socratesXreflect_alt

Rüya

24 dk

Yasin Özdenak, futbolcu olma hayallerini gerçekleştirdi ve 1970'lerin simge isimlerinden biri oldu. Erken yaşta futbolu bıraktığında, birçoklarına göre hikâyesini yarıda bırakmıştı. Ama onu, Yeni Dünya'da yeni bir rüya bekliyordu…

"Yeşil kazağıyla Yasin Özdenak gözümün önünden gitmez, benim Galatasaraylı olmamın en büyük sebeplerinden biri odur." Socrates'in 1990'lar Özel Sayısı için misafir olduğumuz Bülent Korkmaz, kahramanının ondaki etkisini bu sözlerle özetlemişti. Şüphesiz yalnız da değildi. Dönemin birçok genç futbolseverinin o yeşil kazakla ilgili benzer anıları vardı. Yasin Özdenak da o çocuklar gibi hayallerinin peşinden koşmuş, ülke futbolunun ilham veren yıldızlarından olmayı başarmış, Pele ve Beckenbauer ile mesai yaptığı Cosmos günleriyle de onyıla afili bir imza kondurmuştu. Teknolojiden faydalanıyor ve 1970'lere dönmek üzere Yasin Özdenak'a WhatsApp'tan bağlanıyoruz… ABD'de restoran işleten Özdenak, izin gününde bizi bekliyor. "Yoksa biz de mi rüyadayız?" derken…

"Alooo!"

Sizin de hikâyenizin başında, dönemin birçok yıldızı gibi Ali Mortaş, namı diğer Ali Baba'nın ismini görüyoruz…

Ben Altınay'da, Gökmen Yedikule Emniyet'te oynuyorduk. O zaman Türkiye'de İstanbul Karması vardı, bizi oraya davet ettiler. O zaman bizim için büyük hadise tabii. Ali Mortaş orada görüp beğenmiş bizi. Ali Baba'nın çok büyük bir özelliği vardı. Bir futbolcuyu ya da kaleciyi daha topa vuruşundan, topu tutuşundan anlardı. Hani derler ya "Adam olacak çocuk bokundan belli olur" diye, o misal. Bizi görür görmez babama "Bu çocukları bana emanet et, bunlarda büyük potansiyel var" dedi. Babam da kabul edince, Ali Baba bizi İstanbulspor Genç Takımı'na aldı. O yıllarda İstanbulspor'un genç takımı, bütün takımların altyapısıydı, oradan bir sürü oyuncu yetişti. Takıma girdikten sonra sağdan soldan Gökmen için "Geleceğin Metin Oktay'ı", benim için de "Geleceğin Turgay Şeren'i" falan dendiğini duymaya başlamıştım. Ama ben pek inanmıyordum, "Biz kim, Turgay Şeren kim!" diyordum.

Derken, iki yıl sonra Bülent Eken sizi Galatasaray'a transfer etti.

Benim Altınay Kulübü'nde çok sevdiğim bir Fikret Abi vardı, çalıştığı Yedikule Emniyet İplik Fabrikası'nda beni imalat kâtibi yapmıştı, yazın oraya giderdim. Bir gün gece mesaisindeyim, sabah saat altı gibi kapıdan Beşiktaş Başkanı Hakkı Yeten ve birkaç adam girdi. "Allah Allah, ne arıyorlar bunlar burada?" dememe kalmadı, bana doğru geldiler. Fikret Abi de yanlarında. Meğer beni Beşiktaş'a almak istiyorlarmış.

Ali Baba, "Sana birtakım insanlar gelebilir. Sakın bana sormadan 'Evet' ya da 'Hayır' deme, muhakkak beni ara" demişti. O yüzden "Şu anda bir cevap vermek istemiyorum. Bana bir gün verin, ben size haber veririm" dedim. 16 yaşında çocuğum zaten. Onlar gider gitmez babamı aradım, babam da Ali Baba'yı aramış, yarım saat içinde geldiler. Ali Baba "Sen nasıl konuşursun bana haber vermeden!" diye epey bir kızdı. "Ya ben bir şey konuşmadım, buraya kadar gelmişler, sadece niçin konuşmak istediklerini öğrendim" dedim. Neyse, Ali Baba "Sen kimseye bir haber verme, biz babanla konuşup seni yönlendireceğiz" dedi. Sonra da Galatasaray'a gitmemi daha uygun görmüşler, Gökmen'le birlikte Galatasaray'a gittik.

Hatta o zamanlar kaçırma durumları vardı; Bursasporlu Özmetin (Erkut) diye bir kardeşimizle birlikte üçümüzü alıp deniz kenarında köy gibi bir yere götürdüler, Pendik taraflarında. Transfer sezonu başlayana kadar orada kamp yaptık, sonra da imza atıp Galatasaraylı olduk. Ben zaten Galatasaraylıydım çocukluğumdan beri, babamla Gökmen Fenerliydi. Tabii hepsi Galatasaraylı oldu sonra.

Genelde futbolcu olacak diye babalarından dayak yiyen abilerimiz vardır o dönemde ama sizde acayip bir baba desteği var…

Çok doğru. Mahallede bizden yetenekli birçok arkadaşımız sırf ailelerinin baskısı yüzünden hiçbir şey olamadı. O zamanlar "Oku adam ol, doktor ol, avukat ol" denirdi. Ama babam da eskiden futbol oynamış, hatta annemle çok münakaşa ederlerdi ama babam bizi hep destekledi. Bakırköy'den Mecidiyeköy'deki antrenmanlara götürür getirir, yediğimize içtiğimize, eve geliş saatimize kadar takip ederdi. Galatasaray'a transfer olduktan sonra sağa sola gezmeye gitmeye, eve geç dönmeye başlayınca çok kızardı bize "Siz nasıl topçusunuz" diye. Biz gelene kadar uyumazdı rahmetli, canım benim ya.

Galatasaray'da ilk senenizde tarihi bir olay yaşanıyor; Turgay Şeren'in jübilesi. Direkler çiçekle süsleniyor, Lev Yashin konuk olarak geliyor ve Turgay Şeren formasını size teslim ediyor…

Nasıl anlatabilirim ki? Sümerspor'un sahası vardı, Galatasaray bazen idmana gelirdi. Bir gün sağlı sollu koridor olmuşuz, takımı bekliyoruz… Takım gelip indi otobüsten, sahaya doğru yürürlerken tesadüfen Turgay Abi'nin eli bana çarptı. "Turgay Abi'nin eli bana çarptı" diye diye o gece bir türlü uyku tutmamıştı. Sonra da rüyalarıma girmişti. Kimi Metin Oktay olurdu, kimi Lefter olurdu; ben hep Turgay'dım. Sonra ne oldu? O rüyalarıma giren kaleciden Galatasaray kalesini almak nasip oldu. Bu da bir rüya gibiydi aslında. Ondan formayı aldım, değiştiriyorum… Gerçek mi, değil mi yaşadıklarım? Karmakarışık duygular içindeydim o gece.

Yasin Özdenak, Turgay Şeren'in jübilesinde formayı teslim alıyor...

Yasin Özdenak, Turgay Şeren'in jübilesinde formayı teslim alıyor...

Bir diğer simge isim Metin Oktay'la da o seneyi birlikte oynadınız. Onunla aynı takımda olmak, aynı soyunma odasını paylaşmak nasıldı?

Metin Abi, Ayhan Abi (Elmastaşoğlu), Talat Abi (Özkarslı) gibi efsane isimler o kadrodaydı. Ben, Gökmen, 'Ördek' Mehmet (Oğuz) gibi birkaç kişi oraya katıldık. Kısa pantolonla gezerken dinlediğimiz radyolarda, sinemaya gittiğimiz zaman film arasında gösterilen kliplerde görüp duyduğumuz, gazetelerden baktığımız bütün meşhur oyuncularla bir anda aynı soyunma odasında, aynı havayı teneffüs ediyorduk. ABD'ye geldiğimde de yaşadım sonra aynı duyguyu; sağımda Pele, solumda Beckenbauer, karşımda Carlos Alberto… "Allah Allah ben yine rüya mı görüyorum?" diyordum.

Peki Galatasaray'a gelip o efsane isimlerin arasında kendinizi bulduğunuzda buna alışmak zor oldu mu? İlk zamanlarda büyük hatalar da yapmışsınız...

17 yaşındaydım. 200 kişinin önünde oynadığımız maçlardan bir geldik, 30-40 bin kişilik seyircinin önündeyiz. Tabii ki başta o yükü kaldıramadım. Biraz kötü geçti o senem. Tam o dönemi atlattım, bu sefer askere gittim. O ara Nihat'la (Akbay) Varol (Ürkmez) geldi bize kaleci olarak. Varol'un bir hapse girme olayı oldu, tek kaleciyle kalınca Ankara Muhafız Alayı'ndan beni getirttiler yedek kaleci olarak. Haftanın üç-dört günü Galatasaray'la idman yapıp birliğime dönüyordum. Bir gün Eskişehir maçından önce Nihat Abi'nin beli tutuldu. Eskişehirspor'un efsane zamanı. Hocamız (Toma Kaloperovic) geldi, "Nasıl hissediyorsun?" diye sordu.

Ben de çok hırslıyımdır, birliğe döndüğümde bile her gün kendi başıma dağa doğru koşup dönüyor, topu alıp duvara vuruyor, tutuyordum. "Nasıl hissedeceğim, aylardır bugünü bekliyorum ben, görevi istiyorum" dedim. Sonra çıktık sahaya, 1-0 yenilmemize rağmen sahanın en iyi oyuncusu olarak gösterildim. Ondan sonra başladı zaten benim çıkışım, devamlı oynamaya başladım. Birkaç sene sonra Atletico Madrid maçı oldu, deplasmanda 0-0 kaldık, oradan kahraman olarak döndüm.

O maçtan önce bir de hastaymışsınız…

Evet evet! Bir kırgınlığım vardı, Brian Birch'e söyledim, "Merak etme, maçın heyecanındandır. Maçtan önce gel, sana vereceğim ilacını" dedi. Gittim yanına, bir baktım bana konyak şişesi uzatıyor.

— Hocam ben şimdi bunu mu içeceğim?

— İç bak nasıl getirecek seni kendine!

Hakikaten de içtim, efsane oynadım o gün.

Birch'ün antrenman kültürünü çok değiştirdiğini anlatırlar…

Doğru. Hele haftanın ilk idmanı en ağırıydı, o idmanı düşündükçe aklımıza ne gezmek ne eğlenmek gelirdi. Hemen eve gidip erkenden uyumak, idmana kuvvetli gelmek icap ettiğini düşünürdük. Ağırlık idmanı, koşu idmanı, kondisyon idmanı… Ama çok da faydasını gördük. Üç sene üst üste şampiyon olduğumuz dönemde bütün diğer takımların hocaları, yardımcıları gelip bizim idmanları seyrederdi "Ne yapıyor bunlar?" diye. Hırslı da bir adamdı Birch, çok iyi motive ederdi bizi. Bir maçta ilk devre geriye düştük, soyunma odasına geldik… Tabii hiçbirimiz de İngilizce bilmiyoruz. Tercüman var ama Birch öyle bir konuşuyor ki tercümana da lüzum kalmıyor. Ağzından köpükler çıkıyor, nasıl kızgın… "Siz 'Büyük takımız' diyorsunuz, 'Galatasaraylıyız' diyorsunuz, şu az önce sahada gördüğüm takımı mahallede yenerler" diyor. Yakalarımızı tutuyor, sallayarak bizi tenkit ediyor, ikaz ediyor, bağırıyor, yanlışlarımızı söylüyor… Onu bırakıp bana geliyor, diğerine gidiyor. Biz ikinci yarıya öyle bir çıktık ki; yani arenada boğayı salarsınız ya, her birimiz birer boğa gibiydik. Kazandık tabii o maçı. Bakın lisan bilmenize, anlamanıza bile gerek yok. O reaksiyonu Çince de verse aynıydı.

Sizi o dönem izleme şansı elde eden hemen herkes "Zamanının çok ötesinde kaleciydi, en iyisiydi" diye anlatır. Döneminizden ileride hangi özellikleriniz vardı sizce? Sizi bu kadar unutulmaz yapan neydi?

18 içindeki hâkimiyetim, hava toplarındaki hâkimiyetim ve topu oyuna en hızlı, en uygun şekilde sokmamdı herhalde. Diyelim havadan bir top geldi ve çıktım aldım… Aldıktan sonra ânında en uygun, atağa kalkabilecek oyuncuya topu ulaştırıyordum. Metin Kurt vardı. Topu tuttuğumda daha yere inmeden, havadayken bakıyordum biri koşuyor sağdan, hemen onu görüyordum. Ben topu tutunca o başlıyordu koşmaya. Sonra öyle bir atıyordum ki tam onun hızına göre, koşu yoluna. Ekstra hiçbir çaba göstermeden topla buluşuyordu. O zamanlamayı çok iyi ayarlıyordum. Rakip "Ne oluyor?" derken bu paslarımın çoğu, golle neticeleniyordu. Bu özelliğim önemliydi.

Sonra sakin karakterliydim. O bakımdan oyunu iyi görürdüm, defansımla çok iyi koordine olurdum. "Ahmet bak arkandan geliyor, Mehmet dikkat et ikiye tek kaldın" diye uyarırdım onları, rahatlatırdım. Sonraları Cosmos'ta da hocalarım bu tarafımın kuvvetli olduğunu söylemişlerdir bana. O yıllarda lisanım iyi olsa daha da iyi olurdu

O dönem Türk futbolunun bir diğer büyük kalecisi Ali Artuner'le de milli takımda çalıştınız.

Benim idolümdü işte o, Ali Abi. Küçükken hep "Turgay olacağım" derdim, futboldaki ilk senelerimde Ali Abi geldi. Göztepe'nin ve A Milli Takım'ın kalecisiydi. Çok dikkatle izlerdim onu, mümkün olduğunca maçlarına gidip ne yapıyor, nasıl duruyor diye gözlemlerdim. Ona da söylemiştim bir defasında, kaleci olarak özelliklerimin çoğunu ondan kapmışımdır diyebilirim. Ali Abi'den sonra ben almıştım milli takım kalesini, olaya bak! Rüya gibi gerçekten…

"Benim idolüm Ali Artuner'di. Kaleci olarak özelliklerimin çoğunu ondan kapmışımdır diyebilirim."

"Benim idolüm Ali Artuner'di. Kaleci olarak özelliklerimin çoğunu ondan kapmışımdır diyebilirim."

Fiziği Doğu Bloku kalecilerine benziyor. Çok uzun, çok iri, dönemine göre çok kalıplı…

Hem uzun hem çok esnek bir kaleciydi, maşallah. Pek öyle konuşulmaz ama büyük takımda oynamayınca işte böyle oluyor. Turgay Abi gibi unutulmaması gereken bir kaleci.

O dönemde sakallı, sahadaki diğer oyunculardan farklı, dikkat çeken, dönemi anlatan da bir karaktersiniz bir bakıma…

Bazı şeyler spontane gelişiyor. Sezon başında kampa gittiğimizde sakalımız dinlensin diye bıraktık fakat ondan sonra da sembol oldu o bende. Tam da yükseliş dönemime denk geldiği için bir türlü elim varmadı kesmeye. Yaklaşık bir 15 sene falan kaldı. ABD'ye geldiğimde bile sakallar duruyordu. Sakallarla özdeşleştim. O dönemki resimlere bakıyoruz hep sakallı, sakallı, sakallı… Eşim Güney Koreli, hiç de sakal sevmiyor. "Nasıl tutmuşun onca sene bunları!" diyor, izah edemiyorum.

Galatasary 1975-76

Galatasary 1975-76

Yükseliş döneminizde magazin basınının bile yıldızı oluyorsunuz. Hatta Sophia Loren Türkiye'ye geliyor, fotoğraflardan bakıp sizi 'En yakışıklı futbolcu' seçiyor. Devamlı gündemdesiniz. O genç yaşta şöhretle baş etmekte zorlandınız mı?

1973'te 'Yılın Sporcusu' seçildim. Milliyet, Hürriyet, TRT; hepsinde. Öyle olunca başka şeyler girdi devreye. Mesela Türkan Şoray 'Yılın Sanatçısı' seçilmiş, bizi bir araya getirip Ses Mecmuası için kapak fotoğrafı çekiyorlar falan. Öyle öyle sanat camiasından arkadaşlarım oldu, onlar duyuldu, magazine taştı benim ismim…

Bir gün milli takımla İzmir'de kamp yapıyoruz, hocamız Coşkun Özarı… Efes Oteli'nde kalıyoruz, yemekten sonra yürüyüşler yapıyoruz... Bir okulun önünden geçiyorduk, kız lisesiymiş, oradan gördüler. 20-25 milli futbolcu var fakat kızlar orada benim ismimi tempo tuttular. Hepsi bağırmaya başlayınca rahmetli Coşkun Abi "Sen hemen otele dön, seninle ayrı yürürüz sonra" diye beni yolladı. Hatırladıkça gülümserim.

İstiklal Caddesi'nde karşıdan karşıya geçerken belediye otobüsü önümde durup bana yol veriyordu. Çok utanıyordum. "Hay Allah! Ne yapsam?" diye elim ayağıma dolanıyordu, hemen koşarak geçip teşekkür ediyordum. Hepsi aklıma geliyor şimdi, unutmuştuk, siz söyleyince hatırlamaya başladım, bayağı da bir duygulandım. İnsan gurur duyuyor, tuhaf bir duygu.

Hey Dergisi'nin bir kapağı var, Tarık Akan'la birliktesiniz. Yakın arkadaşlığınızdan bahsediliyor…

Bakırköylüyüz, beraber büyüdük. Tarık, cankurtarandı Ataköy Plajı'nda, biz de o zaman bir tek oraya giderdik. Sonra aktör olunca sık görüşemiyorduk ama o tarz röportajlarda birlikte fotoğraflarımız da çıktı.

Galatasaray tarihinin en büyük kaoslarından biri: Metin Kurt ve Turgan Ece krizi. Siz de olayın kahramanlarından birisiniz. Neler hatırlıyorsunuz o dönemden?

Esasında biz haklıydık ama bugün düşününce "Şartlar farklıydı herhalde" diyorum. Bir prim sözü verildi. Sonra "Seyirci gelmedi, para yapamadık, veremeyeceğiz" gibisinden bir haber geldi. Rahmetli Metin de idealist biriydi; her şeye girer, konuşurdu. Ben de takım kaptanıydım o dönem. Bana, "Yasin, bu yapılan haksızlık. Seyirci umduklarından fazla gelse, bize fazla mı prim vereceklerdi? Yok. O zaman biz de protesto edelim. Toplanalım, konuşalım" dedi. Toplandık bir yerde konuşuyoruz… "İdmana çıkmayalım" falan diyoruz. Otele döndük, Turgan Ece geldi. Duymuş herhalde. Biz elebaşları; Metin, ben, birkaç oyuncu daha… O hafta Fenerbahçe maçı olmasına rağmen bizi kadro dışı bıraktılar. O maç kötü gitse herhalde Turgan Ece'nin sonu olurdu ama Fenerbahçe'yi 1-0 yendik. Sonra özür dilemeler falan konu kapandı…

Eski bir takım arkadaşınız olarak Fatih Terim'de iyi bir antrenör ışığı görüyor muydunuz?

Ben Fatih'le bir ya da iki sene oynadım. Gökmen oynadı uzun süre. Tahmin etmiyordum çünkü biraz hırçın bir çocuktu. Arkadaşlarına karşı olsun dışarıda olsun devamlı sürtüşen, didişen… Adanalı olmasından dolayı herhalde? (Gülüyor.) Gökmen'le çok sürtüşürlerdi hatta ben de takım kaptanı olarak ortalığı yatıştıran kişi olurdum. O zaman buralara geleceğini söyleseler inanmazdım. Ama evlendikten sonra çok değiştiğini söylemişlerdi. Fulya Hanım'ın o değişimde çok büyük etkisi olduğunu düşünüyorum. Çok değerli ailede büyümüş, çok değerli bir hanımefendiydi. Fatih'te büyük bir değişim yarattı tahminimce.

Fatih zaten futbolu çok iyi bilen biriydi hep. Ayrıca hırçın da olsa bir liderlik vasfının olduğunu hissediyorduk sahadayken de. Seneler geçti ve bu özellikler de birleşince çok iyi bir teknik direktör oldu. Başarılar ortada, bugün Türkiye'de Avrupa kupası alan bir takım var: Galatasaray. Çok değerli bir hocadır. Ama artık miadını doldurmuştur diye düşünüyorum. İnşallah bundan sonra hocalık yapmaz. (Gülüyor.) Başka görevler alır Galatasaray'da.

"Fatih futbolu çok iyi bilen biriydi. Hırçın da olsa bir liderlik vasfının olduğunu hissediyorduk sahadayken de..."

"Fatih futbolu çok iyi bilen biriydi. Hırçın da olsa bir liderlik vasfının olduğunu hissediyorduk sahadayken de..."

Bu kadar iyi giden bir Galatasaray kariyeriniz varken, futbolu bırakmaya teşebbüs ediyorsunuz, Dolmabahçe'deki bir jübile maçıyla. Yaşınız 28. Burada "Neden?" sorusu aklımıza geliyor tabii…

İnsan gençken kararları cesaretle ve çabuk veriyor. Neden? Çünkü gençliğine güveniyor. Esasında kulüple sorunum oldu. Bir iş durumu vardı, paraya ihtiyacım oldu, para istedim, yalanlar falan derken bir türlü isteğimin karşılığı olmadı. Benim içim dışım birdir. Yalana karşı alerjim var diyelim. Başkan Selahattin Beyazıt'tı o zaman, bir gün evini aradım bu durumu çözmek için, eşi çıktı… "Şimdi banyoda, çıkınca aratırım" dedi. Ne arayan ne soran oldu. Ben de kızdım, "Topu bırakıyorum!" dedim ve bıraktım… O zamanlar Turgay Abi, "Bu yaşta top bırakılmaz!" uyarısında bulundu. Çevremdeki diğer arkadaşlarım ve babam da benzer şeyler söylediler ama kararımı vermiştim. "En iyisi jübilemi yapar, iş hayatına atılırım" diye düşündüm.

Jübilemin üzerinden yaklaşık bir ay geçmişti… Bir gün Ali Şen'i ziyaret ettim. Ali Abi, Fenerbahçeli olmasına rağmen benim çok sevdiğim bir abimdir. Durumları konuşurken, "Sen boş ver buraları. Gel, ben seni ABD'ye götüreyim. Orada Cosmos diye bir takım var. Menajeriyle tanıştım. Pele falan da takımda. Gel, en azından birkaç sene oynar, lisan öğrenirsin" dedi. Kararlaştırdık, biletimizi aldık, geldik ABD'ye…

ABD'de Cosmos Menajeri Clive Toye ile görüştük. Sonra Ahmet ve Nasuhi Ertegünlerle tanıştık. New York'ta kozmopolit bir halk olduğu için seyirci gelsin, futbolu sevdirelim diye değişik ülkelerden, oranın meşhur oyuncularını alıyorlardı. Ali Abi getirdi, sonra kaldık burada. Hâlâ da buradayız…

Ertegün Kardeşler, ABD tarihinin en büyük kültür figürlerinden. Onlarla aynı ortamda olmak bile başlı başına bir tecrübe aslında…

Daha çok Ahmet Ertegün'le yakındık. Burada çok saygınlıkları vardı. Atlantic Records'un sahibiydi. Warner Brothers'ın da bir parçasıydı onların şirketi. Büyük isimlerle birliktelerdi sürekli. Ahmet Ertegün'ün sayesinde hayal edemeyeceğim insanlarla tanışıyordum. Bir gün Henry Kissinger, bir gün Rolling Stones grubu… Bizim soyunma odamıza gelen isimlerdi hepsi. Ahmet yemek verdiği zaman beni yanına oturtur ve bu yıldızlarla tanıştırırdı. Hem futbol hem de sosyal yaşantı açısından Ahmet'in bana çok büyük faydası olmuştur.

Bir de 'Kral' Pele ile mesainiz var… Nasıl bir şeydi onunla oynamak?

Maradona, Beckenbauer, şu, bu… Birçok efsane geldi bugüne kadar. Ama hep şunu derim, "Pele, efsanenin de efsanesi!" Bugün bile onu izleyen izlemeyen herkesin isim olarak tanıdığı bir kişi. Böyle bir insanla aynı takımda oynamak büyük gurur veren bir şey. Büyük futbolculuğu bir kenara, büyük de bir insan. Kaç defa yaşandı bilmiyorum; Manhattan'da yürürken yolda görür, gelir: "Turco, Yaşin!" der, kaldırır beni havaya. Defalarca… Çok da alçakgönüllü bir insandır.

Tek o da değil. Beckenbauer olsun, Carlos Alberto olsun hep aynı takımda oynadığımız efsaneler… Soyunma odasına giriyorsunuz, antrenör konuşurken etrafınıza bir bakıyorsunuz dünyanın en büyük futbolcuları ile aynı havayı soluyorsunuz. Hayal gibiydi o zamanlar. Hakikaten gurur verici zamanlar.

Pele'nin Cosmos'taki jübilesinden...

Pele'nin Cosmos'taki jübilesinden...

1978 yılında TRT, ziyaretinize gelmiş ve bir söyleşi yapmışsınız. Orada, "ABD'liler vatandaşları oynasın istiyor. Yabancıları yuhalıyorlar" diyorsunuz.

Evet. Ama çok az ABD'li futbolcu vardı. Bizim takımda dört ABD'li vardı sanırım. E durum böyle olunca yabancı futbolculardan öğrenmeleri gereken çok şey vardı ama onu kabullenemediler sanırım. Kendilerini her branşta dünyanın en iyisi gördükleri için belki de…

Takımın bir diğer kalecisi Shep Messing ile bu konuyla bağlantılı gerginlikleriniz de oldu sanırım?

Shep, ABD'li ve agresif bir çocuktu. Devamlı oynamak isteyen, devamlı gazetecilere röportaj veren, konuşmayı seven bir çocuktu. Oynamadığında da gazetecilere dert yanar, takımın başında Türkler olduğu için benim oynatıldığımı iddia eden demeçler verirdi. ABD'de fazla konuşan adamı takımda tutmazlar. Yolladılar onu sonra, başka takıma gitti…

70'lerin New York'u nasıldı? Dünyanın içinde başka bir dünya…

Çok farklıydı. Neşeli, renkli, herkes sokaklarda… Bugünkü New York gibi değildi. Hele o zamanki Türkiye'den gelen biri için bambaşka bir yerdi. Bir de Cosmos futbolcusu olarak gittiğimiz her yerde itibar görüyorduk. Studio 54 diye bir disko vardı, çok meşhurdu; kapıda kırmızı halılar, tüm ünlüler orada… Kolay kolay giremezdin ama biz Cosmos futbolcuları olarak elimizi kolumuzu sallaya sallaya girerdik. Ahmet Ertegün sayesinde birçok sanatçının kayıt yaptıkları yere gider, onları oralarda dinlerdik. Çok güzel bir gençlik geçirdik.

Antrenörlük de yaptınız. Cosmos'ta iyi de bir başlangıç yaptınız. Daha sonra Galatasaray'da Mircea Lucescu ile, Güney Kore'de Şenol Güneş ile çalıştınız. Neden o kariyerin üzerine gitmediniz?

Olmadı işte. Döndüm, Fatih beni altyapı sorumlusu yaptı. Sonra Lucescu geldi. Fatih döndüğünde yine teklif etti ama Avustralya'dan bir teklif gelmişti, orada hocalık yaptım. Dört sene orada kaldım. Yurtdışında daha rahat ediyordum. Türkiye'ye bir daha döndüm belki bir şeyler gelir diye ama olmadı. Türkiye'de olmuyor. Bir yer boşalıyor, bir saat sonra yirmi hoca aday oluyor oraya. Bakan onun busu, milletvekili bunun busu… Hepsi değil tabii ama çoğu böyle. Hatır gönül işlerini sevmem ben de. Sonra Şenol Hoca aradı, Güney Kore'ye gittik. Sonra da bıraktım zaten, soğudum.

Galatasaray'la tarihe geçen üst üste şampiyonluklar, 'Yılın Sporcusu' unvanı, Cosmos macerası… Birçok insanın hayallerini süsleyecek bir onyıl… Bugünden bakınca 1970'lerden ne kaldı sizde?

Bazen bugünkü imkânlara da gıpta ediyorum. O yetenekle bugünkü imkânlarda oynayıp, Avrupa'ya gitmeyi çok isterdim. Ama sonra da "Her dönemin kendine has güzellikleri, özellikleri var" diyorum ve kendimi şanslı addediyorum. Küçük yaşta başladığım futbolda çok güzel günlerim geçti. Bu yüzden de kendimle gurur duyuyorum. Burada dediğimiz gibi: I'm very honored.

Laz Fıkrası Var mı?

Cosmos maçlarını izlediğimde Giorgio Chinaglia ile aranızda farklı bir bağ var gibi gelir hep…

En iyi arkadaşım, en iyi arkadaşım! Komik şeyleri çok severdi. Bize de o dönem nasıl olduysa Trabzonspor'dan Engin (Çınar) diye bir oyuncu gelmişti. Indoor oynuyorduk o yıllarda. İngilizcesi iyi olmasa da çok komik bir çocuktu Engin. Chinaglia'ya devamlı Laz fıkraları anlatıyordu. Engin anlatıyor, ben çeviriyorum, Chinaglia gülüyor. Bir süre sonra beni de "Laz" diye çağırmaya başladı. Resmen bağımlısı olmuştu. "Laz hikâyesi var mı?" diyordu, Engin'e soruyordum hemen "Komik bir şey varsa anlat" diye. Ben bilmem çok çünkü. Giorgio çok iyi bir çocuktu. İngiltere'de büyümüş, İngilizcesi çok iyiydi. Lazio'da büyük işler yapmıştı…

Biz, İtalya ile Napoli'de bir milli maç oynamıştık. Sabri Abi'nin 'Napoli Fatihi' olduğu maç. Ben de yedektim. Chinaglia da oynamıyordu ve kramponları bağlamış, omzuna atmış oturuyordu. Haftaymda onu görmüştüm ve nedense aklımda kalmıştı. Cosmos'ta tanıştığımızda ona o günü hatırlattım, çok şaşırmıştı. Ailecek görüştüğümüz çok iyi bir dosttu. Nur içinde yatsın…

Kaiser'in Hocası

George Best, Los Angeles'ta oynuyordu. Karşı karşıya geldik. 1-0 galiptik, bir pozisyon oldu, maçın sonuna doğru... Best, sola doğru kaydı, kaydı karşı karşıya geldik… Topa vurdu, top bende kaldı. Gelip "Bravo" demişti. O anı bende kaldı.

Cruyff da bize geldi ama az oynadı. İngiltere'de Chelsea ile oynadığımız bir maç vardı, çok iyi oynamıştım. Maçtan sonra "Tebrikler, senin sayende mağlubiyetten kurtulduk" demişti.

Beckenbauer'le daha uzun süre oynadık tabii. Hatta hocalığını bile yaptım onun. Çok komik o da. Orada futbolu bıraktım ve kulüpte antrenörlük yaptım. Hennes Weisweiler'in yardımcısıydım. Beckenbauer de hâlâ oynuyordu. Son senesiydi sanırım. Bir idmanda grup grup çalışıyorduk, Weisweiler de bana bir grubu verdi. Neler yapmaları gerektiğini anlattı ve gönderdi beni. Gittim, anlatıyorum. Beckenbauer de grubun içinde. Bir ara bana bir gülme geldi. Kendi kedime "Askılı pantolonlu çocukken adamı Dünya Kupası'nda izliyorduk, şimdi geldik hocası olduk" demiştim.

Socrates Dergi