Topuk

15 dk

Socrates, farklıydı. Sadece düşünceleriyle, karizmasıyla, etkisiyle değil, oyunuyla da fark yaratıyordu. Dergimizin isim babasını, Andrew Downie'nin dilimize çevrilen biyografisinden pasajlarla analım.

Asiler, Azizler, Âşıklar. Tarihçi Cemal Kafadar'ın 28. Uluslararası İstanbul Film Festivali için yaptığı seçkiye koyduğu bu başlık, aslında Socrates'e de uygun düşebilir. Tam adıyla, Socrates Brasileiro Sampaio de Souza Vieira de Oliveira'ya. Brezilyalı futbolcuyu daha önce çeşitli vesilelerle anmış, Corinthians Demokrasisi'nden 1982 Dünya Kupası'na uzanan çizgide Doktor Socrates'i kardeşi Rai, takım arkadaşı Walter Casagrande gibi isimlerden dinlemiştik. Fakat ne mutlu ki, zekâ üzerine kafa yorduğumuz Mart sayısını hazırlarken, İskoç gazeteci Andrew Downie'nin Socrates biyografisinin İthaki Yayınları tarafından piyasa sürüleceğini öğrendik. Bora İşyar tarafından dilimize çevrilen kitap, Socrates'i her yönüyle işliyor. Evet, asi, aziz ve âşık yanlarını görüyoruz ama Downie, bunu ulvi bir mertebeden yapmıyor, merceğine aldığı Brezilyalı efsaneyi insani bir pencereden, doğrularıyla ve yanlışlarıyla ele alıyor. Doktor Socrates, hayatı boyunca tutkularının peşinden giden çok yetenekli, provokatif ve yaratıcı bir insanın öyküsü. Biz de buna uygun olarak, kitaptan tadımlık bir bölümü sizlere sunmak istedik. Desteklerinden ötürü dizi koordinatörü Tan Morgül'e ve yayın yönetmeni Alican Saygı Ortanca'ya teşekkkür ederken son bir not da ekleyelim: Kitaptan alınan bölümlerde çevirideki imla kurallarına büyük ölçüde sadık kalınmıştır. Bir de metin, dergideki yerimize uygunluğu için kısaltılmıştır.

Socrates, A Takımla ilk kez sahaya 2 Temmuz 1972 tarihinde, Uberaba şehrinde Nacional Futebol Clube'la oynanan hazırlık karşılaşmasında santrfor Hércules'in yerine oyuna girdiğinde çıktı. Maç 0-0 sona erdi ve karşılaşma o kadar sıkıcı oldu ki Socrates bile daha sonraları bunun ilk maçı olduğunu hatırlayamayacak; Botafogo formasıyla çıktığı ilk maç sorulduğunda yaklaşık iki yıl sonra, 6 Şubat 1974 günü America'yla oynanan maçı söyleyecekti. Hâlbuki o tarihe kadar Botafogo formasıyla, çoğu hazırlık maçlarında ve yedekten dahil olmak üzere 12 maçta yer almıştı. America'yla oynanan maça da yedek kulübesinde başlamıştı. São Paulo Eyalet Şampiyonası'nda bir üst tura çıkmak için bu maçı kazanmak zorundalardı. Takımın orta sahadaki oyun kurucusu Maritaca'nın ilk yarıda yere düşerek omzu çıkınca Socrates oyuna girdi ve lig maçları için hazır olduğunu herkese gösterdi. Özgüvenli oyunuyla Botafogo'nun 1-0'lık galibiyetine önemli katkıda bulunmuştu. Taraftarlar onun oyunu kontrolü altına alışını ve takımı galibiyete taşıyışını anlata anlata bitiremiyor, Socrates de ileride bunu hayatını değiştiren maç olarak anıyordu.

"Harika oynamıştım ha!" diye anlatacaktı bu maçı alçakgönüllülükle. "Çok rahattım, oynamayı beklemiyordum ama her şey yolunda gitti. O andan sonra da bir daha yedek kalmayacağımı anladım." Kalmadı da. Bu onun için rüya gibi geçecek bir sezonun başlangıcı oldu. Maritaca iki ay sonra tamamen iyileşmesine rağmen Socrates'i kesemedi. Botafogo o sezon Paulista Birinci Ligi'ni yedinci sırada tamamlarken Socrates, 49 maçta forma giyip 12 gol attı ve 20 yaşındayken Yılın Genç Oyuncusu ödülünü kazandı.

Socrates orta saha, ileri uç, kimi zaman sol kanat, hatta defansif orta saha bile olmak üzere birçok mevkide oynayabiliyordu. Esas görevi forvet oyuncularına pozisyon hazırlamaktı ve 1974'ün ilk aylarında Botafogo'nun acar santrforu Geraldão'yla uzun yıllar unutulmayacak bir ortaklık kurmuştu. 1974 sezonunda Maritaca'nın ilk 11'de başladığı ve Socrates'in forma giymediği ilk sekiz maçta Geraldaao tek bir gol dahi atamamıştı. Fakat Socrates'in orta sahaya geçmesiyle birlikte Geraldão da açılmış, 38 gol atarak ligin gol kralı olmuş ve Altın Ayakkabı ödülünü kazanmıştı.

Geraldao, 1975 yılında takımdan ayrılıp Corinthians'a transfer oldu ama orada Botafogo'daki performansını sergileyemedi. Bazı Corinthians taraftarları kulübün oku aldığını ama yayı almayı unuttuğunu söylüyorlardı. Socrates ise Geraldao'nun takımdan ayrılmasıyla daha hücumcu bir rol üstlenmişti ama mevkiinin tam olarak ne olduğu meçhuldü. 4-4-2 dizilişinde 8 numaralı formayı giyiyordu ve çoğunlukla Brezilyalıların ponta-de-lança diye adlandırdıkları, orta sahayla ileri uç arasında, genellikle sağ kanada yakın bir pozisyonda oynuyordu. Bazen meia-armador tabir edilen bir pozisyonda, biraz daha geride oynuyor, arada bir santrfor olarak görev aldığı da oluyordu.

Hangi pozisyonda oynarsa oynasın mutlaka topun onda olmasını istiyor, yeterli alan ve zaman bulduğu anda da rakibe büyük zarar veriyordu. Herkes onun farklı bir oyuncu olduğunu görüyordu ve bu sadece iki yanından bacaklarına kadar sarkan uzun kolları ya da karnına kadar çektiği dar şortunun içinde daha da uzun görünen çırpı bacaklarıyla izleyenleri güldüren garip vücut yapısı yüzünden değildi. Socrates'in ilk bakışta fark edilen ama bir türlü tanımlanamayan ulvi bir havası vardı.

"Dikkatimi çeken ilk şey sadece top tekniği, zekâsı, pozisyon alma becerisi ve çok yönlülüğü değildi," diyor Socrates hakkında Ribeirão Preto dışında yazı yazan ilk kişilerden birisi olan, São Paulo merkezli Jornal de Tarde gazetesi köşe yazarı Alberto Helena Jnr. "Socrates, bende herkesten farklı bir frekansta çalışıyormuş izlenimi uyandırmıştı. Hiç beklenmedik işler yapıyordu. Sıra dışı bir yeteneği olan futbolcu değildi, müthiş şutları veya inanılmaz bir top sürme yeteneği yoktu ama kendine özgü bir yanı vardı. Farklı bir dalga boyundaydı. Herkesten, büyük craqueslerden (futbolun en üst seviyesine çıkmış futbol yıldızları) bile farklı, kendine özgü bir oyun anlayışı vardı."

Brezilya'da dikta rejiminin yıkılması umuduyla 15 Kasım 1982 tarihinde düzenlenecek seçimlerden önce "15'inde oy vermeye" yazılı formayı giyen Socrates.

Brezilya'da dikta rejiminin yıkılması umuduyla 15 Kasım 1982 tarihinde düzenlenecek seçimlerden önce "15'inde oy vermeye" yazılı formayı giyen Socrates.

Socrates futbol oynamayı ne kadar çok sevse de esas tutkusu tıptı. Brezilya, son dört Dünya Kupası'nın üçünü kazanmıştı (futbol tarihinde daha fazla Dünya Kupası kazanan başka bir ülke yoktu) ve Brezilyalılar artık kendilerini futbolun gerçek efendisi olarak görmeye başlamışlardı. Futbolun anavatanı İngiltere'ydi ama bu oyunu gerektiği gibi oynayanlar Brezilyalılardı ve futbol kendini ulusal bilince sıkı sıkıya eklemlemişti. Ne var ki futbol hâlâ alt sınıfların oynadığı bir oyundu ve Socrates'in babası oğullarının üniversite eğitimi almaları konusunda çok ısrarcıydı. Socrates de artık Botafogo'da düzenli olarak forma giyiyor olmasına rağmen, futbolu yalnızca bir hobi olarak, kafasını kitaplara gömmediği vakitlerde oynanacak bir oyun olarak görüyordu.

Şubat 1972'de USP-RP'ye kaydını yaptırdı ve derslerine idmanlardan daha fazla önem vermeye devam etti. 1974 yılında takımıyla olan sözleşmesini yenilemesine rağmen kulübüne, futbolun onun için hâlâ jinekoloji, ortopedi ve nörolojiden sonra geldiğini açıkça ifade etti. Kulübe, idmanları üniversitedeki ders programına uydurmaya çalışacağını ama maçları kaçırmamak için elinden geleni yapacağını söyledi. Gerçekçi olmak gerekirse, hücum takımına karşı savunma takımı veya as takıma karşı yedekler maçı olmadığı sürece idmanlara katılmak için özel bir gayret sarf etmiyordu. Socrates gerçekten futbol oynanmadığı sürece idmanlardan nefret ediyordu.

Kulüp bu anlaşmadan pek hoşnut sayılmazdı ama bundan başka bir yol olmadığını da biliyor ve yıldız oyuncusunu kaybetmek istemiyordu. Socrates'in çoğu futbol meraklısı olan ve bazıları her hafta Botafogo maçlarına giden hocaları ara sıra ders veya sınav saatlerini Botafogo'nun fikstürüne göre ayarlayarak ona yardımcı olmaya çalışıyorlardı. Socrates'in nasıl büyük bir baskı altında olduğunu biliyorlar, bu yüzden onu çok zorlamıyorlardı. Sınıf arkadaşları da ona kaçırdığı derslerin notlarını vererek ve kimi zaman da yıldız oyuncuyu ders çalıştırarak yardımcı oluyorlardı.

Socrates'in üniversitedeki ilk birkaç yılında dersler Ribeirão Preto'nun en büyük devlet hastanesi olan Hospital das Clínicas'ın fakülte kısmında yapılıyordu. Her gün ikisi sabah saat sekizden öğlene, diğer ikisi de öğleden sonra ikiyle akşamüzeri altıya kadar olmak üzere dört ders yapılıyordu. Socrates, kafasını eğince fark edilmediği için arka sıralarda oturuyor, reçetelere lâyık kargacık burgacık bir el yazısıyla notlar alıyordu. "Öğrencilerle uğraşan, sınırlarını zorlayan veya küfür eden hocalar vardı ama Socrates'e hiç böyle bir şey denk gelmedi," diyor Socrates'in sınıf arkadaşı Dr. Said Miguel. "Ondan beklenenler, diğer öğrencilerden beklenenlere kıyasla biraz daha farklıydı."

"Socrates inanılmaz zekiydi. Fil gibi bir hafızası vardı ve neredeyse hiç ders çalışmazdı. Repúblicas'a [öğrenci evleri] gittiği için dersleri geçerdi. Benimkinin de aralarında olduğu bu evlerden çok az vardı ve Socrates sınavlardan önce bu evlere gelip ders çalışmalarımızı pür dikkat dinlerdi. Hocalar da onu severdi ve biraz yardım ederek dersleri ucu ucuna geçmesini sağlarlardı. Beş veya altı alırdı ama bir şekilde geçerdi. Bu şekilde hiçbir dersten kalmadan dönemleri bitirirdi."

Botafogo'da ise hafta, biri genellikle pazar öğleden sonraları biri de çarşamba akşamları oynanan iki maçla ikiye bölünüyordu. Oyuncular pazar maçlarından sonra pazartesi günleri izinli oluyor, salı sabahları ağırlık çalışıyor, salı öğleden sonraları ise bir idman maçı yapıyorlardı. Maçlardan önceki salı geceleri oyuncular concentraçãoda kalıp kampa giriyorlardı. Perşembe günleri izinli oluyor, cuma ve cumartesi günleri salı programı tekrar ediliyor, cumartesi gecesi tekrar concentraçãoya geçiyorlardı. Botafogo'nun concentraçãosu çiftlik evinden bozma bir takım oteliydi ve oyuncular maçlardan önce burada dinleniyordu.

Socrates, dersler yüzünden sabah idmanlarını neredeyse her seferinde kaçırıyor, öğleden sonra idmanlarını da sık sık aksatıyordu. Bazen geceleri gelip tek başına idman yaptığı oluyordu ama takım arkadaşlarını maç günleri ve concentração kampları dışında hemen hiç görmüyordu. Geceleri geldiğinde ise sırf antrenöre bir şey yapmış olduğunu söyleyebilmek adına karanlıkta bir tur koşuyordu. Diğer oyuncular onun bu garip programına alışmışlardı ve ona gösterilen müsamahaya pek ses çıkarmıyorlardı. Socrates'in sahada yapabildiklerini gördükten (ve onun sayesinde primleri kaptıktan) sonra onun da kendileri gibi bir muameleye tutulmasına dair talebi olan varsa dahi hemen bu talebinden vazgeçiyordu.

"Onun özel bir muameleye tabi tutulduğunu görüyorduk ama bizim için önemli olan onun sahada yaptıklarıydı" diyordu orta saha oyuncusu Ney. "O boşuna böyle ayrıcalıklı değildi. Takımın en iyi oyuncusuydu ve maç kazandırıyordu. Bir iki oyuncu çıkıp teknik direktör Jorge Vieira'ya bir şeyler diyecek olmuştu ama hoca onlara Socrates'in takıma maç kazandırdığını söylemişti. Antrenmanlara gelip sahada hiçbir şey yapmamaktansa antrenmanlara gelmeyip maç kazandırmasını tercih ediyordu. Bazen de 'Siz de gidip okuyun, siz de aynı ayrıcalığı kazanın,' diyordu."

Socrates'in kilosu ve çelimsizliği daima problem olmuştu. Bu sorun onun beslenme konusundaki vurdumduymazlığıyla iyice büyüyordu. Socrates içki içmeyi seviyor ama sağlıklı yiyeceklere burun kıvırıyordu. 81 kiloydu ve boyu 1,95 olan biri için çok zayıftı. Evdeyken veya barlarda sürekli ya abur cubur yiyor ya da başkalarının tabağından ufak tefek bir şeyler otlanıyordu. Arkadaşlarının eşleri ve anneleri ona mis gibi yemekler yapsa da o, evde ne var ne yoksa içiyor, önüne konan yemeğiyse asla bitirmiyordu. Annesi onun bardak bardak meyve suyu içip meyvenin kendisini nadiren yediğini görüyordu ve oğlunun herhalde meyveyi soyup çiğnemek gibi yorucu bir işi yapmaya üşendiği için böyle yapmayı tercih ettiğini söyleyince ailecek gülüşüyorlardı.

Socrates hep zayıftı (babası ona muzipliğine "Şişko" adını takmıştı ama bütün arkadaşları ona Magrão -Koca Sıska- diyorlardı) ama kilo almaya bir türlü yanaşmaması yüzünden sık sık savunma oyuncularına ve yorgunluğa yenik düşüyordu. Maçlarda o kadar çok kilo kaybediyordu ki soyunma odasına doğru ciddi seviyede su kaybetmiş olarak güç bela yürüyordu. Diğer takım arkadaşlarından daha az antrenman yapıyor olmasına rağmen maçlardan sonraki günleri genellikle masaj masasında geçiriyor, fizyoterapistler ahı gitmiş vahı kalmış çırpı bacaklarını canlandırmak için uğraşıp duruyorlardı. Bademciklerini aldırdıktan sonraki bir hafta katı yiyecek yiyemeyince 68 kiloya düşmüştü ve maçlardan sonra yorgunluktan düşüp bayılacak gibi oluyordu.

Socrates, fiziksel olarak diğer oyunculardan yüzde 30 ya da 40 daha güçsüz olduğunu düşünüyordu ve takım arkadaşları onun bu eksiğini kapatmak için daha fazla koşmaları gerektiğini biliyorlardı. Socrates'in adı ilk yarı oyuncusuna çıkmıştı ve o da yorulduğunda takım arkadaşlarından kendi açığını kapatmalarını istiyordu. Ancak ikinci yarılarda gözle görülür derecede takatten düşse de nadiren oyundan alınıyordu. Ne kadar yorgun olursa olsun o milimetrik paslarından biriyle maçı kazandıran golü attırabiliyordu.

"Paslarımızda, top sürüşümüzde, topla yaptığımız fiyakalı hareketlerde danstan ve capoeiradan esintiler vardır, bu da İngilizlerin icadı olan bu oyunu tamamlayan, kimi zaman da güzelleştiren bir şeydir. Bizim futbolumuz, kendine özgü yaratıcılığı ve neşesiyle; toplumsal yapımızın bunaltıcı, dâhili ve harici baskılara, aşırı tekdüzeliğe, geometrikleştirmeye, standartlaştırmaya; bireysel yeteneği veya kişisel yaratıcılığı öldüren totaliterliğe olan isyanımızın bir yansımasıdır."

Socrates, bu satırları 2010 yılında, bütün Brezilya'yı ülkenin bireysel yetenekliliğini ve kişisel yaratıcılığını özetleyen hareketiyle kendine hayran bırakmasından kırk yıl sonra yazmıştı. Topuk pası Socrates'i ünlü yapan hareketti ve Socrates bu hareketi salon futbolundan saha futboluna geçerken geliştirmişti. Birçok Brezilyalı gibi Socrates de top tekniğini daha küçük ve ağır bir topla, beton veya ahşap zeminlerde oynanan popüler bir oyun olan futebol de salão oynarken geliştirmişti. Futebol de salão, ya da daha yaygın ismiyle futsal, çocuklar için, özellikle de futbolun gözleri kör eden güçlü güneş ışığı yüzünden küçük bir salonda oynandığı Ribeirão Preto'daki çocuklar için daha uygun bir oyundu.

Genç Socrates, top sürme ve çalım yeteneği sayesinde bu oyunda kendini göstermişti ama bu yeteneklerinin gerçek futbol sahasında, gerçek savunmacılara karşı yetersiz kaldığını çok geçmeden fark etmişti. Çim sahada topla çok uzağa gidebilecek hıza ya da dayanıklılığa sahip değildi. Savunma oyuncuları ondan çalım yedikten sonra bile geri koşup ikinci, hatta üçüncü kez müdahalede bulunabiliyorlardı. Bu yüzden Socrates, topla oynamaktan kısa süre içerisinde vazgeçip topu koşturacağı bir tek pas oyununa ağırlık verdi.

Bunun diğer bir nedeni de küçük ayakları ve yetersiz kas kütlesiydi. 39.5 numara ayakları yüzünden uzun gövdesini dengede tutmakta zorlanıyor, hızlı manevralar yapamıyordu. Bu yüzden topa küçük dokunuşlarla yön vermeyi ve bu sayede rakip savunma oyuncuları tarafından biçilmemeyi öğrendi. "Botafogo'nun as takımında oynamaya başladığımda atlet kavramının antiteziydim," diyordu Socrates. "Fiziksel durumum rakipleriminkinden çok farklıydı. Başlarda çocuklarla oynuyorken, as takıma çıkınca benden daha iri ve fiziksel olarak daha hazırlıklı yetişkinlerle oynamaya başlamıştım. Bu oyunda ayakta kalmam insanların alışkın olduğundan farklı, alternatif bir strateji geliştirmeme bağlıydı. Tek pasa dayalı bir futbol oynamaya başladım, başlar başlamaz da bunu sürdürmem gerektiğini anladım çünkü fizikse temasa dayanamıyordum. Buna uygun bir kas yapım yoktu, çok uzun boylu ve zayıftım. Tek dokunuşla topu yönlendirmek için nerem denk gelirse oramı kullanıyordum: sırtım, dizim, dirseğim, topuğum... Sonra bu benim alametifarikam hâline geldi. Tamamen hissiyattan, hayatta kalma içgüdüsünden kaynaklanıyordu. Benim bulduğum çözüm buydu. Bir süre hep buna çalıştım. Fiziksel temasa dayanabilecek bir vücut yapım olmadığı için pas konusunda mükemmele ulaşmam gerektiğini biliyordum."

Socrates, topuklarını her fırsatta kullanıyordu. Tabii bunu bu şekilde ifade etmek hareketin hakkını yemek olur. Bu hareket öyle basitçe topa ayağın arkasıyla vurmak olarak tanımlanamazdı. Socrates, o güne dek hiçbir futbolcuda görülmemiş bir şekilde, pas vermek için ayağının her kısmını kullanıyordu. Topuğunu, şut çekerken, topu yana doğru açmak için, rakip defansı darmadağın eden 20 metrelik paslar atarken kullanıyor, sık sık da ayağını topun üzerine koyup topu önündeki veya arkasındaki takım arkadaşlarına yuvarlıyordu.

Topuk pası Socrates'in alametifarikası olmuş, onu döneminin en özgün ve heyecan verici oyuncularından biri hâline getirmişti. Bu ilk bakışta gereksiz bir gösteriş gibi görünen ama aslında hemen hiçbir zaman nedensizce yapılmayan hareketi her yaptığında tribünlerden büyük bir uğultu yükseliyordu. Socrates, topuk pasını dikkat çekmek için değil, bir amaç için yapan pragmatik bir oyuncuydu. Zico, bunun Socrates'in oyununa rakip oyuncularda olmayan ve savunma oyuncularının nasıl savunacaklarını bilmedikleri bir boyut kattığını söylüyordu. Pelé, şakayla karışık onun kaleye sırtı dönükken, birçok oyuncunun kaleye yüzleri dönükken oynadığından daha iyi oynadığını söylüyordu. "O güne kadar hiç onun gibi oynayan birisini görmemiştik. Savunma oyuncuları bir tarafa doğru koşmaya hazırlanırlarken bir de bakıyorlardı ki top arkalarına geçmiş" diyordu Geraldão. "Savunma oyuncuları ona karşı nasıl oynamaları gerektiğini bilmiyorlardı."

Takım arkadaşları da Socrates'in öngörülemezliğinin futbollarını geliştirdiğini çünkü top onlardayken muhtemel opsiyonlar hakkında daha fazla düşünmek zorunda olduklarını söylüyorlardı. "Top ona gelince ne olacağını bilmiyorduk" diyordu Corinthians'ta birlikte oynadıkları dönemde Socrates'in yakın arkadaşı olan santrfor Walter Casagrande. "Öylece durup onun düşünce sürecine eşlik etmezseniz ne yapacağınızı bilemeden yanlış yönlere doğru koşup durur ve kendinizi rezil ederdiniz. Bu bakımdan sıradan oyuncularla oynamak daha kolaydır çünkü ne yapacaklarını çok iyi bilirsiniz. Ben Socrates'in dehası sayesinde oyun içinde neler olabileceğini sürekli düşünmek zorunda kalırdım. Onun gibi dâhi değildim ama zeki bir oyuncuydum ve saha içinde onu tamamlardım. Boş alanlara koşardım ve bir takım arkadaşım topu aldığında onun neler yapabileceğine dair üç ya da dört seçeneği hâlihazırda düşünmüş olurdum."

Socrates Dergi