Suç ve Yetenek
15 dk
Leni Riefenstahl, Olympia belgeseliyle spor ve sinema tarihine önemli bir iz bıraktı. Nazi bağlantıları nedeniyle bugün hâlâ tartışılan Riefenstahl'ı iki sinemacıya sorduk.
Leni Riefenstahl'ın öyküsünde birçok farklı dal iç içe geçiyor. Siyaset, iktidar, spor, antropoloji, fotoğrafçılık ve hatta dans. Dolayısıyla onun karmaşık karakteri peşinde koşarken bu alanlara ilgisi olan iki sinemacıyla konuşmak istedik. Efe Öztezdoğan ve Hakkı Kurtuluş'ı aradık, onların pusulasıyla geçmişte yolculuğa çıktık.
Leni Riefenstahl'ın çektiği spor belgeseli Olympia sizce tarihe nasıl bir miras bıraktı?
Efe Öztezdoğan: Leni Riefenstahl'ın 1936 Berlin Olimpiyat Oyunları sırasında çektiği Olympia, kayıtlarda ilk spor belgeseli olarak geçer ama sevgili dostumuz Alper Maral'ın Yunanistan'daki olimpiyat arşivlerini karıştırması sonucu 1908 Londra'ya ait bir film seyretmiştim. 1908'den itibaren bütün olimpiyatların filmlerini izledim ve hiç de fena olmayan filmlerdi. Ancak Olympia çıtayı o kadar yüksek bir noktaya çıkartıyor ki ilk olimpiyat ve spor filmi olarak onun literatüre geçmesi normal. Çünkü Riefenstahl anormal yetenekli bir sinemacı. Kullandığı teknikler açısından diğer filmlerle karşılaştırdığımızda şunu görüyoruz ki müthiş bir montaj tekniği ve anlatım özelliği var. Daha sonra sinemada yaygınlaşan bir sürü teknik burada da kullanılmış; kayan kameralar, çok ekstrem yakın planlar, geniş açılar… Ama en büyük mahareti tam bir sinema filmi anlatımı içerisinde olması. Riefenstahl'ın daha önce çektiği Triumph des Willens filmine veya Afrika macerasına baktığımızda inanılmaz yetenekli bir sinemacıyla karşı karşıya olduğumuzu görüyoruz zaten. Olympia'da da aynı his söz konusu. Elbette onun kariyerindeki asıl ikilem, Nazi propagandası yapan bir insanın Nazi propagandasına dönüşmüş bir olimpiyat oyunlarını çekiyor olması. Hani derler ya, bir sanatçıdan eseri ayıramazsın, o misal. Öte yandan karşı olduğun düşünceye sahip birinin yaptığı çok iyi bir film de senin içinde bayağı fırtınalar kopartır. Bu konuda Riefenstahl sinema tarihinde en uç noktada. Nazi propagandası yapan bir dâhi.
Hakkı Kurtuluş: Berlin, Birinci Dünya Savaşı sonrası dünyanın en önemli sinema merkezlerinden biri hâline geliyor. Babelsberg Film Stüdyoları, 1920'lerde DEFA Stüdyolarıyla beraber Avrupa'nın mega prodüksiyonlarına imza atar hâle geliyor. Ve biliyorsunuz bunun sanatsal bir yansıması da var: Alman dışavurumculuğu, efendime söyleyeyim, F. W. Murnau... Çok büyük başyapıtlar üretiyorlar ve bunlar dönemin kabare kültürüyle de ilişkili. Bu çılgın 1920'ler döneminin sonları bir belgesel patlamasına da yol açıyor. İki tane önemli belgesel var. Biri 1928 Walter Ruttmann'ın eseri Berlin Büyükşehir Senfonisi, YouTube'da da mevcut olan bir başyapıttır. Bir sabahtan, bir sabahın şafak vaktinden, öbür sabahın şafak vaktine kadar, yirmi dört saat içerisinde Berlin'in nasıl yaşadığına dair senfonik bir şiir, film ve belgesel. Ruttman elbette Bauhaus ekolünden etkilenen bir sanatçı. 1929'da da Bir Pazar Günü (Menschen am Sonntag) adlı bir başyapıtı var. O filmin senaristlerinden biri de daha sonra Hollywood'un senaryo yazım kurallarını ortaya koyacak, sinema tarihinin en büyük yönetmenlerinden Billy Wilder'dır.
Dolayısıyla aynen mimaride olduğu gibi İkinci Dünya Savaşı sonrası Hollywood dediğimiz o büyük stüdyo sinemasını kuran adamların hepsi aslına bakarsanız Almanya'dan gidenler ve çoğunluğu da Yahudi olan sinemacılardır. Olympia bu anlamda ilginç bir yere oturuyor. 1933'ün başıyla beraber Naziler iktidarı ele geçirir geçirmez Almanya'nın görsel ve işitsel sanatlar ortamında da büyük bir sürgün durumu yaşanıyor ve ortalık boşalıyor. Ve yeni kurulan rejim en kitlesel sanat olan, en ücra kasabalara ulaşma şansı olan sinemaya önem veriyor. Bunu da kimden örnek alıyorlar? Bolşeviklerden. Medvedkin ve Lenin'in sinemaya verdiği önemden. Bolşevik deneyiminden, Sibirya'ya kadar nasıl Bolşevik devrimini yaydıklarını Medvedkin'in sinema treniyle biliyoruz. Dolayısıyla sonradan kana bulayacakları baş düşmanlarından örnek aldıkları şekilde müthiş bir propaganda sineması oluşturuyorlar. Ve bunun hemen meyveleri verilmeye başlanıyor, işte Tatlı Yahudi (Jud Süß) gibi örnekleri var. Şu an iğrenç gelecek filmler birbiri ardına üretilmeye başlanıyor. Büyük propaganda filmleri. Mimariyle çok paraleldir aslına bakarsanız, Albert Speer aslında Bauhausçuların yanına girememiş yeteneksiz, ikinci sınıf bir adamdır ve Nazilerin resmi mimarı olma unvanını bu kişisel başarısızlığı üzerinden karşı tarafa konumlanmasıyla almıştır. Buradaki propaganda sinemacılarının da Alman ekspresyonistlerinin yüksek sinemasına yaklaşamadıkları için bir intikam duygusuyla rejim değişir değişmez Nazilere yanladıklarını söylememiz mümkün.

Ama Riefenstahl bu tanımlamalara tam sığacak bir kadın değil. Bir sinema dehası. Çok güzel ve alımlı bir kadın, mükemmel bir Fransızcası var. Rusça ve İngilizce de biliyor ve bir burjuva yani aristokrat kökenleri var. Leni, işte Munrau'ların ABD'ye gittikleri bu ortamda meydanı boş bulunca koskoca Alman devletinin bütün teknik olanaklarını elinin altında buluyor ve bir başyapıt çıkarıyor. Teknik olarak en önemli şeylerden biri traveling hareketleri. Biliyorsunuz, traveling dediğimiz hareket kamerayı kaydırma hareketi, genellikle raylar üzerinde yapılır. Çok uzun raylarda 50-60 kilogramlık kameraları hareket ettirmekten bahsediyorum. Dolayısıyla bu kameraların oynatılacağı düzenekler de büyük ama Leni'nin arkasında Nazi devleti var. Her şey hizmetine sunuluyor. Speer'in Berlin Olimpiyat Köyü ve Berlin Olimpiyat Stadyumu tasarımı, Riefenstahl'ın çekim planlarıyla birlikte yürütülüyor.
Dolayısıyla mimari yapıyla filmin mizanseni iç içe geçiyor. Berlin Olimpiyat Stadı'nda bir merkez aks vardır. O eliptik bir yapıya sahiptir ve Riefenstahl da tam oradan müthiş bir kamera açısıyla çok uzun bir şey yaratıyor. Stadın hemen dibinde bir naklen yayın merkezi kuruyorlar. Dikkat edin, 35 mm filmler aktarılıyor, banyo ediliyor, çok kısa bir süre içerisinde, yani yaklaşık 45-50 dakika içerisinde yayına hazırlanıyor. O günler için inanılmaz teknik ve zor bir olay. Dolayısıyla en önemli şey kameranın; binanın, mimarinin bir parçası olarak öngörülmüş olması ve müthiş bir naklen yayın düzeni.
Öztezdoğan: Olympia'da da Triumph des Willens'te de neredeyse bütün askeri geçitler filme göre düzenleniyor. Yani sonuçta bir milyon askeri çekebileceğini ve senin istediğin gibi yürüyeceklerini falan düşün. Çünkü bu yapımlar öyle bir propaganda amacıyla kullanılıyor ki... Bir yandan bir milyon askeri kime versen çok iyi bir şey çekebilirdi diyebilirsin ama Riefenstahl bunu çok üst bir seviyeye taşıyarak çekiyor. Dolasıyla bütün bu propaganda filmlerinin çok etkili olmasında Riefenstahl'ın yeteneği de ön planda.
Yakın zamanda The Race diye bir film çekildi; 1936 Berlin'in de içinde yer aldığı bir Jesse Owens biyografisi. Orada şöyle bir tartışma oldu; Riefenstahl kahramanlarından biri filmin ve Owens'la da iletişimi oluyor. Owens'ı uzun atlamada bir daha atlatıp çektiriyor resmi müsabakadan sonra. Filmde Riefenstahl'ın iyi bir karakter gibi gösterildiği tarzında bir eleştiri yapıldı. Owens'a iyi davranması, yardım etmesi... Filmde Goebbels'le de ters düşüyorlar. Riefenstahl'ın karakteriyle ilgili bir netlik var mı yoksa muğlak bir bölge mi orası?
Öztezdoğan: Olympia'yı seyrettiğinde Owens'ın neredeyse kayrılmış kadar çok çekildiği ve filmde genel olarak agresif bir siyah karşıtı durum olmadığı çok net gözüküyor. Ama çekerken nasıldı bu durum, onu bilmiyorum. Leni Riefenstahl'ın karakteri anlamında çok ilginç olan bence sonra Afrika'ya gidip 15 yıl boyunca kabilelerin içinde yaşaması, onları çekmesi. Orada ürettiği eserler var. Ama bunun üzerine de ırkçılık eleştirisi yapılıyor. Riefenstahl ayrıca kariyerine dansçı olarak başlıyor. Performatif vücudu sevdiği için sporcu vücudunu ya da kabilede avlanan birini çekmeyi kendi üzerinden eşleştirerek buluyor. Owens da ona çok ilginç gelmiştir dolayısıyla. Filmin körü körüne bu konuda propaganda yapmadığını söyleyebilirim ama Hitler hakkında "Hayatımda gördüğüm en yüce insan" gibi sözleri de var.
Kurtuluş: Ben erotik bir şey buluyorum Owens'a yaklaşımında ve daha sonra Afrika işlerinde... Bir söz vardır ya, çikolata renkli sanatçı, Türkçemizdeki o lafta billurlaşan bir erotizmden söz ediyorum. Bunun sadece estetik bir şey olduğu da söylenebilir ama ben orada erotik bir şey görüyorum. İkincisi de şu, Nazi miydi değil miydi? Bu aynı Martin Heidegger, Nazi miydi değil miydi sorusu gibi bir soru. Dümdüz bir yorumla elbette Nazi'ydi. Efe'ninkisi gibi sanatçı bir yorumla, bilemeyiz. İkisi de geçerlidir. Çok büyük bir propagandacı olduğu kesin ama ben burada Goethe'ci bir yerden bakıyorum. Bir sinemacıya, hele hele 1936 gibi sinema sanatının henüz olgunlaşmadığı bir tarihte böyle olanakları vermek kolay kolay reddedilebilecek bir şey değil, çok cezbedici. Benzer örnekler SSCB'de de var. Sergei Eisenstein'ın hikâyesi çok uzak değil buna...Ya da sonra ülkesinden gitmek zorunda kalacak Andrei Tarkovski'nin o uzamış başakların salınmasını çekmek istediği için koskoca Kızılordu'nun helikopterini kullanabilme özgürlüğü… Biliyorsunuz başakların salınması tüyler ürpertici bir sahnedir.İşte o Kızılordu'nun helikopteriyle yapılıyor büyük boy nakliye helikopteriyle. Bilmem anlatabiliyor muyum, bu duyguyu bir sinemacı daha iyi anlar.

Öztezdoğan: Hakkı'nın dediği hafif bile kalıyor, Afrika üzerine olan kitapta çok net bir erotizm var. Oturup iki saat baktığında insanı hipnotize edebilecek bir kitap o. Belki de gelmiş geçmiş en iyi fotoğraf kitaplarından biri. Kabile çıplak Naomi Campbell ve LeBron James'lerden oluşuyor gibi düşünün. Orada bir yüceltme var ve bunu yüceltmesi bile eleştiriliyor, bana bu komik geliyor. Çünkü o beden üzerine müthiş estetik fotoğraflar çekiyor ve daha sonraki yıllarda o çekimleri yaptığı anlarda Leni Riefenstahl'ı gördüğümüz belgesel de var. Orada o kadar hızlı ilerleyen bir süreçte o denli estetik bir üretime ulaşmak, gerçekten de dehasının kanıtı. Fotoğraflara bakıyorsun, sanki üzerinde inanılmaz uğraşılmış bir mizansenin içinde çekilmiş gibi o insan bedenleri. Ama asıl kadın onların arasında ve ortamı o kadar özümsediği için öyle oluyor. Belki de dansçı kariyerine bağlanacak kadar bütünlük içeren bir sanatçı. Zaten yapımcı, yönetmen, senarist, dansçı, oyuncu… Bir yandan da biz bunları hepi topu 3-4 eser üzerinden konuşuyoruz. Propaganda filmleri, olimpiyat, arada çekemediği -yarım yamalak çektiği- bir film, sonra Afrika, sualtı… 101 yıl yaşamış büyük bir sanatçıyı sadece beş eser üzerinden konuşabilmek çok garip bir his.
Unutulmaz
Hayatınızda izlediğiniz en iyi spor sahnesi diyince Olympia dışında ne geliyor aklınıza?
Öztezdoğan: Ben 1964 Tokyo Olimpiyat Oyunları'nı konu alan Tokyo Orinpikku'yu ilk sıraya koyarım. Kon Ichikawa'nın muhteşem filmi. İçerik, çekim ve hissiyat olarak çok iyidir ve bence Riefenstahl'dan da etkilenmiştir. Visions of Eight de benim için çok özeldir. 1972 Münih Olimpiyatı sırasında sekiz farklı yönetmenin çektiği kısa filmlerden oluşuyor. Özellikle Stronger isimli bölüm izlediğim en iyi üç kısa filmden biridir. Birçok yönetmenin kariyerine baktığınızda hiç beklemediğiniz isimlerin kariyerinde sporla ilgili bir şeyler görebiliyorsun. İlk aklıma gelenler bunlar. Ichikawa'nın Tokyo filminde Abebe Bikila'yı çektiği maraton sahnesi inanılmazdır. Favori sahnem sanırım.
Kurtuluş: İlk olarak ben de Tokyo Orinpikku derim. Futbol gibi takım sporlarıyla kurulmuş ilginç filmler var. Mesela Shaolin Soccer'ı bir daha gördüm. Hiç ciddiye almazdım o filmi ama matrak bataklığıyla izlersen o filmi çok ilginç bir film. Jean-Jacques Annaud'nun Coup de Tête adlı bir futbol filmi vardır mesela. Çok hoştur. Bir de Kung-fu filmlerinde çok iyi örnekler var. Bedenin, sporun ve sinemanın iç içe geçtiği filmler. Ang Lee'nin Crouching Tiger, Hidden Dragon filmi bir şiirselliğe sahiptir bu minvalde. Müthiş koreografilerin olduğu bir yapım. Berlin'de dünya prömiyerinde 'Kung-Fu filmi ya' diyip izlemediğim Grand Master'ı iki yıl önce izleyince büyük pişmanlık duydum. Sonra birkaç kez daha izledim, müthiş bir film. Ama gerçek bir spor ânı seçmek ve filme çekmek istesem Naim Süleymanoğlu'nun 1988 Seul Olimpiyat Oyunları'nda silkmede 190 kilo kaldırdığı 50 saniyelik üçüncü denemesini seçerim. Çocukluğumdan beri hatırladığım bir sahnedir.
Öztezdoğan: Benim için de Matthias Steiner'in hem kaldıramadığı hem de Beijing'de son kaldırdığı ağırlık olur. Sporla sinemayı neden tutkuyla sevdiğimi anlatan andır o. Silkmede geldiğinde kaldıramadığı bir ağırlık var, kariyerinin en iyi derecesi ve oradan başlamasının sebebi altın madalyaya gitmek. Ama başaramıyor. Sonra ona rağmen ağırlığı 15 kg falan arttırıp kaldırıyor ve ölen eşinin fotoğrafıyla madalya törenine çıkıyor. Bütün o doping, rüşvet ve şike gibi mevzuları atıp sporcu seviyesine indiğinde o kadar çok hikâye var ki. Sinemada seneler harcayıp anlatamadığın şeyi bir sporcu üzerinde çok kısa bir sürede çok güçlü şekilde hissedebiliyorsun. Çok sıradan söylediği bir şey senin için çok vurucu olabiliyor. Olimpik sporcu olmak öyle bir disiplin, adanmışlık, yılmama üzerine geçirilmiş acı dolu günleri içine katıyor ki ayrı bir iç disiplin veriyor o sporcuya. Özel insanlar hepsi. O yüzden birçok sporcunun özel anları var zihnimde ve kalbimde.
Bitmeyen projeleri ve filmleri olmuş. Afrika'dan sonra Sudan'a gidiyor. Oradaki antropolojik çalışmaları üzerinden vatandaşlık da veriliyor kendisine. Acaba başka türlü bir aidiyet mi hissediyor? Hatta büyük bir kaza da geçiriyor ve ölümden dönüyor…
Öztezdoğan: İkinci Sudan Savaşı'ndan sonra kabilenin durumu ne diye helikopterle bakmak istiyor ve helikopter düşüyor. Ağır yaralanıyor, komaya giriyor. Bu da şöyle okunabilir. Nazilerin siyahlarla ilgili düşüncelerini biliyoruz, kendini affettirmek için gitti gibi şeyler de okudum ben. Ama bu affettirme için yazdığı şeylere baktığında da aynı -ırkçı diyebiliriz herhâlde- yaklaşımı bu defa siyah insanlar üzerinden söylediğini görüyoruz. Fark etmiyor, ari ırkı mı siyahları mı en üst mertebeye koyuyorsun, eninde sonunda aynı. Bu naif bir şekilde hissettiği bir şey mi ya da planlı mı yapıyor, bilemeyiz. Ama ortaya çıkan iş harika. Öyle bir çalışma ki provokatif, araştırmacı, antropolojik… Bir kitap çıkıyor, o kitap altı ayrı başlıkta o sene üretilen en iyi kitap olabilecek seviyede. İlk Afrika kitabı öyle bir noktada.
Kurtuluş: Biraz önce söylediğim gibi bu Nazizmden kaçan solcu, Yahudi, sosyalist, komünist entelektüellerin Hollywood'u kurma hikâyesinin bir devamı aslında. Unutmayalım, ciddi anlamda altyapıyı kuran kadro Alman kökenliler. Film Noir'ı, romantik komediyi bu adamlar icat ediyorlar. Dolayısıyla muhalif Almanlar kanadından süregelen bir aile ağacı var. Nazilerin parçası olmuş sinemanın içerisinden gelen ve devamlılık arz eden tek çizgi Riefenstahl'ınki. Dolayısıyla bir kısa filmciden, bir sinema okulundaki herhangi bir öğrenciden Ridley Scott'lara, Zhang Yimou'lara kadar birçok sinemacının Leni Riefenstahl'a referans vermemesi mümkün değil. Çünkü çok kurucu ve öncü bir iş yapmış. Olympia'da ortaya koyulan öncü bir iş. Spor sinematografisi üzerine inkâr edilemez bir çalışma.