Takım Kaptanı

7 dk

Bünyamin Aydın ve markası Les Benjamins'in şöhreti Türkiye sınırlarını çoktan aştı. Son yılların gözde tasarımcısına, ilginç kariyer yolculuğunu ve biraz daha fazlasını sorduk.

Socrates'in beşinci sayısında İnan Özdemir'in yaptığı Berkun Oya söyleşisini okuyanlar, "Şimdi bu söyleşiyi bir yerden spora bağlamamız gerekecek" cümlesini anımsayacaktır. Yıllar boyunca dergide ne zaman önceliği spor olmayan bir figürle röportaj yapılacak olsa bu cümle yeniden şaka konusu olur. Sonuçta, spor dergisinde yayımlanacak röportaj bir yerinden spora temas etse hiç fena olmaz. Dürüst olmak gerekirse, Les Benjamins'in kurucusu ve kreatif direktörü Bünyamin Aydın'la buluşmadan önce de aynı konuyu düşünüyorduk. Sahi, bu röportajı neresinden spora bağlayacaktık? Caner Eler'le taksi yolculuğunda yaptığımız beyin fırtınası sonucunda, spor giyim ve sneaker kültürünün yeterli olacağına karar verdik. Bizi bekleyen hoş sürprizden habersiz ünlü tasarımcının evinin kapısını çaldık, sohbetimize başladık. Beklenmedik bir durakta bitirmek üzere...

Les Benjamins markasının hikâyesi nasıl başladı?

Ailem 40 senedir moda sektöründe. Bu süre zarfında ben de modanın türlü kademesini gördüm. Kumaş fuarları olsun, üretim bantları olsun, tasarımcılarla tanışmak olsun, paket taşımak olsun… Tamamen 'oldschool' mantaliteyle, tıpkı bir çırak gibi yetiştirildim. Babam beni mağazalara götürüp, "Bak oğlum bu satılır, bu satılmaz" derdi. Aynı zamanda sessiz kalıp insan davranışlarını ve beğenilerini incelemeyi de çok severdim. Babamın hep bir marka kurma hayali vardı. Onu 2009 senesinde kaybettikten sonra da bir nevi benim hayalimle onunki birleşti. Bana biraz ilaç gibi de geldi açıkçası. İlk üç sene epey hobivari ilerledi. Daha çok tişört tasarladım. Bir iş planı yoktu, tasarımlar vardı ama fiyatlar belli değildi. Ondan sonra ise işin ciddiyetini kavradım çünkü işlerim epey ilgi çekiyordu. Mesela Harrods mağazalarına girmem önemli bir adımdı. Ailem de bu başarıyı görüp desteğini sürdürdü. İlk defilemi İstanbul'da yaptım, o bayağı ses getirdi. Sonrasında Milano defilesini gerçekleştirdik. Her yeri halılarla kapladığım ilginç bir ortamdı.

Milano ve halılar demişken 'Doğu-Batı sentezi' olarak tasvir edilen tasarım dili nasıl ortaya çıktı?

Almanya'da büyüdüğüm için hep bir Türkiye özlemim ve kültürünü keşfetme çabam vardı. Burada yaşayıp büyümekle orada yaşayıp Türkiye'yi tanımadan, bir aşk duyarak büyümek arasında epey fark var. Dolayısıyla buraya geldiğimde algım daha açıktı bazı şeylere. Bir baktım ki halı çok güzel bir şey. Sırf Türkiye'nin değil, tüm bölgenin kültürüne yansımış bir şey. "Niye ben bunu markamın dili olarak kullanmıyorum?" dedim. Onu marka imzam haline getirdim. Sonuçta Doğu ile Batı arasında kalmış bir çocuğum.

Hiçbir yere ait olmamak, yabancılık çekmek gibi hisleri ne sıklıkla yaşadınız?

Hayatım boyunca bu hisleri yaşadım. Ancak sanırım herhangi bir yere ait olmamayı, markam özelinde bir avantaja çevirmişim. Evet, bir taraftan Türk ve bu bölgenin esintilerini taşıyor. Aynı zamanda çok iyi tanıdığım Batı kültüründen de izler var. Baktığında hiçbir yere ait olmamak insana kötü bir şeymiş gibi geliyor ama bence büyük bir artı. Ekip olarak kullandığımız marka sloganı da "Doğu'yu modernize etmek."

Les Benjamins isminin ortaya çıkışı dahi bu şekilde olmuyor mu zaten?

Tabii. Geçmişte Almanya ve İsviçre'de yaşadığım için çok fazla yabancı uyruklu arkadaşım oldu. İtalyanlar Benjamino, Fransızlar Benjamin diyordu. Çocukluğumda yakın dostlarım Benji derdi. Yani markanın ismi aslında annemden çıkma. Çünkü o bana Bünyamin ismini vererek markanın da ismini belirlemiş. İşin komiği, ilk başta The Benjamins'i düşündük ama aynı isimde New York'lu bir müzik grubu var ve o ismin telif haklarını alamadım. Tarihimizde Fransız ekolünün büyük etkileri olduğu için böyle bir yola gittim. Güzel de oldu.

İsminizi ve tasarımlarınızı ünlü isimlerin üzerinde görmek de güzel olmalı…

Heyecanımı şöyle anlatayım. Gece 2 veya 3; ekipten bir arkadaşım nefes nefese, "Bünyamin" diyerek beni aradı. Birine bir şey mi oldu diye korktum tabii. "Hemen telefonundaki fotoğrafı aç" dedi. Bir baktım Jay-Z ürünümüzü giymiş, yataktan zıpladım. Yine bir gün toplantıdayım, fotoğraf geldi. Görünce toplantıya ara vermiştim çünkü Robert Downey Jr. bir tasarımımla görüntülenmiş. Özellikle bu ikisi beni çok etkilemişti. Efsane statüsünde adamlar bunlar.

Sanırım kendinizi bir 'sneakerhead' olarak tanımlayabilirsiniz, hangi noktada ayakkabı tasarımı hayatınıza girdi?

Ben hep ayakkabıya çok değer veren bir insan oldum. Genelde dümdüz giyinirim. Klasik pantolonum ve belki 50-60 tane baskılı siyah tişörtüm vardır. Çok basitim ve ayakkabıyı bir kendimi ifade etme şekli olarak görürüm. Kimisinin gözlüktür, kimisinin saattir; benim de ayakkabı işte. İlk ayakkabımı Nike'a tasarladım. O kampanyaya dünyanın belli yerlerinden seçilen 12 tasarımcıdan biriydim. Bizi Portland'a, Tinker Hatfield'ın stüdyosuna davet ettiler. Unutulmaz bir deneyimdi. Zaten Nike, Puma, Asics gibi markaların hayranı olarak büyümüş bir çocuktum. Şanslıyım ki sonradan Puma'yla çalışma fırsatı da buldum. Örneğin Disc modeline bayılırım. İlk görüşmemizde de, "Tamam yaparım ama Disc yapacağım" demiştim. Puma da bana istediğim tasarımları ortaya çıkaracak özgürlüğü sağladı. Markanın tarihten gelen tasarım diline uyarak kendi dokunuşlarımı yapmaya çalıştım. Bir nevi İstanbul benim için bu tasarımlar. Tarihi doku da var, modernlik de. Zıtlıkların uyumu gibi düşün. Zaten güzel olan şey bu bence. Uyan şeyleri birleştirme işi yapılmış daha önceden. Disc'in rengini değiştirir, üstüne logomu koyar ve geçebilirdim. Ancak benim için yetersiz bir şey bu. Elon Musk gibi, Steve Jobs gibi yaratıcı insanlardan ilham alıyorum. Onlar da zaman zaman herkesin 'Hayır' dediği şeyleri yapmış kişiler. Bunu bazen yapman gerekiyor.

Tarihten favori spor ayakkabı modelinizi sorsam hangisini söylersiniz?

Air Jordan 1 derim… Ben basketbolla büyüyen bir çocuktum, Michael Jordan da benim efsanemdi. İnanılmaz bir adam ya. Ayrıca Allen Iverson'a büyük hayranlık beslerdim. Bana kısa boylu birisinin de basketbol oynayabileceği ilhamını vermişti. Tabii onun kadar zıplayamıyordum...

Basketbol oynadığınız dönemden biraz daha bahsetmenizi istesem...

Bu konuya geldiğimiz iyi oldu çünkü sportif tarafım pek bilinmez. Aslında hayatımda her zaman spor oldu. Almanya'da 6-9 yaş grubunda futbol oynadım, oradan basketbola sıçradım. 12 yaşında İstanbul'a geldiğimizde Florya'ya yerleştik. En yakın tesis Galatasaray'ınki olduğu için basketbola bir süre orada devam ettim. Ardından profesyonelliği düşünecek kadar ciddi seviyede tenisle ilgilendim. İsviçre'ye yatılı okula gittiğimde tekrar futbol oynadım ve takım kaptanlığı yaptım. Bazı hayallerim vardı ama günün sonunda hepsinden biraz yapmış oldum.

Peki bir tasarımcı ve iş adamı olarak spor sizi besliyor mu?

Spor hayatımdaki en önemli şey. Mesela bazı ürünlerin koldaki dikiş kısımları, hoodie'lerdeki cepler, klasik bir pantolon da olsa rahat eklem yerleri; bunlar hep spordan gelen şeyler. Zaten konfor odaklı bir tasarım anlayışım var. Bunu da kültürel detaylarla birleştiriyorum. Ayrıca iş görüşmelerinde, çalışan adaylarına takım sporu yapıp yapmadıklarını sorarım. Şirketi bir basketbol sahası gibi hayal et, oradaki her pozisyonun bir görevi var. Herkes bu görevleri tamamlarsa maçı kazanırsın. Evet, ben işin yüzü ve takım kaptanıyım ancak asıl görevim takım arkadaşlarımı yukarıya çekmek. Benim için kaptanlığın anlamı budur...

Kayıp Şehir

Bu Puma koleksiyonunda 'hiking' temasını kullandık. O hibridi yaratmak hoşuma gidiyor. İki zıt şeyi birleştirmek… Burada da dağcılık esintileri var. Dünyanın en önemli hiking yeri olan Machu Pichu'nun silüetini, 'Lost City' sloganıyla kullandık. Hem bot gibi farklı bir 'high-top' modelde hem de diğerlerinde... Mesela Alien filminden esinlenmiş bir model gördüm arşivde. Tabandaki yeşil 'cell' bölümü bana çocukken sevdiğim filmleri hatırlattı. Onu koruyarak dağcılık teması ile birleştirmeye çalıştım. Ortaya beğendiğim bir sonuç çıktı.

Socrates Dergi