socratesXreflect_alt

Tepenin Ardı

18 dk

Tim Henman, 1990'ların sonu ve 2000'lerin başında Britanya için sportif umudun simgelerinden biriydi. Hiçbir zaman mutlu son yazamadığı hikâyelerine rağmen…

Fred Perry'nin 1936'daki, Virginia Wade'in 1977'deki zaferlerinden sonra Wimbledon tekler şampiyonu çıkaramayan Britanya için her yeni tenis yıldızı hayallere yolculuk demekti. 2013 ve 2016'da Andy Murray şeytanın bacağını iki kez kırana dek sayısı pek fazla olmayan üst düzey raketlerine hep aynı beklentiyle yaklaştılar. Sonuç ekseriyetle hüsrandı. Tim Henman 1996'da merhaba dediği Wimbledon sahnesine uzun seneler ülkesinin tek gerçekçi şampiyonluk adayı olarak çıktı. Kimi zaman biraz talihsizdi kimi zaman rakipleri ondan iyiydi ama her seferinde son vuruşa dek savaştı. Bugün 1 Numaralı Kort'un duvarına iliştirilmiş dev ekranı izleyen doğal tribüne hâlâ 'Henman Tepesi' denmesinin nedeni de onun azminde gizli. Tabii unutulmaz raketin bize anlatacak başka şeyleri de var…

Büyürken evinizin arka bahçesinde bir çim kort olduğunu okudum ve dürüst olmak gerekirse bunu biraz kıskandım. Tenisçi olmak kaderinizde vardı diyebilir miyiz?

Bunu ben de zaman zaman düşünürüm. Aslında kardeşlerimle beraber küçük yaştan itibaren birçok spor yaptık ancak tenis benim için hep bir numara oldu. En sevdiğim, en potansiyelli ve en başarılı olduğum… Ayrıca büyükbabam Henry ve büyükannem Susan Billington'ın tenisçi olması da mühimdi. O düzeyde değil ama ebeveynlerim de tenis oynar, bundan keyif alırlardı. Altı yaşında annemle beraber Wimbledon'ın meşhur Merkez Kort'unda Björn Borg'u izlediğim an anladım ki hayalim günün birinde o korta çıkmaktı.

Bu hayalin peşinden giderken yaşadığınız ciddi sakatlık sizi bir B planı yapmaya zorladı mı?

Osteokondrit ciddi bir kemik rahatsızlığıydı fakat yeterince şanlıyım ki bir B planı yapmak zorunda kalmadım. Yine de travmatik dönemlerdi. Hastalığın ne olduğunu bulmamız da epey zamanımızı aldı. Altı ay elime raket alamadığım ve iki sene turnuva oynayamadığımı hatırlıyorum. 11 yaşında bir çocuğun bundan nasıl etkileneceğini tahmin edebilirsiniz. Meğerse ABD'de beyzbol oynayan çocuklar da top atma aksiyonu kaynaklı benzer sıkıntıyı yaşarmış. Benim durumumda bunun nedeni erken yaştan itibaren çok fazla tenis oynamaktı. Henüz kaslarım tam anlamıyla gelişmediği için dirseğimdeki kemiklerden bir tanesi hafif ayrılmış. Neyse ki bu sorunu çözdük, ben de spora devam ettim. Hobim tutkum, tutkum da takıntım haline gelmişti.

Tutkunuzu gören başka birileri de olmuş muydu?

Bu noktada hayatıma iki çok önemli insan; Jim Slater ve David Lloyd girdi. Bu ikili bir tenis akademisi açmak için bir araya geliyor. Lloyd o sırada Londra'da yeni yeni açılmaya başlayan kapalı kort ve fitness salonu içeren tesislerin sahibi. Bu akademiye ortak olma amacı da profesyonel oyuncular yetiştirmek. Talihsizlik; hem akademi hem de eğitim bursu aldığım dönemde dirseğimden sakatlandım. Orada yapacağım antrenmanların, üst düzey koçların bana ne büyük etkisi olabileceğini biliyordum. Neyse ki David Lloyd arkamda durdu ve bu fırsatı sunmayı sürdürdü. 11 yaşımdan, 16-17 yaşına kadar bu harika ekibin bir parçası oldum. Ardından da profesyonel tenis kariyerim başladı.

En ünlü istisnalardan biri olarak cevabınızı çok merak ediyorum; sizce Büyük Britanya gibi bir tenis ülkesinin nadiren Grand Slam şampiyonluk adayı çıkarmasında bir terslik yok mu?

Bence var. Dünyanın en iyi tenis turnuvasına sahibiz ama çok fazla profesyonel oyuncumuz yok. Nasıl daha fazla profesyonel oyuncu yaratabiliriz? Muhakkak ki daha fazla çocuğu tenise yönlendirmeliyiz. Son iki olimpiyat oyunlarında Britanya'nın aldığı sonuçlara baktığımızda ortada müthiş bir başarı olduğunu görüyoruz. Yani kapasiteli atletler, el-göz koordinasyonu yüksek tenisçi adayları var. Tenis, oynamak isteyen herkesin bunu yapabileceği daha ucuz bir imkân haline gelmeli ki şanslarını deneyebilsinler. Ancak bu sayede en büyük atletik yeteneklerimizi Grand Slam şampiyonluk adayı tenisçilere dönüştürebiliriz.

Peki ülkenizin en iyi tenisçisi olmak ve kamuoyu baskısı yaşamak arasında pozitif bir korelasyon mevcut mu? Öyleyse sizin bununla başa çıkma yolunuz neydi?

Az önce oyuncu yetiştirme noktasındaki eksikten bahsettim ama Britanya'da tenis izlemeye duyulan ilgi oldukça fazla. Ben dünya sıralamasında ilk 10'a girmişken üzerimde oldukça fazla göz vardı. Bu ciddi ilgi de tansiyonu yüksek bir şeydi. Bilhassa her çim kort sezonunda gazetecilerin markajındaydım. Ben bu konu hakkında fazla bir şey yapmayıp kontrol edebileceklerime odaklandım. Yapabileceğim şey hazırlığımı, performansımı, dinlenmemi iyi şekilde gerçekleştirmekti. Gazetelerde ne yazdığını, insanların hakkımda ne konuştuğunu duymamaya çalıştım. Kort üstünde güçlü kalmak tek amacımdı. Tabii Britanya tenis seyircisinden de büyük destek gördüm.

Sanki bir futbol takımıymışçasına desteklenmek her tenisçiye nasip olmaz herhalde. Bize biraz 'Henmania' (Henman çılgınlığı) akımından bahsedebilir misiniz?

Bu akım 1996'da, Fransa Açık şampiyonu Yevgeny Kafelnikov'u ilk turda yenip çeyrek finale yürüyüşümle başladı ve emekliliğime kadar devam etti. Özellikle de Merkez Kort'ta… Wimbledon dünya çapında çok büyük olabilir ama inanın ülke içinde daha büyük. Değil şampiyonluk, ev sahibi oyuncuların ikinci haftaya kalması dahi uzun süredir gerçekleşmiyordu. Bu nedenle dört yarı final yolculuğum başta olmak üzere hep çılgınca destek gördüm. Röportajın başında Borg'u izleyip nasıl etkilendiğimden bahsetmiştim ya; rüyam o kortta başladı ve ne mutlu ki günün birinde oraya adım atabildim. Merkez Kort'a çıktığımda korkmuş ya da çekinmiş değildim. Sadece heyecanlıydım ve oynamak istiyordum. Geriye baktığımda bütün kalbimle şunu söyleyebilirim: Eğer tüm kariyerimi tek bir kortta geçirecek olsam bu Wimbledon'ın Merkez Kort'u olurdu. Her ânıyla muazzamdı.

Meşhur Henman Tepesi'ni de unutmamak gerek…

1997'de 1 Numaralı Kort açıldı ve oradaki ilk maçı oynama şansına sahip oldum. Dışına büyük bir ekran yerleştirilecek şekilde dizayn edilmişti. Birçok seyirci tepede oturup ekrandan maçları izlemeye başladı. Henman Tepesi kavramını da Wimbledon ziyaretçileri ortaya çıkardı. Evet bir yandan komik, bir yandan da özel hissettiriyor. Mesela televizyonda maç yorumlarken orayı ne zaman görsem "İşte benim tepem!" derim.

Wimbledon'la bu denli özdeşleşmenize rağmen hiç çim kort turnuvası kazanmayışınızı nasıl yorumlarsınız? Buna öyle şaşırdım ki emin olmak için birkaç kez kontrol ettim…

Aslında çim kortta az şey başarmış gibi hissetmiyorum. Turnuva sayılarına bakarsanız her yıl sadece birkaç kez çim korta çıktığımızı görürsünüz. Örneğin Queen's'te üç kez final kaybettim. Londra'da olduğumda hep antrenman yaptığım, kendimi harika hissettiğim bir yerdi. Bir finalde üçüncü set tie-break'inde Pete Sampras'a, diğer ikisinde Lleyton Hewitt'e mağlup oldum. Maalesef sonunu getiremedim. İkisi de muazzam oyunculardı ve bu anlamda bir hayal kırıklığım yok. Favori turnuvam Wimbledon'ı kazanmak için de her şeyimi verdim ama olmadı.

"Her şeyimi verdim" derken 2001'de Goran Ivanisevic'le oynadığınız yarı final maçına bir gönderme yapıyor olabilir misiniz?

Basitçe söylemem gerekirse en üzüntü verici mağlubiyetimdi. Daha önce de yağmur yüzünden uzayan maçlar oynamıştım ki bu karşılaşma tam üç gün sürdü. Cuma başladık, cumartesi korta döndük ve pazar bitirebildik. Goran'la karşılaşmayı hep çok severdim çünkü stilim buna uygundu. Önceki dört maçımızı da ben kazanmıştım ama işte 2001… Beş sette servisimi sadece iki kez kaybettim, o ise her fırsatta ace atıyordu. Durdurulması çok güçtü. Turnuvaya özel davetle geldi, son dörde yürüyüp beni eledi ve finalde Pat Rafter'a karşı şampiyon oldu. O sene Goran'ın senesiydi...

1998 ve 1999'daki yarı finallerde Pete Sampras'a, 2001'de çok ekstra bir Ivanisevic'e kaybettikten sonra 2002'den beklentiniz neydi?

2002 Wimbledon tuhaf bir seneydi çünkü çimin tipi değişmiş, kort fazlaca yavaşlamıştı. Kortun tamamı daha geniş ve yukarı doğru büyüyen 'Ryegrass' ile kaplanmıştı. Top yere çarpınca kayıp hızlanmak yerine yavaşlayıp yükseliyordu. Bu da daha çok geri çizgi rallisi görmek anlamına geldi. Sevdiğim servis vole oyununu zorlaştıran, rakiplerime oldukça fazla reaksiyon zamanı tanıyan bir değişimdi. Eski Wimbledon çiminde en ufak fırsatta fileye gidilebilirken işler değişmişti. Mesela turnuvanın çeyrek finalistlerine bakalım: Lleyton Hewitt, David Nalbandian, Xavier Malisse, Nicolas Lapentti, Andre Sa… Geri çizgi ağırlıklı oynayan oyuncular ve sürprizler vardı. Ben yarı finalde, o sırada dünyanın en iyi oyuncusu olan Hewitt'in istikrarlı geri çizgi oyununa mağlup oldum. Dürüst olmak gerekirse eski ve hızlı zeminde oynamayı da hep özledim.

Şimdi oynanan tenisi izlediğinizde de özlem devam ediyor mu?

Evet, artık herkes neredeyse tamamen geri çizgiden oynuyor ve vuruş varyasyonları eskiden olduğu kadar önemli değil. Ben buna üzülüyorum çünkü her zaman servis vole oynamayı, farklı taktiklerle rakibime baskı kurmayı sevdim. Tabii daha hızlı kapalı kortlarda büyümemin bunda payı vardır ama bildiğim oyun da buydu. Kortun gerisinden güç üretme işi gün geçtikçe önem kazanıyor, zeminler eskisinden daha yavaş hale geliyor. Bu nedenlerden dolayı şimdi oynasam zorlanırdım diye düşünüyorum. Eğer tenisin başında olsaydım vuruş çeşitliliğini mümkün kılmak için, tümünü değilse de bazı kortları daha hızlı yapardım. Servis vole oynamanın, fileye gelmenin keyfini ancak bu şekilde hatırlatabiliriz.

Servis voleden ve hızlı zeminlerden bahsetmişken keskin bir geçiş olabilir ama 2004 senesine, Paris'e gitsek…

O sıralar koçum Paul Annacone'du ve kendisi her zaman tenis stilimi yavaş zeminlere, bilhassa da toprağa adapte ettiğim anda tehlikeli olabileceğim fikrindeydi. Ben ise pek emin değildim. Üstüne üstlük daha önce üçüncü turu hiç geçemediğim Fransa Açık yaklaşırken hastalanmıştım. Nefes nefese kalmadan günde 35-40 dakika antrenmandan fazlasını yapamıyordum. Buna rağmen oynamaya karar verdim. İlk turda Cyril Saulnier isimli Fransızla karşılaştım. Setlerde 2-0 ve üçüncü sette de break'le gerideydim. Zihnimden artık maçı kaybettiğim geçiyordu ama sandalyede oturan rakibimin parmağındaki bantları gevşetmeye çalıştığını gördüm. Gerginliğini hissettim ve bu hissin ardından savaşmayı sürdürdüm. Önce üçüncü seti ardından maçı kazandım. Sonra işler tersine döndü. Ertesi gün dinlendim, biraz enerjik hissetmeye başladım. İkinci turda iyi bir kuram vardı; Alman Lars Burgsmüller'i kolay yendim. Üçüncü turda bir toprak uzmanı olan Galo Blanco ile karşılaştım. Kariyerimde en keyif aldığım maçlardan bir tanesiydi çünkü oyunumdaki tüm çeşitliliği korta yansıtmıştım. Bazen ilk bazen de ikinci servisle voleye çıktım, bolca return'ü fileye takip ettim, onu kısa toplarla öne getirdim… Üç sette kazanmıştım. Dördüncü turda yine bir Fransız, Michael Llodra'ya karşı iki set geriden geldim. Çeyrek finale çıkan dört Arjantinli'den biriyle, Juan Ignacio Chela'yla eşleştim. Onu da kolaylıkla yenerken iyi oynamıştım.. Bir anda sıfırdan, eve dönme planları yaptığım noktadan gelip yarı finale çıktım. Özel bir turnuvaydı.

Devamıyla da özel bir sene...

Kesinlikle. 2004, kendimi çok iyi hissettiğim ve oyun planımın oldukça berrak olduğu bir yıldı. Mesela Amerika Açık'ta da zor durumlara düşsem de bozulmayıp iyi tenis oynamayı sürdürdüm. Orada da yarı finale yürüdüm ama şanssızlığım artık tenisi hegemonyası altına almaya başlayan Roger Federer'e denk gelmekti. Dünyanın en büyük tenis stadyumu olan Arthur Ashe'teki müthiş atmosferleri hiç unutmam. Harika bir turnuvaydı, Roger ise fazla iyiydi.

Federer'e ve henüz epey yolun başında olsalar da hem Rafael Nadal'a hem Novak Djokovic'e karşı korta çıkmak nasıldı? İleride neler başaracaklarını kimse tahmin edemezdi ama bazı sinyaller almış mıydınız?

Roger'ı iyi tanıyordum, onunla birçok kez antrenman yaptım ve sonraları oldukça fazla maç oynadık. Gençlerde dünya 1 numarası oldu, 'junior' seviyede Wimbledon şampiyonluğu yaşadı; günün birinde belki birkaç Grand Slam kupası olabilir diye düşünüyordum. Nadal ve Djokovic genç yaşlarına rağmen daha olgunlardı. Roger'ın kendini ve oyununu tanıması biraz zaman aldı. Bilhassa Rafa yaşının ötesinde bir zihinsel kuvvete sahipti. Yine de şu an başardıklarını kimse hayal dahi edemezdi. Hatırlıyorum, Sampras 13'üncü ve 14'üncü Grand Slam'lerini kazandığında bu akılalmaz bir olaydı. Amerika Açık şampiyonluğunun ardından emekli olduğunda bana sorsanız rekorunun 25-30 sene kırılmayabileceğini söylerdim. Aradan sadece 18 sene geçti ve tam üç oyuncu onu geride bırakmış durumda. Üstelik hâlâ kazanmaya devam ediyorlar.

Size bunu açık açık sormamı mazur görün; Andy Murray, Djokovic'i yenip Wimbledon'ı kazandığında kıskançlık hissettiniz mi?

Andy benim iyi arkadaşım. Küçüklüğünden itibaren neler yaşadığını, nelerle yüzleştiğini en yakından bilenlerdenim. Bir rol modeli, antrenman partneri, mentor olarak yolculuğunda ona yardım ettiğimi düşünüyorum. 2013'teki final maçını BBC için yorumlarken son oyunda epey gergindim. 40-0 öndeydi ama Djokovic karakteristik şekilde dönmeyi başardı. Sıcak ve draması yüksek bir gündü, eminim Murray şampiyonluk puanını aldığında benim kadar rahatlayan fazla kişi olmamıştır. İnsanların onu kıskandığımı, üzüldüğümü düşünmesi normal ama ben asla böyle biri olmadım. Kariyerim boyunca korta bırakabileceğim her şeyi son damlasına kadar bıraktığım için rahatım. Biliyorum ki olabileceğim en iyi tenis oyuncusu oldum. Bir Wimbledon ya da Grand Slam kazanmamış olmakla barışığım...

Socrates Dergi