Türkiye Paris’te Ne Kazandı, Ne Kaybetti?
8 dk
Kazandıklarımızı gerçekten kazandık mı, kaybettiklerimizi ise gerçekten kaybettik mi? Türkiye’nin 2024 Paris yolculuğu…
Sizce Türkiye, bu iki haftanın ardından hangi sporcusunu asla unutmamalı? Atıcılıkta tarihimizin ilk olimpiyat madalyasını ülkemize getiren Yusuf Dikeç-Şevval İlayda Tarhan ikilisi kesinlikle iyi bir yanıt. Armand Duplantis gibi bir efsaneyle aynı sahneyi paylaşan ve finalleri beşinci sırada tamamlayan Ersu Şaşma da kesinlikle o listenin bir üyesi. Yüzmede tarihimizin ilk olimpiyat finalini yüzen ve dünya rekorunun kırıldığı o 1500 finalinde beşinci sırayı alan Kuzey Tunçelli’ye ne demeli? Üst üste ikinci kez katıldığı oyunlarda dördüncü sırayı alan Türkiye A Milli Kadın Voleybol Takımımızın başardığı işe ise ancak şapka çıkarılır. Ama herhalde hiçbiri, başardıkları veyahut ucundan döndükleriyle Türkiye’nin olimpiyat yolculuğunu anlatma konusunda pek mahir olamıyor. O yüzden ben -izninizle- 8 Ağustos 2024 gününe, Muhammed Furkan Özbek’in yarıştığı halter müsabakalarına dönmeyi tercih edeceğim.
Oyunların ikinci haftası başlarken pek çok sporseverin aklından benzer düşünceler geçiyordu. Kamuoyunda halterin ve güreşin henüz başlamadığı, Türkiye’nin tarihsel ve kültürel anlamda en yakın olduğu branşlarda madalya şansının diğerlerine nazaran daha yüksek olacağı düşüncesi hâkimdi. Esasında haksız da değildi kimse. Kafilemizin liderliğini üstlenen ve Rio’da altını, Tokyo’da bronzu boynuna geçirmiş olan Taha Akgül, geçtiğimiz olimpiyatı bronz madalyayla tamamlayan Yasemin Adar Yiğit, daha hemen geçen yıl dünya şampiyonu unvanını özgeçmişine ekleyen Buse Tosun Çavuşoğlu… Liste güreş anlamında gerçekten de kabarık. Türkiye, ikinci hafta sonunda hakikaten de bir atağa kalkabilir; hanesine ekleyeceği bir-iki altınla madalya tablosunda bir anda kendini ileri atabilirdi. Peki ya halter? İlginç olan bunu yapamamamız değil; zirvesinde olmamız gereken bir branşta bunu yapma imkânına sahip olamamamızdı.
Londra’da dokuz olan, Rio’da dörde düşen halter temsiliyet sayımız, Tokyo’da ikiye kadar inmişti. Paris’teki oyunlarda ise yalnızca bir kişiyle yer aldık. Bundan 100 yıl önce, yine Paris’te düzenlenen oyunlarda halter branşında bir sporcuyla temsil edilen ülkemiz, aynı kaderi bir kez daha yaşadı. Bunda elbette halterin dünya çapında yaşadığı reyting kaybının ve etkinlik sayısının düşürülmesinin de etkisi var. Ancak bu gidişatı sadece etkinlik sayısının düşürülmesiyle açıklamak fazlaca kolaya kaçmak olmaz mı? Kafilemize ‘Yüz Yılın Takımı’ adını uygun gören yetkililer, geçmişte dünyanın en büyük olimpik sporcularından birini çıkardığı branşta madalya umutlarını bir tek sporcunun omuzlarının üstüne yıktı.
İlginçtir, 23 yaşındaki genç sporcu pek çok akranı gibi kürsünün ucundan tuttu ve oyunları dördüncülükle tamamladı. Bu onun hanesine yazacak kocaman bir artı anlamına geliyor. Özbek o performansını, yaptığı işte dünyanın en iyi dört ismi arasına girdiği o günü asla unutmayacaktır. Peki ya biz? Muhammed Furkan’dan kürsüye çıkmasını hatta gümüş veya altın madalya almasını, olimpiyat şampiyonu olmasını bekliyor muyduk cidden? Veyahut bunu hak etmiş miydik?
Yıllar evvel Türkiye A Milli Erkek Futbol Takımımız, Almanya’yla eşleştiği bir Avrupa Şampiyonası eleme turunun ilk maçından 0-0’lık beraberlikle ayrılır. Almanya’daki maçta kalesini gole kapatan millilerimiz, ikinci maç öncesinde oldukça heyecanlıdır. Sadece onlar da değil. Yöneticiler, kamuoyu, gazeteciler... Almanya elbette favori olarak çıkacaktır sahaya. Türkiye’nin ise şansı çok ama çok küçüktür. Elbette spor bu. Böylesine ufak ihtimallerin dahi mümkün olduğu akşamlar bu icranın temel sebebi. Hıncal Uluç ise maç öncesinde o ufak ihtimalin peşindedir. 'Baba' lakaplı Gündüz Kılıç'ın yanına gider ve şu soruyu sorar: "Baba ne dersin, eleyebilir miyiz?" Efsanenin yanıtı ise oldukça kısa, öz ve düşündürücüdür: "Ne hakla?" Devamını ise şöyle dile getirir: "Tabii futbolda her şey olur. O maçı kazanabiliriz de. Ama hakkın var mı Almanya'yı elemeye?" Üzerinden uzun seneler geçse de ilk günkü geçerliliğini hâlâ koruyan bir soru… Yıllar sonra yine aynı yerdeyiz.
1500 metrede çıkardığı unutulmaz performansla finale kalan, dünya rekorunun kırıldığı o yarışı beşinci sırada tamamlayan Kuzey Tunçelli’nin yaşattıklarını hak ettiğimizi kim söyleyebilir ki? Fikir vermesi açısından Tokyo’daki oyunlar öncesinde Socrates’in hazırladığı olimpiyat sayısına konuşan Emre Sakcı’ya kulak verelim: “İzmir'de uzun kulvar havuz olmadığı için çok sayıda kampa gidip gelmek durumunda kaldık. Bu sezon tahmini olarak otuza yakın kampa gittim. Pazartesi Antalya'ya kampa gidip cuma ya da cumartesi İzmir'e dönüyordum. Pazartesi tekrar gidiyordum. Çok yoğun bir tempoydu.”
Hatırlarsınız, biz Tokyo’da Emre’den de final yüzmesini bekliyorduk. Türkiye olimpiyata göndereceği bu büyük potansiyeline İzmir gibi bir şehirde dahi uzun kulvarlı bir havuz sunamıyorsa hakikaten de gittiği her oyundan madalyalarla dönmeyi hak ediyor mu? Dört yıl sonra Kuzey, Los Angeles’ın yolunu tuttuğunda Kuzey’in üniversite eğitimi için kılını kıpırdatmayan yetkililer, o gün 20 yaşında olacak sporcunun sırtını sıvazlamakla yetineceklerdir. Peki “Orada senden bu sefer madalya bekliyoruz” derken yüzleri kızaracak mı?
400 metre engellide ülkemizi temsil eden Berke Akçam’ın TRT Spor mikrofonlarına söyledikleri ülkemizin spor kültürüne dair bir şeyler anlatmıyor muydu? Şöyle diyordu Akçam: “İstediğim gibi koşamadım ama dediğim gibi, çok heyecanlandım. Böyle atmosferlere alışkın değilim. Ben sadece futbolda böyle oluyor diye biliyordum ama değilmiş. En azından yurtdışında atletizme gerçekten önem veriliyor. Mükemmel bir atmosfer bu.” Düzenlediği etkinliklerde uluslararası gözlemci olmadığı takdirde kırılan rekorların uluslararası geçerliliğinin olmadığı, atletizm müsabakalarının basında neredeyse hiç düzeyinde yer bulduğu bir ülke, 400 metre engellide neden ve nasıl final koşsun ki?
Berke Akçam'ın yarıştığı 400 metre engelli elemesi
TRT Spor mikrofonlarından ülkemizin spor kültürüne dair bir şeyler anlatan tek kişi 22 yaşındaki Berke Akçam değildi. Emre Kutalmış Ateşli, oyunların bitmesine birkaç gün kala tatamideki yerini almıştı. Belli ki bir şeyler o gün onun adına ters gidiyordu. Gerçi öyle olmasına da gerek yok. Neticede rakibiniz sizi pasifize edebilir, size karşı üstün gelebilir, en nihayetinde olimpiyata veda da edebilirsiniz. Erkekler +80 kilogramda yarışan ve son 16 turunda Kübalı Rafael Alba’ya mağlup olan Emre hakkında şöyle diyordu TRT spikeri: “Olimpiyatta olduğumuzu hatırlamamız gerekiyor. Sporda elbet bir taraf kaybedecek ancak mücadele etmeden kaybeden sporcularımız bizi üzüyor.”
Sisteme, federasyonlara, olimpiyat komitesine, bakanlığa, hükümete dair tek bir kelime dahi kullanmadan sporcuları kamuoyunun önüne atan, onları günah keçisi gibi gösteren bir akıl ne elde edebilirdi ki? Judo, boks, tekvando gibi sporlarda sadece Türk sporcuların attıkları yumrukları ve tekmeleri gören, ‘rakibin daha iyi olması’ gibi temel bir faktörü unutan, kazandığımız rauntların ardından hakemler hakkında ağzını açmayan, kaybettiklerimizde ise “Bu hakemler hangi maçı izledi?” naraları atan spor anlatıcılarının olduğu bir ülke gerçekten de kürsüleri ve madalyaları hak ediyor mu? Duplantis hakkında “Olimpiyat rekoru da kırsan Yusuf abini örnek alırsın” diyerek şaka yapan spor bakanından Okçuluk Erkek Milli Takımımızın bronz madalya kazandıktan sonra olimpiyat köyüne dönüşünü Kurtlar Vadisi jeneriğiyle anlatmayı tercih eden sosyal medya çalışanına kadar Türkiye aslında tam da hak ettiği sonucu almadı mı?
İlk kez olimpiyat oyunlarında yer alacağı için Paris’e sakat sakat gitmeyi göze alan ve final göremeyen Tuğba Danışmaz, aslında tüm bunların sonucunda gözyaşlarını tutamamıştı. 1999 doğumlu atlet, elemelerin ardından TRT Spor mikrofonlarına şöyle konuşacaktı: “Bugün mutluluktan ağlıyor olmayı tercih ederdim. Beni izleyenlerin, destekleyenlerin alışık olduğu şekilde yarışmayı çok istedim. Olmadı. Özür dilerim hepinizden…” Son Avrupa salon şampiyonu unvanıyla buraya gelen bir atletin gözyaşlarını tutamaması ve özür dilemek zorunda hissetmesi ile bir paragraf yukarıda yer alan örnekler arasında sizce de bir bağlantı yok mu?
Ne olursa olsun Paris’ten devasa hayal kırıklıklarıyla ayrılmıyoruz. Ne ektiysek onu hatta fazlasını biçtik dahi diyebiliriz. Olimpiyat oyunlarında madalya sıralaması altına göre yapıldığı için geçmiş yıllardaki oyunlara göre epey arkalarda yer alsak da Paris’ten üç gümüş, beş bronzla döndük ülkemize. Bu, her halükârda beş madalyalı Pekin’den ve üç madalyalı Londra’dan daha iyi bir sonuç demek.
Üç yıl önce Tokyo’da okçuluk tarihimizin ilk madalyasını alan Mete Gazoz’un bu kez takım arkadaşları Ulaş Berkim Tümer ve Abdullah Yıldırmış’la takım madalyası alması olimpiyat tarihimizin en büyük başarıları arasında şimdiden yerini aldı. Oyunları sekizinci olarak tamamlayan, 2007 doğumlu okçumuz Elif Berra Gökkır’ın bireysel müsabakalardaki o dinginliği çok büyük bir yolculuğun başlangıcı gibi duruyor kesinlikle. Tokyo’daki onunculuğunu Paris’te beşinciliğe dönüştüren ve tüm ülkeyi sırıkla atlama gibi bir spor için ekran başına kilitleyen Ersu Şaşma ise kendisinden sonra gelecekler için büyük bir ilham kaynağı.
Eskrimde, erkekler kılıçta 52 yıl sonra ülkemizi temsil eden Enver Yıldırım, yalnızca bu yönüyle dahi takdir edilmeyi hak etmiyor mu? Ülkeye döner dönmez “Los Angeles’taki hedefimiz altın madalya olacak” açıklamaları yapan Yusuf Dikeç-Şevval İlayda Tarhan ikilisini ise kolay kolay unutabilecek gibi değiliz. Dünya şampiyonu Buse Tosun Çavuşoğlu’nun ilk olimpiyat madalyası, Hatice Akbaş’ın çok kolay gösterdiği gümüşü, Esra Yıldız Kahraman’ın üzüldüğü bronzu sizi de etkilemedi mi? Tokyo’nun ardından burada da gümüş madalyayı boynuna geçiren, koca bir ülkeyi koca bir hayalin peşinden sürükleyen Buse Naz Çakıroğlu’nu gümüşü çok büyük bir mükâfat değil mi aslında?
Final müsabakasının ardından Buse Naz Çakıroğlu
Halka aletinde beşinci olduğu için potansiyeline ulaşamadığını düşünen ve kendisini başarısız addeden Adem Asil ile Tokyo’da paralel barda bronz alan ve bu kez beşincilikle yetinmek zorunda kalan Ferhat Arıcan gerçekten de çok büyük yenilgilerin altında mı kaldılar? Sırf kürsüde olma hayaliyle Paris’e ayak bastığı için Merve Dinçel Kavurat’ın beşinciliğini görmezden mi geleceğiz? Peki ya en büyük altın madalya umudumuz olduğu için Taha Akgül’ün elde ettiği bronzu çok büyük bir kayıp olarak mı değerlendireceğiz?
12 yıl önce İngiltere’nin başkentine dokuz halterciyle ayak basan Türkiye’den bugün takım arkadaşı bile olmadan dünyanın yükünü omuzlarına alan 23 yaşında bir gence... Tüm bu hengamenin ortasında Muhammed Furkan Özbek, 8 Ağustos günü inanılması güç bir başarıya imza attı ve oyunları dördüncülükle tamamladı.
Eğer bir şeyleri gerçekten kaybettiysek neyin elimizden uçup gittiğini 8 Ağustos gecesi gördük. Dördüncü olduğumuz için veya kürsüye çıkamadığımız için değil. Tarihin en büyük olimpik sporcularından, tüm olimpiyat anlayışımızı ona göre biçimlendirdiğimiz bir kahramanın vefatından yedi yıl sonra 23 yaşındaki bir genci tek başına bıraktığımız için. Üstelik çok daha fazlasını hayal edebilecekken…
Genç sporcu dünyayı kaldırdı. Ama yeterli olmadı. Kaldı ki kürsüye çıksa dahi pek de kazanmış olmayacaktık.