
İcat Çıkarmak
10 dk
"İcat çıkarma!" diyenlere aldırmayan bazı vizyonerler, sporu bugün bildiğimiz haline getirecek önemli adımları atmaktan çekinmediler. Biz de bir kısmını sıraladık...
CTE
CTE, yani kronik travmatik ensefalopati, yeni bir hastalık değil. 1920'lerde sıkça boksörlerin şikâyetleriyle su yüzüne çıktığı için "Yumruk sarhoşluğu sendromu" olarak da anılan CTE, 2000'li yıllarda Amerikan futbolunun en çok tartıştığı konulardan biri. Sıkça maruz kalınan kafa sarsıntıları sonucunda, beyin dokusunda biriken tau proteinleri CTE'nin temel kaynağı. Hafıza kaybı, depresyon, demans gibi etkileri yıllar sonra ortaya çıkabiliyor. Öte yandan yalnızca otopsi esnasında teşhis edilebildiği için olası hastalar hayattayken tanı konulamıyor. 2002'de hayatını kaybeden dört kez Super Bowl şampiyonu Mike Webster'ın beyin dokularını inceleyen nöropatolojist Bennet Omalu, eski bir NFL oyuncusuna bu tanıyı koyan ilk kişiydi. Webster son olmadı; Boston Üniversitesi'nden Ann McKee'nin 2017'deki araştırmasında beyin dokuları incelenen 111 eski NFL oyuncusunun 110'una CTE teşhisi kondu. Zamanında Omalu'nun çalışmalarını itibarsızlaştırmaya çalışan NFL yönetimi, oluşan kamuoyunun da etkisiyle kafa sarsıntılarını azaltıcı yeni kurallar getirmek zorunda kaldı.
Ralli Skor Sistemi
Voleybolda artık alışkın olduğumuz ralli skor sisteminin mazisi aslında çok eski değil. 1999'a dek, FIVB kurallarına bağlı organizasyonlarda yalnızca servis atan takım puan alırsa tabelayı değiştirebiliyordu. İyi bir savunmanın ödülü yalnızca sıradaki servisi kullanabilme hakkıydı. 15'e ulaşanın seti kazandığı eski sistemde, iyi savunma takımlarının kozlarını paylaştığı maçların ne zaman biteceğini öngörmek çok kolay değildi. Setlerin 25'e uzandığı, her servisin ucunda takımlardan biri için sayı umudu belirdiği yeni sistemle hem her sayı daha önemli bir hale geldi hem de maçların uzunluğu daha tahmin edilebilir olduğu için voleybol, televizyon çağına uygun bir yapıya kavuştu. Kimbilir, belki de sıradaki hayati değişiklik sezon takvimiyle bağlantılı olur. Zira bugünlerde elit kulüplerde forma giyen sporcular, yılın neredeyse 12 ayını da kamplarda geçiriyor...
Şahin Gözü
Tenis gibi aksiyonun hızlıca olup bittiği bir sporda, bilhassa da çizgi kararlarında hakemlerin hata payı son derece yüksek. 2004 Amerika Açık'ta, Serena Williams ve Jennifer Capriati'yi karşı karşıya getiren maç bu anlamda en tartışmalılardan bir tanesi. Öyle ki, maçı televizyon yayını için yorumlayan John McEnroe'nun kararlar karşısında çileden çıkışı hâlâ hafızalarda. O günlerde sadece kriket ve tenis izleyecilerinin takip amaçlı görebildiği bir yayıncılık teknolojisi olan Şahin Gözü'nün oyun içine dahli de bu maçın ardından hızlandı. 2005'te test edilen, 2006'da turnuvalarda kullanılmaya başlanan eklenti, aynı sene New York'ta Grand Slam düzeyinde rol sahibi oldu. Artık oyuncular yanlış buldukları çizgi kararlarına itiraz edebiliyor, topun nereye düştüğünü ekrandan izleyebiliyordu. Son yıllarda denenen 'Canlı Şahin Gözü' sistemi ise 2021'le beraber Masters turnuvalarında çizgi hakemlerinin görevini yapacak.
Şut Saati
Kimileri NBA'i Michael Jordan'ın kurtardığını düşünüyor. Bazıları bu hususta Magic Johnson ve Larry Bird'ü ön plana çıkarıyor, yer yer David Stern'ün ismi savunuluyor. Hepsinden önce basketbol izleme deneyimini çekilebilir kılansa basit bir kural değişikliğiydi: Şut saati. 1954'e dek takımlar istedikleri süre topu ellerinde tutabildikleri için 22 Kasım 1950'de 19-18 biten Lakers-Pistons maçı gibi absürt zaman geçirme örnekleri vuku bulabiliyordu. Bu muhakkak ki böyle gidemezdi. Philadelphia 76ers'ın atası Syracuse Nationals'ın sahibi Danny Biasone, takım yöneticileri Emil Barboni ve Leo Ferris'le beraber önceki sezonun en eğlenceli maçlarının istatistik kâğıtlarını önlerine aldılar. Aşağı yukarı maç başına 120 hücum edildiğini gördüler ve 48 dakikaya tekabül eden 2.880 saniyeyi 120'ye böldüler. Sonuç, bugün hepimizin aşina olduğu 24 saniyeydi. Birkaç sezon içerisinde takımların maç başına kaydettiği ortalama sayı 79'dan 107'ye çıkarken salonlardaki biletli seyirci sayısı da yüzde kırk arttı.

Biyolojik Pasaport
Antik çağlardan bu yana doping, sporun bir parçasıydı. Kural koyucular ile hilekârlar arasındaki kedi-fare oyununun son büyük aktörü biyolojik pasaport. 2009'dan bu yana Dünya Anti-Doping Ajansı'nın üzerine titrediği uygulama, geleneksel doping kontrol yöntemlerini tamamlayıcı bir rol üstleniyor. Henüz yasaklı madde listesine girmemiş etkenlerden elde edilecek avantajları proaktif şekilde tespit etmeyi amaçlıyor. Bunun için sporcuların fizyolojik değişkenlerini zaman içerisinde gözlemleyerek performans artırıcı madde etkisiyle açıklanabilecek sapmaların peşine düşüyor. İki ana modül üzerinden vücudun oksijen taşıma kapasitesi ve steroid miktarı gibi faktörler denetim altında tutuluyor. Bu sayede mikro doz ya da turnuva takvimine göre doping kaçamaklarını düzenleyen sporcuların geleneksel testlerde yakalanamayacak hilelerini açığa çıkarmak amaçlanıyor. Anti-doping âleminde belki Tom, Jerry'yi hiçbir zaman tam olarak yakalayamayacak ama biyolojik pasaport oyunun kurallarını değiştirmeye devam edecek.
Halo
2020 Bahreyn Grand Prix'si, Formula 1 tarihinin en ürkütücü kazalarından birine ev sahipliği yaptı. Şanslı ve akılda kalan birkaçı hariç ne yazık ki emsal kazaların birçoğunda hayatlar kaybedilmişti. Bu nedenle Haas'ın Fransız pilotu Romain Grosjean'ın bariyerlere çarptıktan sonra alev topuna dönen aracından yürüyerek çıkmasını 'mucize' şeklinde nitelemek yanlış olmaz. Mucizeyi mümkün kılan şey, yıllar içinde evrilen güvenlik teknolojilerinin en tartışmalılarından olan 'halo' sistemiydi. Halka ya da hare şeklinde dilimize çevirebileceğimiz halo, titanyumdan üretilmiş ve kokpiti saran bir çerçeveden fazlası değil. Basit göründüğüne bakmayın, 2018'den beri birçok ciddi sonuç doğurabilecek kazada kendini kanıtlamış durumda. Üstelik ilk kez kullanıldığı dönemde pilotlar da dahil olmak üzere pek fazla destekçi bulamamasına rağmen…
Tie-Break
John Isner ve Nicolas Mahut'yü karşı karşıya getiren tarihi Wimbledon eşleşmesinin 70-68'lik final seti epeyce meşhurdur. İki muazzam servisçinin üç gün boyunca korta tekrar çıkmasının tek bir nedeni vardı: Tenisin zorlu skor sistemi. Epey abartılı olsa da, tie-break kuralı yokken sporun neye benzediğine dair emsali bu şekilde görmüştük. Üstelik, efsanevi tenis hakemi James Van Alen fikri ortaya atana kadar bir maçtaki tüm setler tie-break'siz oynanıyordu. Yani bir oyuncu servis kırma avantajı yaratamadığı takirde; 9-7, 11-9 gibi skorlarla sonlanan setlere rastlamak mümkündü. Neyse ki 1970'li yılların başından beri bazı spesifik turnuvaların karar setleri hariç tie-break sistemi uygulanıyor ve bu sayede tenisin dinamikleşmesi sağlandı. Set skoru 6-6'ya geldiğinde oynanan 7 puanlık karar oyunu şeklinde anlatabileceğimiz tie-break'in başka varyasyonları da mevcut. Örneğin yine belli başlı turnuvalarda setler eşitlendikten sonra oynanan ve kazananın maçı da kazandığı on puanlık maç tie-break'i gibi…

John Isner ile Nicolas Mahut, o unutulmaz maçın ardından...
Foto Finiş
Aynı anda bitiş çizgisini geçen sporculardan hangisinin önde olduğunu tespit etme işi, eğer yardımcı teknolojiler olmasa gayet sıkıntılı bir sürece dönüşebilirdi. Hatta bunun çıplak göz için imkânsız olduğunu dahi söyleyebiliriz. Dolayısıyla atletizm, at yarışı, bisiklet, motor sporları gibi birçok farklı branşta Foto Finiş kullanımı son derece hayati. Bilinen ilk Foto Finiş denemesi için 1881 senesinde yapılan bir at yarışına gitmemiz gerek. Tabii yıllar içinde gelişen görüntüleme teknolojileriyle beraber Foto Finiş'in de günümüzdeki haline yavaş yavaş evrildiğini görüyoruz. Basitçe, yarışan sporcuların çizgiye ulaştıkları ilk anın fotoğraflanması ve o fotoğraf üzerinden kazananın kolayca tespit edilmesi şeklinde anlatabileceğimiz sistem 1940'lardan itibaren yaygınlaşmaya başladı. Foto Finiş sayesinde en ufak farklarla biten yarışlarda dahi sıralamayı oluşturmak mümkün.
Ofsayt
Omzu rakibin omzunu geçti mi? Top ayaktan ne zaman çıktı? Oynat Uğur'cum… Ofsayt, muhtemelen futbolun idrak etmesi en zor elementi. Belki çok fazla kural değişikliği gördüğü belki de doğru veya yanlış kararın ağır bir faturası olduğu için. Bundan tam 155 sene önce, 1866'da yürürlüğe giren ofsayt kuralı, kale ve top arasında üç rakip oyuncunun varlığını ofsayt olarak değerlendirmiyordu. Yıllar geçti, 1925'te kale-top arasındaki oyuncu sayısı ikiye indirildi. 1990 yılında kural bir kez daha değişene kadar, varolan kuralı en optimum şekilde kullanan takımlar da vardı. Öyle ki Ruud Krol'e göre dönemin Ajax'ının en çok fark yarattığı nokta, takımdaki yapının ofsayt kuralına göre dizayn edilmesiydi. Sonraki kural, savunma çizgisi ile yarattığı ofsayt tuzağını kusursuz uygulayan Arrigo Sacchi'nin ekmeğine yağ sürmeyi de ihmal etmedi. 16 sene önce son hâlini alan bu çetrefilli kural, artık üç farklı noktaya dikkat çekiyor. Oyun ile rakibe müdahil olmak ve bulunduğu pozisyondan avantaj elde etmek. Kâğıt üzerinde kurallar bu şekilde. Ama idrak etmek hâlâ kolay değil. Hele de VAR sayesinde milimetrelerle uğraşırken…