socratesXreflect_alt

Uzun Bir Yol

12 dk

Bir masa, üç top, sayısız kombinasyon, büyük başarılar… Çiçeği burnunda üç bant dünya şampiyonu Tayfun Taşdemir'in öyküsünde bunlar ve biraz daha fazlası var.

Tayfun Taşdemir, doksanlı yıllarda üç bant bilardo ile tanıştı. Semih Saygıner'in yarattığı rüzgârla Türkiye'nin spordaki çehresini değiştirdiği, Yılmaz Özcan gibi başka isimlerin irili ufaklı uluslararası zaferlere imza attığı dönemde, Taşdemir de kendini bu zorlu oyunu öğrenmeye adadı. 1993 senesinin bir bayram günü hobi amaçlı başlayan macerası; onu ilerleyen yıllarda önce dünyanın en iyi oyuncularından biri, yaklaşık 30 yıl sonra ise dünya şampiyonu yapacaktı. 'Usta' diye hitap ettiği Saygıner'in ardından ülkenin ikinci bireysel dünya şampiyonu olan Tayfun Taşdemir, zirve yolculuğunu anlatıyor…

İlk kez bilardo oynadığınızda ne hissettiniz? Mesela yeteneğinizin farkına varmış mıydınız?

Hiçbir zaman öyle bir şey hissetmedim ama yapısal olarak çabuk öğrenen bir insanım. Belki de en belirgin özelliğim o. Öğrenmeyi de seviyorum. İsteka topunun ikinci topa çarptıktan sonra geri gelmesine 'kleps' denir. Hâlâ dün gibi hatırlarım; vurduktan sonra o topun geri gelmesinde inanılmaz bir coşku yaşamıştım. Yani o duyguyu hiç unutmam.

Birçokları ilk seferde isteka dahi tutamazken siz kleps mi yaptınız?

İlerleyen günlerde tabii… Hemen yapmak pek mümkün değil.

Tahminimce karambol ile başladınız ve süreç sonrasında üç banda evrildi…

Karambol oynadım çünkü üç bant ile başlama ihtimali çok düşük. Ekipmanları çok iyi kullanmanız, oyunu bilmeniz gerekiyor; istekadır, masa bilgisidir, duruştur, tutuştur… Yani bu işin ilkokulu dediğimiz bir aşama kesinlikle var ve çoğunluk bunu yapmadan ortaokula geçemiyor. Bu da belli bir süre alıyor. Yaklaşık iki yıl karambol oynadım ama salonda üç bant ustaları vardı ve onları devamlı seyrediyordum. Özellikle oynamıyordum, hatta benimle aynı seviyede başlayan insanlar hemen altı ay sonra üç bant oynamaya başladılar. Ben istemedim, "Bu oyun için biraz erken" dedim ve iyi de oldu.

Doksanlı yıllardan bahsediyoruz… Ülkede nasıl bir bilardo atmosferi vardı?

Semih Saygıner, ben başladıktan kısa süre sonra bir dünya kupası turnuvası kazanmıştı. O zamanlar hatırlıyorum... Teleon ya da Star TV yayımlamış, biz de maçı heyecanla seyretmiştik. Sonra 1997 yılında Yılmaz Özcan bir dünya kupası kazandı. O zamanlar Semih Usta'nın yeri çok farklıydı tabii. Bir lokomotif ve idol konumundaydı.

Profesyonellik kararını hangi noktada verdiniz?

1999 yılında üniversiteyi bitirdim. O sıralar federasyon kupalarına katılmaya başlamıştım. Aynı sene Türkiye beşincisi oldum, ilk kez milli takımla Las Vegas'a turnuva oynamaya gittim. 2000'de Türkiye şampiyonluğu yaşadım ve o sıralar bir yasa çıktı. Milli sporcuların 33 yaşına kadar askerliklerini tecil etme hakkı olacaktı. Bu yasa benim hayatımın dönüm noktalarından oldu ve bilardoda kalmayı seçtim. Aksi takdirde bambaşka bir yola gidebilirdim. Marmara Üniversitesi İktisat Bölümü mezunuyum. Belki bir bankada çalışır, belki mali müşavir olurdum. Okula başlarken hedeflerim bunlardı.

Türkiye şampiyonu olduktan sonra bütün dünya kupası ayaklarında oynamaya başladım ve iki sene içinde dünya klasmanında ilk sekize girdim. İnanılmaz bir başarı, büyük bir sıçramaydı. Sonra yurtdışındaki liglerden teklif aldım. Hollanda'dan bir teklif geldi ki en büyük liglerden bir tanesidir… Orada profesyonel sözleşme yaptım ve her hafta gidip gelmeye başladım. Aynı futbol müsabakaları gibi her hafta maç oynuyorduk. Sezonda yaklaşık 22 hafta seyahat ediyordum.

Okul bitince hiç başka uğraşınız olmadı mı?

İnanın, hiç olmadı. "Bir şansımı deneyeyim" diyerek çıktım yola. Çünkü bu iş hakikaten "Ben yapacağım, ben edeceğim" diye büyük konuşabileceğiniz bir şey değil. Çok oyuncu biliyorum; 30'lu 40'lı seviyelerde senelerce oynayıp da klasmanda ilk 10'a girmeyen. Kısa sürede Türkiye şampiyonu olunca, erken başarılar gelince "Neden olmasın?" diyor insan. 2003 senesinde de sevgili Semih Saygıner ile takım dünya şampiyonluğu yaşadık. Bir başka dönüm noktasıydı…

Viersen'deki o turnuvada zaten müthiş bir başarı grafiğiniz var…

2002 yılındaki takım Semih Saygıner ve Adnan Yüksel'den oluşuyordu. Türkiye'nin birincisi ve ikincisi… Usta, hastalanınca ilk kez Adnan Yüksel'le beraber o turnuvaya gitmiştim ki dünya üçüncülüğü yaşadık. Milli takım düzeyindeki ilk derecemizdi. 2003 ve 2004 senelerinde Usta'yla beraber gittik. Burada üst üste dünya şampiyonlukları geldi.

"Masada oluşabilecek farklı pozisyon sayısının 42 haneden oluştuğu hesaplanmış. 42 hane…"

"Masada oluşabilecek farklı pozisyon sayısının 42 haneden oluştuğu hesaplanmış. 42 hane…"

Takım kimyası, kendi içinizdeki iletişim nasıldı?

Usta o zamanlar Sarıyer'de oturuyor, ben de Bahçelievler'deyim. O dönemdeki durumum, kazancım belli… Sağ olsun arabasına atlayıp Bahçelievler'deki Bilardo Max'e gelir ve benimle devamlı antrenman yapardı. 7-8 saat süren antrenmanlardan bahsediyorum. Enerjisi yüksek, iyi bir ikiliydik ve bunda antrenmanlarımızın payı büyüktür. Usta zaten bireyselde yeni dünya şampiyonu olmuştu ve formunun tam anlamıyla zirvesindeydi. O takımın birinci oyuncusuydu, ben de ikinci oyuncu olarak üstüme düşen görevi yaptım.

Bunu Semih Saygıner ile yaptığımız röportajda da konuşmuştuk: Üç bantta tecrübe kazanma ve oyunu öğrenme safhası son derece çetrefilli ve aşağı yukarı 30 senedir aynı jenerasyonun hegemonya altına aldığı bir branştan bahsediyoruz. Dick Jaspers, Torbjörn Blomdahl, Marco Zanetti, Daniel Sanchez, Semih Saygıner ve birçokları…

Raymond Ceulemans'ın söylediği bir söz var: "Bilardo önce bir kültürdür, sonra spordur." Ben de her daim bu sözün altına imza atıyorum. Bu kültürü elde etmek, bilgi birikimini almak yılların işi. Masada oluşabilecek farklı pozisyon sayısının 42 haneden oluştuğu hesaplanmış. 42 hane… Masa ve pozisyon bilgisi seneler içinde katlana katlana ilerliyor. Bahsettiğin oyuncu grubu oynadıkça kendini yenileyen, daha da seviye artıran isimler ve onları yenmek çok zor. Aşağı yukarı seksenli yıllardan beri en üst seviyelerdeler, bilardoyu yemiş yutmuş durumdalar. Onların arasına girmek büyük maharet.

Kısa süre önce onlardan biri olan Dick Jaspers'ı, hayatınızın en kritik maçlarından birinde yenip dünya şampiyonası finaline çıktınız. Biraz Güney Kore'deki bu turnuvadan bahsedelim ama öncelikle Jaspers maçıyla ilgili bir şeyler söylemek ister misiniz?

Jaspers uzun zamandır dünya klasmanında bir numara. İnanılmaz formda ve yenilmesi epey zor bir oyuncu. Çektiğim her sayıya karşılık verdi, son âna kadar beni epey sıkıştırdı. Skor 47-42'yken, bilardoda 'balık' denen şans sayısını buldu ve iyi değerlendirdi. Üstüne bir tane de yarım hata, yarım şanssızlık diyebileceğimiz pozisyon kaçırdı. Bana bıraktığı pozisyon hassas bir sayıydı. Yapsam alkışlanırdım, yapmasam kimse çıkıp bir şey demezdi. Oradaki finale çıkma heyecanını da göz önüne alırsanız inanılmaz bir sonuç oldu. Genelde pek sevinmem ama o maçı bitirince sevincimi görmüşsünüzdür, inanılmaz keyif aldım.

Maç sonunda çok da sıcak bir sarılma ânınız vardı ki rakipler arası bu içtenliği az sporda görürüz…

Oyuncu maçın başından sonuna kadar tabiri caizse savaş halindedir. 'Fair play' içinde her türlü azmini, her türlü kuvvetini göstermeye çalışır ama oyunun zorluğunu ve galibiyetin ne kadar değerli olduğunu iyi bilen sporcularız. Kazanan tarafın hakkını her zaman vermeye çalışıyoruz.

"Rakibin kötü oynaması veya zayıflığı yerine iyi oynarken dahi ondan iyi olmak önemlidir."

"Rakibin kötü oynaması veya zayıflığı yerine iyi oynarken dahi ondan iyi olmak önemlidir."

Bir empati kuruluyor değil mi?

Aynen öyle. Zaten en üst düzey oyuncular bile rakiplerinin kuvvetini yüceltmekten geri durmaz. Mesela Jaspers hep "Tayfun şöyle bir oyuncudur, Semih böyle bir oyuncudur" der, saygısını sunmaktan hiç çekinmez. Birçok sporda rakibe, "Zaten ben ondan iyiyim" diye bakılır. Bu, en doğru bakış açısı değil. Rakibin başarısını ve kalitesini ön planda tutarsanız; onu yakalamaya, onu geçmeye ve daha da güçlenmeye çalışırsınız. Rakibin kötü oynaması veya zayıflığı yerine iyi oynarken dahi ondan daha iyi olmak önemlidir. Bu sizi de yukarı çeker.

Yarı finalden bahsettik, şimdi de finali sormak isterim: İlk dünya şampiyonluğunuz için çıktığınız bir maçta, hissettiğiniz muhtemel baskıyı katiyen dışarı vurmadan Ruben Legazpi'yi 50-14 gibi akılalmaz bir skorla deviriyorsunuz… Bu nasıl mümkün oldu?

Aslında evveliyatı hayatımın en zor dört saatiydi çünkü yarı finali bitirdikten sonra diğer yarı finalin tamamlanmasını bekledim. Maç iki saat sürdü, iki saat de dinlendiler. O dört saat odamdan hiç çıkmadım; milli takım arkadaşım Turgay Orak, sağ olsun bana yemek getirdi. Beklerken dünya şampiyonu olduğum hayalini hiç kurmamaya çalıştım, zor ama kendimi böyle telkin ettim. Sonuçta kariyerimde olmayan bir şampiyonluk ve final öncesinde zihinsel dengeyi çok iyi kurmam gerekiyordu. Sonrasında bu fırsatı iyi kullandığımı düşünüyorum. Ferdi dünya şampiyonası finallerine baktığınızda böyle tek taraflı maçları pek görmezsiniz. Genelde çekişme çok yüksek olur. UMB (Dünya Bilardo Birliği), şampiyonluğu kendi sitesinde "Tayfun Şov" başlıklı bir makaleyle kutladı. Gerçekten öyle bir maç oldu hatta turnuva da aynı şekilde geçti... 74 yıllık turnuva tarihinin en yüksek ikinci ortalamasıyla oynadım ve son derece güzel geri dönüşler aldım.

Sporcular böyle şampiyonluk anlarında fazlasıyla odaklı olurlar, siz de skor farkına rağmen maç sonunda çok keskin göründünüz…

Hatırlıyorum, skor 42-12'ydi. Rakibime hiç umut vermek istemediğim için hâlâ defans yapıyordum. Çünkü ben skoru 42-12'ye getirmişsem rakip de onun tam tersini yapabilir. Oyunun bir kurgusu, bir gidişatı var. O gidişat içinde en beklenmedik şeyler dahi gerçekleşebilir. Kalan son sekiz sayıda "Tayfun hiç şans verme çünkü belli olmaz" dedim. Konsantrasyonum fazlasıyla yüksekti.

Peki, sıradaki hedef dünya 1 numarası olmak mı?

Bu elbette kolay değil ama her zaman hedef koymakta fayda vardır. Yani en azından varamasanız da o yolda yürümeniz çok önemli. Benim hedefim de klasmanda tepeye çıkabilmek. Bir defalık da olsa, belli bir dönemde de olsa bu müthiş bir başarı. Belki üç yıla olur, belki beş yıla... Belki de başaramam. Olmazsa çok büyük bir hayal kırıklığı değil ama o yolda yürümeye devam edeceğim. Zaten kafamda daha çok proje, bilardoyla ilgili daha çok hayal var. Hem zihinsel hem duygusal anlamda gelişmek, bu zor oyunda çıkabileceğim en yüksek seviyeye çıkmak istiyorum. Önümdeki yol hâlâ uzun.

Socrates Dergi