izlemişti, satranç gibi bir maç ve zaferden sonra Ali'nin soyunma odasındaki tek gazeteci oydu. Oraya tesadüf eseri girdiğini düşünüyordu ama hayır, No'min olduğu için oradaydı. Bilge yazar. Deha.

23. Afrika'yla vedalaşırken ise aklında Ali'yle koştuğu gece vardı. Ali, sahnenin bir köşesini her zaman yazarların da sığabileceği şekilde boş bırakan bir kamusal insan ve medya figürüydü, Norman'a "Maçtan birkaç gün önce şampiyonla koştuğunu hatırlamak senin için harika bir deneyim olacak" demişti. Norman şimdi Ali'ye hak veriyordu ve hikâyenin merkezini kendisiyle bitiriyordu. Dövüş sonrası Mailer, odasına dönerken koşan insanlar görmüştü. Ali, Zaire'de yeni bir tutku mu başlatmıştı? ABD'li yazar, o gece Ali'ye baktığında hem medyayı kullanmaktan hoşlanan bir süper yıldız hem de ring dışında antrenman yapmayı sevmeyen bir şampiyon görmüştü. Ali sıkılıyordu. Onun tek derdi sahnede olmaktı. Kendisine 'Siyah Kissinger' diyordu ve siyasi antlaşmalarını yaptığı yer orasıydı. Ring.

24. Ne demişti Mailer, 1971'de? "Evet, ego -otoriter cehaletin yılışık ve bazen efektif bir egzersizi olarak- yirminci yüzyılın temel fenomeni, her ne kadar milliyetçi Amerikalılar kahramanlarına baktıklarında bunun varlığını inkâr etseler de…" O bunu inkâr etmiyordu. Çağın en büyük kahramanlarına baktığında egoyu görüyordu. Asla tek boyutlu değildi bu kahramanlar. Hem melek hem de şeytanlardı ve egoları, hiç sahneden inmiyordu. Ali. Frazier. Foreman. Ve en çok da, Mailer. Kahramanımız aynaya baktığında bazen ABD'nin en büyük egosunu görüyordu. Kimi zaman birinci, kimi zaman da üçüncü tekil şahıs olarak. Ve metinlerindeki öznesi değişse de aslında hep kendisini anlatıyordu. Madame Bovary oydu.

25. 2007'de ölen Mailer ve 2016'da hayatını kaybeden Ali bunu yakından görmese de ego, 21. yüzyıla da damga vurdu. Öyle ki Feneryolu'nda bu yazısını kaleme alan bir Socrates çalışanı bile, adı İ ile başlıyor, kendini hadsizce 1974'te Zaire'de toplanan bu erkekler grubunun bir parçası gibi gördü ve yazının içine ara sıra benliğini yerleştirdi. Bir yandan da artık dergi yazısının sonuna gelmişti ve nasıl kapatması gerektiğinden emin değildi. Mesela bu son maddeye gerek var mıydı ki? Kafasında sorular uçuşuyordu ve hâlâ Mailer'ı kıskanıyordu. O da Ali'yle koşmak isterdi. Bir farkla: Böyle bir fırsat yakalasa asla içki ve kumarla kimyasını bozmazdı. Uykusunu alır ve saat 3'te Ali'nin kapısını daha zinde bir bedenle, daha sıkıcı bir beyinle çalardı. Bu yüzden de asla Norman Mailer gibi yazamazdı.

Socrates Dergi