Son Düzlük

12 dk

Messi ayrılsa tüm büyüyü bozar mıydı? Bir kulübün simgesi olmak için kariyerini tek takımda sürdürmek şart mı? Avrupa futbol tarihinde bu sorunun cevabı defalarca verilmiş durumda…

Kariyeri boyunca sadece tek takımın formasını giymek… Maldini, Baresi, Totti, Puyol… Bu efsaneler, yeteneklerini yıllarca tek formayla bizlere sundukları için ister istemez gözümüzde daha çok büyüyorlar. Messi de bu isimlerden biri olabilir. Ama Barcelona'da kalma kararı, önümüzdeki sezon yaşanacak farklı bir senaryonun garantisi değil. Hoş, bu saatten sonra Barcelona'dan ayrılsa da 'kulübün simgesi' sıfatını kaybetmez gibi. Tarih, Avrupa futbolunun zirvesine çıkmış ve özdeşleştiği kulübüyle bağları bir raddede koparıp başka takımlara gitmiş ikonlarla dolu.

Münih Faciası'ndan sağ çıkan, 1960'larda Avrupa futboluna damga vuran Manchester United'ın saha içi lideri olan Bobby Charlton, 1953'te ayak bastığı kulübe tam yirmi yılını verdi. 28 Nisan 1973'te Chelsea karşısında son maçına çıktığında artık futbolu bırakmasına kesin gözüyle bakılıyordu. O sene gelen bir teklif, gelecek planlarının ilk adımı oldu. Preston North End'in yeni menajeri olacaktı. United'dan yoldaşı Nobby Stiles ile takımın başına geçtiler ama işler beklendiği gibi gitmedi ve Bobby de sahaya tekrar çıktı. İşler yine toparlanmadı, Charlton menajerliği bıraktı, futbol oynamaya devam etti… İrlanda takımı Waterford'a transfer oldu. Topa vurmayı kesin bir şekilde bıraktığında tarihler 1980'i gösteriyordu ve Charlton, Avustralya takımı Blacktown City formasını giyiyordu. Onu farklı formalarda sahada görseler de hem kulüp hem de taraftarlar saygıda kusur etmedi. Bugün bile United'ın yüzlerinden biri. Ama Charlton gibi şanslı olmayanlar da var…

Bobby Moore'u birçok kişi Zafere Kaçış filminden tanıyor olabilir, futbolunu izlediğinizde ise şöhretini beyazperdeye borçlu olmadığını anlarsınız. Fiziği, oyun bilgisi ve savunmacı olarak top hâkimiyeti döneminin ötesinde olan Moore, 1956'da girdiği West Ham'da 1974'e kadar forma giydi ve kaptanlık yaptı. Ama bu birlikteliğin büyük bölümü hiç de mutlu geçmedi. 1966 Dünya Kupası'ndan önce kontrat yenileme görüşmelerinde çıkan tartışma, Moore'un "Tottenham'a imza atarım" tehdidi onu kısa süre kulüpsüz bıraktı. Kulüpsüz olması, kurallar gereği milli takımda oynayamayacağı anlamına geliyordu ve bu, İngiltere menajeri Alf Ramsey için pek de iyi bir haber değildi. Ramsey; Moore'u ve menajeri Ron Greenwood'u çağırdı, durumu netleştirmelerini rica etti. Sorun çözüldü, Moore kaptan olarak Dünya Kupası'nı kaldırdı ama kulüp günleri çok da iyi geçmedi. 1973-1974 sezonu sonunda serbest kalacağını ve istediği bir takıma imza atacağını düşünüyordu. Fakat oyunu bozan West Ham oldu. Kaptanlarını ezeli rakipleri Fulham'a sattıklarını açıkladılar. Moore, üç yılını Fulham'da geçirdi, sonra ABD kervanına katıldı ve macerası Zafere Kaçış'a kadar uzadı. West Ham taraftarı onu unutmadı ama o hayatının sonuna kadar West Ham'la bağları koparmıştı…

1970’ler Dendi mi…

Johan Cruyff, Ajax'la hiç ama hiç bağlarını koparmadı ama o da fiilen Ajax'ı bıraktı. Hem de birkaç kez… "Cor Coster'ın hayatıma girişini Tanrı'nın lütfu sayıyorum." Cruyff, her transferinde önemli rol oynayan kayınpederinden kitabında bu şekilde söz ediyor ve Coster'in finansal mevzulardaki rehberliğini hemen hemen her bölümde okuyucuya aktarıyordu.

Ajax, 1970'lere fırtına gibi girip art arda üç Kupa 1 kazandığında takımın yüzü tartışmasız Cruyff'tu. Fakat 1973-1974 sezonuna hazırlanan Ajax'ta, kaptanlık oylaması yapılmış ve futbolcuların oylarıyla pazubent Cruyff'tan Keizer'e geçmişti. "Fena afalladım, derhal odama dönüp Cor Coster'i aradım ve bana çarçabuk yeni bir kulüp bulmasını söyledim" diyordu. Ama bu oylamanın bardağı taşıran son damla olduğunu, Rinus Michels'in ayrılığından sonra yavaş yavaş disiplinden uzaklaşan oyuncu topluluğunun ve değişen yapının etkilerini de defalarca vurgulamıştı. Yine de bu ego gösterisi, bir başka kulübün kaderini değiştirdi, dünyanın en pahalı oyuncusu olmakla kalmadı, Barça'da da Ajax'taki kadar büyük izler bıraktı.

1978'de futbolu bırakıp ABD'nin yolunu tutsa da orada yaşadığı maddi sorunlar profesyonel futbol âlemine dönmesine neden oldu. Levante formasını giydi ve 1981'de yine Ajax'la buluştu. İki lig şampiyonluğu yaşadı, genç yeteneklerin olduğu takıma liderlik etti. 1983'te bir ayrılık daha göründü. Kayınpederinin finansal dehası, Ajax'la yaptığı anlaşmaya ufak bir dokunuş olarak yansımıştı. Seyirci ortalamasının üzerine çıkıldığı her maçta bilet gelirleri Cruyff ile kulüp arasında bölüşülecekti. 1983 baharında bu durum, kulübü rahatsız etti.

"Yönetim kurulu, fazla para kazandığıma karar vermişti. 'E ama siz de benim kadar kazanmıyor musunuz?' dedim. 'Kendi cebinizi doldururken ne demeye benden yakınıyorsunuz? Hiç bu kadar doldurmamıştınız tribünleri.' Aynı fikirde değildiler. Kavga çıktı. Bu arada kayınpederim Feyenoord'la sağlam ilişkiler kurmuştu. Ajax'taki sorunlarımı duyar duymaz 'Bize gel, aynı sistemi burada kuralım' dediler." Cruyff'un bir yıl sürecek Feyenoord mesaisi böyle başladı. 1986'da bu sefer antrenör olarak Ajax'ın başına geçecek ve 1988'de yine bir şeyler başarmış ama kavga etmeyi de ihmal etmemiş şekilde vedasını edecekti. Devam filmi, 2008'de bir kez daha sahnelenecekti.

1970'lerde dünya futbolunu şekillendiren rekabet Cruyff-Beckenbauer üzerinden inşa edildi. Önce Feyenoord ve sonra art arda Ajax, Avrupa'nın zirvesinde Hollanda bayrağını salladı. 1972'den itibaren Almanya Milli Takımı, 1974'ten itibaren ise Bayern Münih masaya yumruğunu vurmaya başladı. Muazzam oyunculara sahip olsalar da 'Kaiser' Franz Beckenbauer'in liderliğini yadsınamazdı. 1959'dan 1977'ye kadar Bayern Münih için ter döken Kaiser, futbolu bırakıp ABD modasına uydu. Fakat 1979'un Aralık ayında kader ağlarını örmeye başlamıştı.

Avrupa Karması ile Borussia Dortmund arasında UNICEF için oynanacak gösteri maçı için davet alan Kaiser, Karayipler'deki tatilini kesmek istemese de bir süre sonra maçta oynama kararını aldı. 28 Aralık'taki maçta sahanın en iyilerinden biriydi. Maç sonunda Franz'ın yanına gelen Hamburg antrenörü Branko Zebec, şunları söyledi: "Franz, senin etrafında bir Hamburg takımı kuracağız." Franz, 35 yaşında olduğunu hatırlatıp teklifi kibarca reddetse de Hamburg'un genel menajeri Günter Netzer, birkaç kez Beckenbauer'i ABD'de ziyaret etti. Baskılar sonuç verecek ve Kaiser, 1980 yılında Hamburg'a gidecekti. Zebec artık yoktu ama Happel yönetiminde 1981-1982 şampiyonluğu yaşadı. İki yılda fena işler yapmayan Kaiser, 1982'de kesin olarak profesyonel futbolu bıraktı ve adım adım Alman futbolunun iplerini eline geçirmek için yöneticilik çalışmalarına koyuldu.

Akdenizliler

Emilio Butragueno da yönetici olarak kendini kulübüne adayan bayrak adamların başında geliyor. 1981'de Real Madrid'e giren ve 'Akbaba Beşlisi' adıyla nam salacak genç takım grubunun jönü olan 'Akbaba' lakaplı forvet, oyun stili ve golleriyle özellikle 1980'li yıllarda uyuklayan İspanyol futbolunun ve Real Madrid'in simgesi olmuştu. Takıma yeni giren genç bir oyuncunun onun yerini tehdit ettiğini hissettiği ve "Buraya kadarmış" dediğinde tarihler 1995'i gösteriyordu. Gelen ilginç bir teklif, onu Amerika kıtasına götürecekti. 'Akbaba', Meksika takımı Atletico Celaya'ya transfer oldu ve kariyerinin son üç yılını orada geçirdi. Üstelik Akbaba Beşlisi'nin Michel'i ve eski ortağı Hugo Sanchez'le de yolları bir kez daha burada kesişecekti. Butragueno, bugün bile Meksika'daki o üç yıl için "Hayatımın en güzel yılları" diyor. Veda kararında başrolü oynayan genç yıldız adayı Raul Gonzales de Butragueno gibi ülkenin ve kulübünün simgesi olduktan sonra kariyerinin sonlarında ülke dışına çıkacaktı. Ama onun 18 yıllık Madrid mesaisinin bitiminde biraz burukluk vardı sanki…

Buruk vedalar ve bayrak adamlar dendi mi listenin başına İtalyanları yazmak lazım: Riva, Baresi, Rivera, Maldini, Conti, Totti, Boniperti, Bulgarelli, Facchetti, Mazzola… Kariyerini tek kulübe adayanlardan iki takım çıkabilir. Bir de son senesinde fire verenler var. 22 yılını verdiği Napoli'den başkan Corrado Ferlaino ile anlaşmazlığa düşerek yayılan ve son senesini Bologna'da geçiren Antonio Juliano bunlardan biri. 'Totonno' lakaplı efsanenin daha sonra genel menajer olarak görev yapıp Maradona ve Krol gibi transferlere imza atması ve akabinde yine Ferlaino'yla ters düşerek kulüpten ayrılması işi daha ilginç kılıyor. Giancarlo Antognoni de bu takımın bir üyesi. Büyük sahneye 1972'de Fiorentina ile adım atan 10 numara, 15 yılını Mor Menekşeler'e verdi. 1970'lerde Juventus'un sınırları zorlayan transfer tekliflerini kabul etmeyen Antognoni, 1982'de Dünya Kupası'nı kazanan İtalya'nın da oyun kurucusuydu. 1980'lerin ikinci yarısında bayrağı Roberto Baggio'ya devredip kenara çekilmesi beklenirken bir seneliğine İsviçre'nin FC LausanneSport takımıyla anlaşma imzalamıştı. Yönetime kırgınlığı olduğu söyleniyor fakat bugünlerde durumu dramatize etmek istemiyor. Yakın dönemde verdiği röportajda İsviçre'ye gitmesinin maddi avantajları olduğunu söylemiş ve "Biraz da sükûneti özlemiştim" demişti.

Kariyeri boyunca kendini Antognoni'ye benzettiğini söyleyen Roma'lı Giuseppe Giannini ise biraz daha dramatik bir veda etmişti. 1980'de Roma altyapısına giren oyun kurucu, özellikle 1990'ların başında Roma ve İtalyan futbolunun yüzlerinden biri olmayı başarmıştı. Fakat başkan Dino Viola'nın vefatı ve göreve gelen Franco Sensi ile olan kötü ilişkisi filmin güzel sonla bitmesini engelledi. 6 Mart 1994'te oynanan Lazio-Roma maçında penaltı kaçıran Giannini, başkan Sensi'nin ağır açıklamalarına maruz kalmıştı. Giannini'nin sözleşmesi 1996'da sona erdiğinde kulüpten yeni teklif almaması her şeyin bittiğini gösteriyordu. O da Avusturya'nın yolunu tuttu… Giannini ile Antognoni'nin kariyerleri ne kadar benziyor bilinmez ama yakın dönemde Roma'dan benzer şekilde ayrılan Daniele De Rossi'nin idollerinden biri olan Giannini'ye bu konuda yakınlık duyması daha doğru gibi…

Akdeniz'e dalmışken memleketten birkaç örnekle bitirelim… 1967'de henüz 18 yaşında Galatasaray'a ayak basan Mehmet Oğuz'un 1979'da Fenerbahçe'ye transferi, bugün bile bir neslin futbolseverleri için en unutulmaz futbol şoklarının başında gelir. Ülke futbol tarihini gözler önüne seren Mehmet Yüce, o günü 2016'da Romantik Yürekler kitabına taşıyacak kadar net hatırlayanlardan.

Bizim kuşağın şoklarının başında ise Feyyaz Uçar var. Beşiktaş'ın Özkaynak Düzeni'nden A Takım'a yükselen Uçar, 1994'te yönetimle yaşadığı anlaşmazlık sonucunda Fenerbahçe'ye imza atmış ve Beşiktaşlıları üzmüştü. O olay, yıllar sonra Uçar'ın Süleyman Seba'ya yazdığı mektuba kadar taşınacaktı. Taraftarların birçoğu ise o haberi duydukları andaki boşluğu unutmuyor. İşin garibi bazılarında etki de azalmış gibi değil. Feyyaz Uçar için de benzer bir duygu yoğunluğu var. Kendisiyle yaptığımız röportajda Beşiktaş'tan ayrıldığı günleri şöyle anlatmıştı: "Cep telefonları yeni çıkmıştı, o iri Motorola telefonlar var ya… O telefon iki-üç hafta çalmadı hiç. Beşiktaş'tayken durmadan çalardı ama o dönem hiç çalmadı. O kadar Beşiktaş'ın içindeymişim ki bütün arkadaşlarım Beşiktaşlıymış... İki hafta ya! O, başlı başına bir ders oldu bana. Resmen hayatımı başa sarmıştım." Feyyaz Uçar, o burukluğu bugün bile yaşıyor ama "Beşiktaşlı Feyyaz" olarak kabul görmüş durumda.

"Eğer Galatasaray'dan ayrılmasaydı şu an çok başka yerlerde olurdu. Kulübün simgesiydi." Mehmet Oğuz için bu cümleyi en az yirmi kere duydum, kendisine de en az yirmi kere sordum. Her seferinde kendine has bir cümle ve havaya doğru sallanan bir el gördüm: "Kim ne derse desin, bana ne ya! Beni bilen biliyor!" Durumun özeti de bu belki?

Socrates Dergi