Özallı Yıllar

13 dk

24 Ocak ve 12 Eylül 1980'le birlikte etkisini arttıran Turgut Özal, 'Aşırılıklar Çağı'nın Türkiye'deki temsilcisiydi. Ve politikalarıyla sporun neoliberal dönüşümüne vesile olmuştu.

Konu 1980'li yıllarda Türkiye'nin spor politikası olduğunda, herkesin üç aşağı beş yukarı kestirebileceği üzere akla iki dönem gelir: 1980 ile 1983 arasındaki cunta dönemi ve 1983 seçimleriyle başlayan Özal yılları. Bunlardan birincisi, her ne kadar meşhur Ankaragücü olayıyla fazlaca gündeme gelse de spor açısından bir geçiş döneminden öte bir özellik taşımaz. Bunun iki nedeni olduğundan bahsedilebilir.

Birincisi, 12 Eylül cuntası zaten kendisi kalıcı olmak için değil, demokrasiyi ve hukuk devletini askıya alarak getirdiği düzeni kalıcılaştırmak için teşekkül etmişti. 1980 yılına kadar Türkiye'de uygulanagelen ithal ikâmeci ekonomik düzen; ithalatın liranın aşırı değerli tutulması gibi uygulamalarla devlet kontrolünde kısıtlandığı, özellikle tarım gibi kilit sektörlerde üretimin sübvansiyonlarla desteklendiği bir sistemdi. 1970'lere kadar Türkiye'nin belli ölçüde başarı da kaydettiği bu sistem, bir yandan 1973 Petrol Krizi gibi Türkiye'ye bağlı olmayan bir yandan da 1974 Kıbrıs Harekâtı neticesi gelen uluslararası kamuoyundan dışlanma ve koalisyon hükümetlerinin zayıflığı gibi kendinden kaynaklanan gelişmelerle teklemeye başladı. Dış borçlanma artarken ödemeler dengesinde sorun yaşanıyordu. Ciddi döviz açığı da baş göstermişti. Bu koşullarda Türkiye'nin uluslararası kreditörleri, ülkenin serbest piyasa ekonomisine geçirilmesi meselesini daha sık gündeme getirdiler. O kreditörlerden Dünya Bankası'nın eski bir çalışanı olan Turgut Özal, geçişi gerçekleştirmek için 1979'da müsteşar olarak göreve başladı. 1980'de de ithal ikameciliğin sona erişini ilan ettiği 24 Ocak kararlarını açıkladı.

12 Eylül de temelde bu kararların toplumsal muhalefet olmadan, dikta koşullarında uygulamaya sokulabilmesi için gerçekleşti. Darbe sonrası hükümette başbakan yardımcısı olan Özal, en iyimser tabirle yarı-demokratik denebilecek 1983 seçimleriyle de iktidara geldi. Bu bağlamda 12 Eylül zaten Türkiye'nin serbest piyasa ekonomisine zorla geçirilmesi ve buna yönelik her karşı çıkışın kalıcı olarak engellenmesi dışında bir amaca sahip değildi. Bu nedenle spor da dahil olmak üzere herhangi bir konuda çok kayda değer bir politika üretmesi de beklenemezdi. İkinci neden olarak da zaten kalıcı politikalar üretecek insan kaynağına da sahip değildi. Spor alanında da yüksek rütbeden emekli askerleri federasyon başkanı yapmak gibi uygulamalarla asayişin berkemal olduğunu kontrol etmek haricinde pek bir şey yapmadılar. Bunun belki tek istisnası, daha sonra sivil siyasete geçecek Yücel Seçkiner'di. Zaten spor, sorun çıkmasını bekledikleri alanlardan biri değildi. 1970'lerde taraftar toplamış siyasi hareketlerin hiçbiri spora iyi gözle bakmıyordu. Kabaca anlatacak olursak sol siyaset için spor, 'kitlelerin afyonu' kategorisine girerken sağ siyaset için de 'milli birliği bozucu' özellik taşıyordu. Sporun içindeki cılız sendikalaşma girişimleri de spor dışından pek destek bulamamıştı. Sporun toplumsal özelliğinin fark edilmesine daha vardı. Cunta da bu nedenle sporda pek tehlike görmedi, hatta siyasi hareketlerin bilinçli olarak girmek istemediği bu alanın göz önünde olmasının faydası bile vardı. Bu nedenle, darbenin hemen ertesinde spor karşılaşmaları oynanmaya devam etti. Hatta darbeden iki hafta sonra İzmir'de İslam Oyunları gerçekleştirildi.

Açıkçası bu dönemde, spor adına öyle çok konuşulacak bir durum da yoktu. Türkiye'de pek çok dalda sporun lokomotifi olan Üç Büyükler borç içinde yüzüyordu, buna bağlı olarak yönetim krizi de yaşıyorlardı. Futbolda döviz açığı nedeniyle getirilen yabancı yasaklarıyla oyun kalitesi de düşmüş; Türkiye, Türk kökenli bahanesiyle getirilen Yugoslav oyuncu ve teknik direktörler de olmasa dünyadan bihaber kalmıştı. Trabzonspor ve Beşiktaş, bu dönemde Özkan Sümer, Ahmet Suat Özyazıcı, Serpil Hamdi Tüzün gibi spor insanlarının çabasıyla başarılı ve ironik bir şekilde ithal ikameci denebilecek modeller ortaya çıkardı fakat onların da başarısı dünya standartlarının epeyce altına düşüyordu. Diğer sporlarda da durum pek farklı sayılmazdı. 1968 Mexico City Olimpiyatı'nda Mahmut Atalay ve Ahmet Ayık'la güreşte gelen iki altın madalyadan sonra bu kez televizyondan da izlenen 1972 Olimpiyatı, Vehbi Akdağ'ın güreşteki tek gümüşü hariç hüsran olmuştu. 1976 Montreal'de o bile gelmeyecek, Türkiye 1928'den beri ilk kez bir olimpiyatı madalyasız kapayacaktı. 1980 Moskova, Batı dünyasıyla beraber boykot edildi. Dört sene sonra Los Angeles'ta Türkiye, üç bronzda kaldı. Spor adına tek kayda değer başarıyı basketbol ve voleyboldaki müessese kulüpleri sağlıyordu. Bu kulüpler darbeden de olumsuz etkilenmemişlerdi. Zaten hamileri olan şirketlerin darbeden zarardan çok fayda gördüğü aşikârdı.

Özallı yıllar, bu anlamda ciddi bir kırılmaya sahne oldu. Bu dönemde her şeyden önce Özal'ın eğlencenin her türünü ve tabii sporu bir toplumsal kontrol mekanizması olarak devreye alması etkili oldu. Özalcılığın getirdiği neoliberalizm, ithalat kapılarını ardına kadar açarken tüketimi teşvik ediyor, bunu da eğlenceyle iç içe sokuyordu. Yabancı diziler ve dış kaynaklı spor yayınları yeni, ışıltılı dünyanın en önemli tanıtım araçlarıydı. Dahası, Türkiye'nin sporda başarılı olması halinde 12 Eylül'ün dümdüz ettiği toplumsal muhalefetin son kalan seslerini de duyulmaz hale getirecek bir milli gurur dalgası yaratmak mümkündü. Özal, açık açık "Şu anda Türk Milli Takımı Avrupa Futbol Şampiyonası'nda finali oynayan beş-altı takımdan biri olsa ve bir de genel seçim yapılsa ANAP silme götürür" diyordu. Ancak yerli üretim pek umut vadetmiyordu.

Bu noktada Özal iktidarının da kilit rol oynadığı iki önemli adım atıldı. Birincisi ekonomideki serbest piyasa futbola aynen getirildi. Asker Futbol Federasyonu başkanı Yılmaz Tokatlı istifaya zorlanıp başkanlığa ANAP'lı Kemal Ulusu atandı. Yabancı yasakları kaldırıldı ve kulüplere vergi kolaylığı getirildi. ANAP'a yakın iş insanlarının kulüp yönetimlerine girişi özendirildi. Sermayenin tekrar futbola akmasıyla hedefler büyüdü. Galatasaray, bu dönemde özellikle dikkat çekiyordu. 1984 Avrupa Futbol Şampiyonası'nın muzaffer teknik direktörü Jupp Derwall'i getirerek birkaç sene içinde Avrupa Şampiyon Kulüpler Kupası yarı finalini getirecek bir modernizasyon dalgasını başlattılar. Hükümet de bu hamleyi destekliyor, Mirsad Kovacevic transferindeki hülle ya da Didier Six'in bir günde Dündar Siz olması gibi meseleler fazla büyütülmeden kapanıyordu. Bu arada kulüplere bilet fiyatlarını belirleme serbestisi getirilmiş, Özal'ın oğlunun korsan olarak kurduğu özel televizyon Star 1'le de TRT'nin futbol yayın tekeli yıkılmıştı.

İkinci önemli adım ise Naim Süleymanoğlu'nun Bulgaristan'dan iltica operasyonunun düzenlenmesi ve sporcunun 1988 Seul Olimpiyatı öncesi cezalı duruma düşmemesi için Bulgarlara gerekli paranın ödenmesiydi. Naim'in gelişi, olimpiyat oyunlarının belki de en garanti altın madalyasının Türkiye'ye gelmesi demekti. Dahası, Özal hükümetinin maddi desteğiyle yenilenen ana akım medya, Bulgaristan'la yaşanan Türk azınlık sorununu önemsiyordu. Naim operasyonu, Özal için hem sporun milli gurur işlevini devreye sokmak açısından hem Bulgar sorununda puan kazanmak açısından bulunmaz fırsattı. Bu fırsatı da son damlasına kadar kullandı. Naim'i o günlerde Özal olmadan görebileceğiniz tek yer, yarışma podyumuydu.

Naim Süleymanoğlu ve Turgut Özal

Naim Süleymanoğlu ve Turgut Özal

Özal döneminde Türkiye'de spor hem bir sektöre dönüştü hem de popüler milliyetçiliğin en önemli dayanaklarından biri oldu. 1970'lerden itibaren Batı dünyasında ABD ve Britanya dışında taraftar bulamayan Türkiye'nin yaşadığı hayal kırıklığı ve öfke, "Avrupa Avrupa duy sesimizi" sloganıyla yankı buluyordu. Milliyetçilik üzerinden spora verilen önemin artması, spora yapılan yatırımları da meşrulaştırıyordu. İlerleyen yıllarda Özal'ı takip edecek hükümetler, kulüplere özel yasal statü vererek bu durumu kalıcılaştıracaktı. Bunun haricinde vergi afları da artık gelenekselleşecek, hükümetlerin bir görevi de sorumsuzca borçlanan kulüpleri kurtarmak olacaktı.

Özal döneminin spor politikaları, kendisinden önceki dönemlerle kıyaslandığında aşırı sayılsa da 'Aşırılıklar Çağı' olarak bilinen 1980'lerin trendlerine uyuyordu. ABD ve Britanya'daki neoliberal liderler Reagan ve Thatcher, hayatın her alanında benzer politikalar güdüyor, Özal'ı da pek seviyorlardı. Diğer taraftan spor dünyası küresel olarak da neoliberal bir çizgiye ilerliyordu. 1990'larda İngiltere Premier Lig ve UEFA Şampiyonlar Ligi gibi güçlünün daha zengin, zenginin daha güçlü olduğu sistemler kurulacak, Olimpiyat Oyunları'nda ise profesyonel sporcu yasağının gevşetilmesi ve SSCB'nin dağılmasıyla ABD hegemonyası başlayacaktı.

Türkiye'deki profesyonel spor sistemi, Özal döneminde zaten bu yola girmişti. Devletin rolünün olabildiğince özel sektöre devredildiği neoliberal sistemin Türkiye'de devletin sıkı kontrolü, hatta baskısıyla getirilmiş olması işin ironisiydi. Spor alanında devlet 'piyasanın görünmez eli' taklidi yapmaya yıllarca devam etti. Amatör sporlar ise başka bir hikâyeydi. Yeni düzende futbolun garnitürü dahi olamadılar. Naim'le başlayan ithal sporcu furyası belirleyici faktör olmayı sürdürdü, hâlâ da sürdürüyor. Sözün özü, Özallı yıllarda sporda gerçekleştirilen neoliberal dönüşüm, bugün bile gidişatta etkili olmaya devam ediyor. Türkiye, bu dönemde dünyadaki trendle aynı çizgiyi izlediği için zaman zaman başarılı oldu, en azından sisteme eklemlenirken sorun yaşamadı. Fakat aynı nedenlerden dengesiz, sorunlu ve ancak tepeden müdahaleyle ayakta durabilen bir yapıya da sahip oldu.

Socrates Dergi