Silvio ile 30 Yıl

10 dk

Gösteriş, skandallar ve başarı… AC Milan ile Silvio Berlusconi’nin 30 yıllık birlikteliğinin özeti.

105 milyon liret... 1952’de Napoli’nin hem belediye hem de kulüp başkanlığını yürüten faşist politikacı Achille Lauro, İsveçli forvet Hans Jepsson’u dünya transfer rekoru kırarak Güney İtalya’ya getirdi. Amacı Napoli’yi şampiyon yaparak oy sayısını artırmaktı. Fakat hiçbir zaman bunu başaramadı. Görevinden ayrıldıktan sonra kulübün onursal başkanlığını sürdürdü ve devamlı ilgi odağı olmak için çalıştı. Cane olarak bilinen Brezilyalı Faustinho Jarbas’ı transfer etmeden önce söyledikleri, patavatsızlığının ve siyasi görüşünün en iyi örneğiydi: “Kara ve çirkin. Rakip oyuncular ondan korkacak!” Achille Lauro’nun etkisi, Napoli ile sınırlı kaldı. 30 yıl sonra, onun koyduğu çıtayı her anlamda birkaç seviye üste taşıyacak bir başkan, İtalya futbolunu ve siyasetini değiştirecekti...

Kaos

İtalya 1982’de dünya şampiyonu olduğunda, dibi gördüğü bahis içerikli Totonero Skandalı’ndan sonra zirveye doğru yol almaya başlamıştı. En önemli futbol simgelerinden Milan ise bu istikamete sapmaktan çok uzaktı. 1980- 1981 sezonunu, Totonero’da aldıkları ceza nedeniyle Serie B’de geçirmişler, o yıl Serie A’ya çıksalar da 1981-1982 sonunda tekrar dibi boylamışlardı. Giuseppe Farina ile Milan’ın yolları da burada kesişti. Uzun süre Vicenza başkanlığı yapan Farina, 1982'de Milan’ı satın aldı. Takım, bir sene sonra tekrar Serie A’ya yükseldi. Farina’nın amacı, kulübü 1960’lardaki günlerine döndürmekti. 1984’te de önemli adımlar attı.

İlk işi, kulüp tarihine geçen yabancı futbolcularından, antrenör olarak Roma (1983) ve Milan (1979) ile şampiyonluğa ulaşmış İsveçli Nils Liedholm’ü tekrar takımın başına getirmek oldu. İtalya’da büyük bir güç gösterisi hâlini alan yabancı transferlerinde de geri kalmadı. İngiltere’nin ünlü oyuncularından Ray Wilkins ve Mark Hateley’i transfer etti. Şampiyonluğa ulaşamadılar ama ligi beşinci bitirerek en azından Serie B fobisinden uzakta durdular. Üstelik Paolo Maldini, Franco Baresi, Mauro Tasotti, Pietro Virdis ve Alberigo Evani gibi oyuncular da göz önünde bulundurulduğunda, gelecek için ümit verdikleri bile söylenebilirdi. 1985-1986 sezonu yeni ve ‘iç açıcı’ bir macera olacaktı...

27 Ekim 1985’te Verona’ya kaybettikleri maçtan üç gün sonra, Corriere dello Sport’ta bir haber yayımlandı: “Fininvest medya şirketinin sahibi Silvio Berlusconi, Milan’ı 24 milyar liret karşılığında satın aldı.” Haber, kısa sürede yalanlansa da saha dışında yaşananlar, pis kokunun habercisiydi. Mali müfettişler, Milan kulübüne ziyaretleri sıklaştırmıştı. Bir dönem Milan başkanlığı da yapan İtalya Futbol Federasyonu Başkanı Federico Sordillo, bunların rutin kontroller olduğunu belirtti. Zaten Farina yönetimindeki kulüp, genel borçlarını kapamış ve maddi sıkıntılardan uzaklaşmaya başlamıştı. Ama top, beklenmedik bir yerden kalelerine doğru süzülecekti. Oyuncular için ödenen bireysel vergilerde açık bulundu. Borç, 13 milyar lirete yakındı. Farina; Cagliari ve Lazio gibi kulüplerin de bu vergileri ödemediğini, birkaç oyuncu satarak bunun altından kalkabileceklerini söylese de baskı artmıştı...

 Achille Lauro

Achille Lauro

“Sizlere söyleyemeyeceğim şeyler oluyor ve bu nedenle bir karar aldım. Milan’ın iyiliğine olacak. Daha açık anlatmamı istemeyin, anlatamam.” Giuseppe Farina, Aralık ayı ortalarında bu açıklamayı yaptı ve başkanlıktan istifa etti. Milan, 1986’ya başkan yardımcısı Rosario Lo Verde yönetiminde girdi. Bu arada kulübü almak için resmi girişimde bulunan bir isim daha vardı; o da eski yöneticilerden Dino Armani’ydi. Ama Silvio Berlusconi, takipteydi ve boş durmayacaktı...

19 Ocak 1986’da San Siro’da oynanan Milan-Fiorentina maçının devre arasında beklenmedik bir olay yaşandı. Bir grup genç, San Siro çimlerine indi ve pankart açtı. Tuttukları bez parçasının üzerinde şöyle yazıyordu: “Ya Berlusconi ya ölüm!”

Duruma içerleyenlerin başında 1960-1970’lerde Milan’ın yıldızı ve dönemin başkan yardımcısı Gianni Rivera vardı. Berlusconi’nin şartları kendi isteği doğrultusunda yönlendirmek için etik dışı davrandığını belirtiyordu. 24 Ocak’ta ‘devrik başkan’ Farina’nın, Dino Armani ile borçlar artı 24 milyar liret karşılığında anlaştığı konuşulmaya başlandı. Aynı gece federasyon başkanı Sordillo, Milan’ın satış işlemlerinin mahkeme kontrolü ile yapılacağını duyurdu. Berlusconi’nin rakipsiz olması isteniyordu. Zaten Berlusconi’ye direnen tek isim de Rivera’ydı neredeyse. 1 Şubat’ta Milan’ın yok edilmesine izin vermeyeceğini söyledi ve şunu ekledi: “Görüşmelerde Berlusconi’nin avukatları beni şoka soktu. Milan’ın batmasına göz yumup birkaç liret karşılığında kulübü ucuza almak istiyorlar.”

Silvio ve oğlu Pier Silvio... O helikopter de arkada...

Silvio ve oğlu Pier Silvio... O helikopter de arkada...

Rivera, futboluyla Avrupa’da zirveye çıkardığı Milan’ın taraftarından destek beklese de 9 Şubat’taki Milan-Sampdoria maçında açılan pankartlar işinin imkânsız olduğunu gösteriyordu: “Armani boia, Rivera troia!” (Cellat Armani, fahişe Rivera!) ve “Bizi bu utançtan kurtar Silvio!” Rivera yine de vazgeçmedi, “Milan, uçuruma sürüklenen kör bir adam ve Berlusconi de ona yanlış yolu gösteriyor. Mahkeme kararı ile Milan’ı almak... Anlam veremiyorum!”

Bu esnada, işleri Berlusconi lehine çeviren bir olay daha yaşandı ve eski başkan Farina’nın, Güney Afrika’ya gittiği ortaya çıktı. Olay, Berlusconi’nin sözünün geçtiği medyada, “Farina kaçtı” olarak yer aldı. Farina için Milano mahkemelerinden yakalama kararı çıkması uzun sürmedi. 20 Şubat’ta beklenen açıklama yapıldı: “Milan, borçları karşılığında Fininvest’e satıldı.”

Farina, 1995’te verdiği röportajda, ”Milan’ı Berlusconi’ye satmadım, Craxi’nin baskılarıyla verdim” diyecekti. Berlusconi; Sosyalist Parti Başkanı ve İtalya Başbakanı Bettino Craxi, İtalya solunun önemli isimlerinden Olimpiyat Komitesi Başkanı ve Milan Eski Başkanı Franco Carraro ve radikal sol örgüt Kızıl Tugaylar’a öykünen Brigate Rossonere’nin de (Kırmızı-Siyah Tugaylar diyebiliriz) içinde bulunduğu Ultras’ların desteğini alarak Milan’ın yeni başkanı olmuştu.

Zaferini kutlarken “Şirketin başına ben geçeceğim. Milan bir futbol takımı ama aynı zamanda satılan bir ürün, tıpkı marketlerdeki gibi. Tecrübemizi televizyon kanalları ve reklamlarla kullanıp Milan’ın imajını geliştirmek istiyoruz” diyordu. Yıllar sonra La Corna del Daivolo (Şeytanın Boynuzu) kitabını yazan Carlo Petrini, bu süreci şu başlıkla anlatacaktı: “Soygun: Berlusconi Milan’ının doğuşu”

Yenilik

18 Temmuz 1986... Arena Civica’da toplanan 10 bin Milan taraftarı, yeni bir başlangıç için hazırdı. Antik stadyumda, bir anda Wagner’in Ride of the Valkyries eseri çalmaya başladı. Önce teknik kadro, sonra futbolcular taraftarları selamladı. Son olarak ise Berlusconi sahaya geldi. Hem de helikopterle, olabilecek en havalı şekilde. Alay konusu olacağını biliyordu ama Milan’ın değiştiğini göstermek istiyordu.

Aslında, ne bu şovlara ne de futbola yabancıydı. Para saymaya, Milano’nun varoşlarına kondurduğu Milano Due binalarıyla başlamıştı. Daha sonra medya işine girdi, Fininvest’i kurdu ve yerel kanallar oluşturdu. 1980’lere gelindiğinde dört adet televizyon kanalı vardı. 1980’de Dünya Kupası’nın 50. yılı şerefine Uruguay’da düzenlenen Mundolito Turnuvası’nın yayın haklarını satın aldı ve bunu yakın ilişkilerinin bulunduğu Canale 5’ye sattı. Bu, futbolu tekelinde bulunduran devlet kanalı Rai’ye rakip olmak demekti. Futbolu özel kanallarla tanıştıran ve bugünkü programların temelini atan da Berlusconi’nin ta kendisiydi. Milan Başkanlığı için desteğini aldığı başbakan Craxi ile ilişkisi de bu dönemde başlamıştı.

Milan’ın başına geçmesi, birçok söylentiyi beraberinde getirdi. Inter taraftarı olduğu ve Milan’dan önce Inter’i satın almayı düşündüğü yönünde çıkan haberlere şu cevabı verecekti: “İnsan dinini değiştiremez. Milan maçlarını tartışmak için babamın işten gelmesini bekler, çoğu kez Milan’ı izlemeye San Siro’ya giderdik.” Hakkında yaşanan tereddütlerin belki de en masumu buydu. Milano Due’nin yapım aşamasında sermayeyi nereden bulduğu ve medya patronluğuna ilerlediği yolların sık sık mafyayla kesiştiği söylentileri kafaları karıştırsa da bu iddialar hiçbir zaman kanıtlanamadı.

Wagner’le başladığı yenilik harekatı, Milan’ın antrenman tesisleri Milanello’da futbolcularla birlikte yediği yemeklerle devam etti. Paolo Maldini, bu geleneğin ilk dönemiyle ilgili şunları söylemişti: “Bizimle yemek yediği ilk gün, dünyanın en büyük takımı olacağımızı söyledi. Birçok futbolcu buna gülmüştü.”

1986-1987 sezonunda Milan, başkanının bu hayaline çok uzaktı. Silvio Berlusconi, 1987 yazında San Siro çimlerine Hollandalı yıldızlar Ruud Gullit ile Marco van Basten’i çıkardı, takımın başına ise Serie B’de Parma’yı çalıştıran Arrigo Sacchi’yi getirdi ve her şey değişmeye başladı. Bu çılgın tercihi pek olumlu karşılanmasa da sezon sonunda Serie A’nın zirvesinde Milan’ın adı vardı. 1989’da, Berlusconi’nin yemek konuşmasındaki hayali giderek gerçeğe yaklaşmaya başlamıştı. 24 Mayıs 1989’da Camp Nou’da oynanan Şampiyon Kulüpler Kupası Finali’nde Steaua Bükreş’i 4-0 yenen Milan, 20 yıl sonra Avrupa’nın kral tahtına yerleşmişti. Ertesi sezon başarılarını tekrarladılar ve bir kez daha en büyük oldular.

Berlusconi’nin başardığı tek şey bu değildi. Televizyon gelir hakları, halkla ilişkiler çalışmaları ve kulüp ürünlerinin satışı gibi o dönem futbola yabancı olan terimleri Milan’ın merkezine yerleştirdi ve başkanlığa oturduğu ilk gün söylediklerini gerçekleştirdi. Kulüp, 60 bin kombine satmaya ve yıllık gelirini yüzde yüzden fazla artırmaya başladı. İngilizler, Premier Lig adıyla yeni bir oluşum kararı aldığında, örnek aldıkları model Berlusconi’nin Milan’ı olacaktı.

Ülke futbolunda karşı konulamayan adam hâline gelen Berlusconi, tartışmalar yaşadığı kulüp efsanesi Gianni Rivera’yı aforoz etmiş ve kendisine bilet satılmasını dahi yasaklamıştı. Hakkındaki olumsuz söylentiler ise son sürat devam ediyordu. 1993 yazındaki Marcel Desailly transferinde yaşananlar bunlardan biriydi. Tıpkı Berlusconi gibi başkanlığına şüpheyle bakılan Marsilya’nın sahibi Bernard Tapie, uçuk transferlerle kulüp kasasını zora sokmuştu ve Berlusconi’nin de bu açığı kapamak için dostuna yardım elini uzattığı söyleniyordu. Yaptığı açıklama, gönülleri rahatlatmak yerine soru işaretlerini artıracaktı: “Bu transfer gerekli değildi ama daima bir sır olarak kalacak gizemli sebeplerden dolayı gerçekleştirildi.”

‘Gizemli sebeplerden’ transfer edilen Marcel Desailly, 18 Mayıs 1994’te attığı golle sonucu belirliyor ve Milan, 4-0’la Barcelona’yı sahadan silerek bir kez daha Avrupa şampiyonu oluyordu. Aynı gün Silvio, bir başka zaferi daha kutluyordu. Kurduğu hükümet güvenoyu almıştı. Artık İtalya’nın yeni başbakanıydı...

‘Halktan Biri’

Silvio Berlusconi; inşaat, medya ve spor kariyerinde zirveyi gördükten sonra 1990’larda politikaya girme kararı aldı. Geçmişindeki karanlık işleri nedeniyle günün birindeyargılanma ve mahkûm edilme olasılığı vardı. Politikaya girip, başbakan olarak bu riski ortadan kaldırmak istiyordu kimilerine göre. Uzun süredir imajını besleyen futbol sahalarına da değinerek Forza Italia Partisi’ni kurdu. 1994 seçimlerine partisiyle hazırlanırken sloganı “Milan gibi bir ülke yaratmak”, siyasi amacı ise komünizmi temizlemekti. 1980’lerde iyiden iyiye oy almaya başlayan ırkçı Lega Nord Partisi ile işbirliği yapacağını duyurdu. 1986’da İtalya solundan destek alan Silvio, kanat değiştirmişti. Lega Nord ortaklığından midesi bulanan bir Milan yöneticisine şunları söyleyecekti: “Stratejik bir ortaklık, fikir ortaklığı değil.”

Bu birliktelik, 1994 seçimlerinde zaferi getirdi. Ama Aralık ayında koalisyon dağıldı ve mutluluğu kısa sürdü. Vazgeçecek gibi değildi... Milan’dan uzaklaşacak kadar politikaya kendini kaptırmıştı. Takımın kaptanı Baresi, o günlerle ilgili şunları söylemişti: “1980’li yıllarda onunla sık sık oturup konuşurduk ama 1990’larda gerçek manada bir sohbetimiz olmadı. Kulüp başkanından çok, politikacı gibiydi.” Marcel Desailly ise otobiyografisinde Berlusconi’nin imajından dem vurarak politik kariyerine şaşkınlığını kaleme alacaktı: “Onun konumundaki bir insan için giydikleri inanılmazdı. 60’lardan kalan jogging pantolonu, çok yıkandığı için iplik iplik olup kumaştan dökülen tüyler! Bu hâliyle onungeleceğin başbakanı olacağına ihtimal bile vermezdiniz. Şöyle tepeden tırnağa baktığınızda; cumartesi akşamı garajından çıkan, elinden her iş gelen ev erkeklerini andırıyordu.”

Aslında bu ‘sıradanlık’, politikada ona çok şey kazandırdı. 1994’te macerası kısa sürse de 2001 ve 2008 seçimlerinde kazanan Forza Italia oldu. Temiz Eller Operasyonu kapsamındaki davalarda Berlusconi’nin mafya bağlantılarını sık sık dile getiren, sonraların muhalif parti lideri olan savcı Antonio Di Pietro, Berlusconi’nin aldığı oylar için “Normal bir ülkede kimse o karakterde birine inanmaz” yorumu yapıyordu. BBC’nin Berlusconi konulu belgeselinde mikrofon uzatılan kafe çalışanının “Neden Berlusconi’ye oy veriyorsunuz?” sorusuna cevabı ise düşündürücüydü: “İletişim şeklini seviyorum. Herkesle sohbet ediyor, onların elini sıkıyor. Onu seviyoruz çünkü bizim dilimizden konuşuyor.”

‘Halkın dilinden’ konuşan politikacı Berlusconi, uluslararası temaslarında da ‘açık sözlüğünü’ esirgemedi. 2003’te kendisini eleştiren Avrupa Parlamentosu Başkanı Alman Martin Schulz’a, “İtalya’da bir yönetmen tanıyorum, Nazilerle ilgili bir film çekiyor, Kapo (Toplama Kampı Şefi) rolü için sizi önereceğim” dedi. 2009’daki L'Aquilla depremi sonrasında kurulan çadırları gezerken önce depremzedelere “Bunu hafta sonu çadır tatili saymak lazım” diyerek ‘moral’ verdi, sonra da Afrikalı rahip ve Kızılhaç görevlisine “Çok güzel bronz bir teniniz var!” ‘iltifatında’ bulundu. Bu patavatsızlığını Milanello’daki futbol ziyaretlerinde de sık sık sergiliyordu: “Hey Mauro (Tasotti), size verdiğim paralarla burnunuzu yaptırabilirsiniz!”

Siyaset kariyeri de diğerleri kadar tartışmalıydı. Vladimir Putin ve Barack Obama ile kahkahalar atıyor, dönemin Türkiye Başbakanı Recep Tayyip Erdoğan’ın oğlu Bilal Erdoğan’ın nikâh şahidi oluyor, liderlerle iyi geçinerek İtalya’yı kendince en iyi şekilde temsil etmeye çalışıyordu. Ama ülkesinde uğraştıkları, pek de mutluluk verici değildi. Seks skandalları, muhaliflere karşı takındığı sert tavır ve mafya bağlantıları hep konuşuldu. Vergi kaçakçılığı ve reşit olmayan bir kızla para karşılığı ilişkiye girmesi nedeniyle aldığı hapis cezaları, skandallarında son noktaydı.

Silvio'nun hayalinin gerçekleştiği anlardan biri... Milan, Avrupa'nın zirvesinde...

Silvio'nun hayalinin gerçekleştiği anlardan biri... Milan, Avrupa'nın zirvesinde...

Diriliş ve Çöküş

Politik hayatına ağırlık verdiği dönemlerde Milan’ı Fininvest’in ilk yıllarından beri yanından ayırmadığı Adriano Galliani’ye emanet etse de esas patron hep Berlusconi oldu. Seçimlerden önce büyük transferler yaparak San Siro’daki gösterilerin oylara yansımasını bekledi: “Bu transferler Berlusconi’nin armağanıdır” cümlesi, Galliani’nin ağzından defalarca çıktı.

1994’ten sonra Berlusconi’nin kendini siyasete kaptırmasıyla düşüşe geçen Milan, 2000’lerin başında Rui Costa, Alessandro Nesta ve Kaka gibi şatafatlı ‘Berlusconi transferleri’ ile tekrar Avrupa’nın tepesindeydi. Fakat futbola bulaştığı ilk yıllardan beri en büyük zevki antrenörlerin işine karışmak olan Berlusconi, bu hususta iyice uzmanlaşmıştı. Euro 2000’de Fransa’ya kaybeden İtalya’nın antrenörü Dino Zoff’u, Zidane’a adam adama savunma vermemekle suçladı. “Bu adamdan futbolu öğrenecek değilim” diyen Zoff, istifasını verecekti. Milan’daki ‘nasihati’ ise belki de takımın çöküşünü hazırladı. 2009’da kötü giden takımı aynı zamanda başbakan sıfatıyla eleştirirken şunları söyleyecekti: “Ligi kazanamazsak bunun sorumlusu Ancelotti ve korkak taktikleridir. Milan, her zaman çift forvetle hücum oynamalıdır.” Milan’a iki Şampiyonlar Ligi kazandıran Carlo Ancelotti, kısa bir süre sonra Chelsea ile anlaştı. Milan, Ancelotti’den sonra İtalya Ligi’nde zirveye çıksa da bir daha Avrupa’da Mayıs ayını göremedi ve yavaş yavaş Serie A tabelasında düşüşe geçti.

Silvio Berlusconi, harcadığı paralarla, kulübü şirketleşme girişimleriyle ve söyledikleriyle İtalyan futbolunun rol modeli oldu. Fiorentina Başkanı Cecchi Gori, Napoli Başkanı Aurelio De Laurentiis ve Palermo Başkanı Maurizio Zamparini gibi ‘ilginç’ yöneticilerin önünü açtı. Ama bu dönem artık sona erdi.

Calciopoli Skandalı sonrası İtalyan futbolunun gün geçtikçe gücünü kaybetmesi, kulüplerin yeni çözümler üretmesine neden oldu. En büyük tokadı yiyen Juventus, geleneğini koruyup Agnelli Ailesi’nin kararlarına sadık kalarak başarıyı yakalasa da diğer kulüplerde işler artık alışıldığı gibi işlemiyordu. Yeni trend, futbolu yabancı sermayeye emanet etmekti. Berlusconi de buna kayıtsız kalamadı. Milan, 13 Nisan 2017’de 740 milyon Euro ve borçlar karşılığında, Çinli iş adamı Li Yonghong’a satıldı. İtalyan futboluna büyük izler ve spekülasyonlar miras bırakan Berlusconi dönemi resmen sona ermişti.

Berlusconi’nin Milan ve İtalyan futbolu üzerindeki etkisi bitmiş gibi gözüküyor. Ülke futbolu, yabancı takım sahipleriyle yeni bir başkan ikonu çıkaracak mı, göreceğiz. Ama yarattığı politik figürün geçerliliği hâlâ sürmekte. Calcio kitabıyla İtalyan futbolunun derinlerine inen John Foot ile yaptığımız söyleşide, o tarihte henüz sonuçlanmayan ABD seçimleri için söylediklerini hatırlamakta fayda var:

“Trump elbette Berlusconi’nin yaptıklarını izledi ve onu bazı açılardan kopyalıyor. Gerçeğin hükmünün kalmadığı politik bir evrende; televizyonu, vücudunu, yüzünü, kadınları, o şatafatı kullanmanın önemini biliyor. Çünkü bütün bunlar Berlusconi tarafından başarıyla kullanıldı. Avrupalı birçok basın kuruluşunun Berlusconi’ye yaptığı gibi siz de Trump’a ‘soytarı’ diyorsanız bu onu anlamadığınızı gösteriyor. Çünkü o, harekete geçmek isteyen insanları duygusal açıdan kendine çekiyor ve onları etkiliyor. Bu yüzden çok şey kazandı ve televizyonu kullanmayı da çok iyi biliyor. Trump gerçekten de kazanabilir.”

Socrates Dergi