Zaman Adaları

27 dk

Dünya nereye gidiyor? İnsanı nasıl bir gelecek bekliyor? Spordan hangi kadim değerleri öğrenebiliriz? Prof. Dr. Hakan Yılmaz'la farklı duraklarda dolaştık.

"Sabah akademisyenlik dükkânını, akşam müzisyenlik dükkânını açmıyorum."

Ezginin Günlüğü'nün kurucularından olan, aynı zamanda Boğaziçi Üniversitesi Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler Bölümü'nde öğretim üyeliği yapan Hakan Yılmaz, farklı alanlardaki uğraşlarını tanımlarken bu benzetmeyi yapıyor. Zaten ona göre akademi, hayat, sanat ve spor aslında birbirinden bu kadar uzak tutulmaması gereken uğraşlar, hepsinin cevap verdiği bazı başka sorular var; hepsi aynı insanın parçaları. O insanı ve yaşadığımız dünyayı daha iyi tanıyabilmek için bizim de sormak istediğimiz bazı sorular var.

"Hiçbir şey eskisi gibi olmayacak" cümlesini çok duyuyoruz birkaç aydır. Sizce bu koronavirüs özelinde doğru bir tespit mi yoksa zaten uzun süredir krizde miydik?

Biraz da öyle olması istendiği için söylenen bir sözdür aslında. "Keşke hiçbir şey eskisi gibi olmasa da bir daha böyle bir felaketi yaşamasak…" Amerikalıların tabiriyle 'wishful thinking' yani. 1999 depreminden sonra da böyle bir söylem vardı, daha doğayla uygun bir yapılaşmaya gideceğiz, evlerimizi daha sağlam yapacağız, dikkatli olacağız… Bir yandan da bugüne bir miras kaldı, bina yönetmelikleri değişti. Ama her şey eskisinden çok mu farklı oldu? Doğayla kurduğumuz ilişki pek de değişmedi. Yani her şey biraz daha farklı oldu ama tam da farklı olmadı.

Değişim, çok sarf ettiğimiz bir kelime. Ama geriye dönüp bakarsak, yaşadığımız değişimlerin en büyüğü 1945 sonrasıdır. İkinci Dünya Savaşı sonrası. 1945 sonrası dünyada hakikaten hiçbir şey eskisi gibi olmadı. Hem uluslararası düzen hem ülkelerin iç düzenleri… Şu anda buna benzer bir dönüşümün veya yıkımın içinde miyiz? Emin değilim.

Dani Rodrik, geçenlerde "İnsanlar bu süreçte biraz da görmek istedikleri şeyi görüyor" gibi bir cümle kurmuştu. Yani kimileri diyor ki "Kapitalizm çöktü." Başka bir pencereden bakanlar yerel kültürlerin yükselişini, globalizmin yıkılışını çıkarıyor bu süreçten. Herkes kendi meşrebinden analiz ediyor.

Mesela son kısmı ele alalım. Globalizmin çökmesi için de nedenler var, yükselişi için de… Neoliberal anlamda, sermayenin serbest, başka her şeyin dolaşmasının yasak olduğu globalleşmeden bahsediyorsak, evet, zaten çökmekteydi. Ama salgınla, yoksullukla, çevre yıkımıyla mücadele gibi konularda gördük ki ciddi bir global dayanışmaya, haberleşmeye, koordinasyona ihtiyacımız var. Bu anlamda içe kapanırsak yanarız. Yani küreselleşme derken tek boyutlu bir hikâye yok ortada. Doğru sorular şunlar bence: Küreselleşme nasıl dönüşecek? Hangi alanlarda hız kesecek? Hangi alanlarda çoğalacak? Siz spor yazarısınız. Mesela sporda küreselleşmenin durması gibi bir şey sözkonusu mu? İmkânsız. Bütün bunları kapatıp mahalle maçlarına döneceğiz diyemeyiz. Ama atıyorum, sporu yozlaştıran sermaye girişleri varsa bunların karşısında duralım. Bunların yerine daha sportmence işbirliklerinin yer aldığı bir küreselleşme kurmaya çabalayalım.

Hayatı idare ediş biçimimiz, çevreyle kurduğumuz ilişki, dünyaya bakışımız gibi daha büyük alanlarda bir krizde olduğumuzu düşünüyor musunuz peki? Belki sosyal medyada rastlamışsınızdır, bilhassa Türkiye'nin son yıllarda yaşadığı buhranlara istinaden, birçok genç insan "Tarihin en olaylı dönemine denk geldik" ifadesini kullanıyor.

Kuşaklar kendi hikâyelerinin en önemlisi olduğuna inanmak isterler. Ben hangi ülkeden bir siyaset bilimciyle toplantıya katılsam şunu duyarım: "Benim ülkem dünyanın merkezinde yer alıyor." Veya "Doğu ile Batı'nın birleştiği yerdeyiz." Kuşaklarda da böyle öyküler var. Oysa bu doğru değil. Mesela 1890'lı yıllarda doğmuş kuşağın hikâyesine bakalım. Gençliklerinde Birinci Dünya Savaşı'nı yaşadılar. Akabinde İspanyol Gribi geldi. Sonra 1929 Dünya Ekonomik Buhranı… Kırklı yaşlarında İkinci Dünya Savaşı… Dolayısıyla yaşadığımız olayları görüp "Bundan büyük trajedi olmaz" demek yerine daha geniş pencereden yaklaşmak lazım.

Zaten kuşaksal düşünme, postmodernizmin bize bir armağanı. Kötü bir armağan. Tarihten bağımsız düşünmeyi getirdi bize bu akım. Her şeyi bir biçimsellikle, kimlikle anlatma hali. Maalesef bu kimlik, tarihsiz bir kimlik. Oysaki tarihsel baktığınızda, yaşadığınız hikâyeyi bir yüzyılın içine yerleştirdiğinizde resim berraklaşıyor. Önemli olan kendi kuşağının hikâyesini diğer hikâyelerle birlikte okumak, kendini ne çok büyük ne de çok küçük görmek…

Bunun yanında bir gerçek de var. Genç kuşağın hayal gücü belirleyici olacak. Yaşlı kuşakların etkisi azalıyor, sahneden çekilmek üzereler. Şu an onlu, yirmili yaşlarında olan gençlerin imgelemleri geleceği belirleyecek. Dolayısıyla bu gençler neler düşünüyor, nasıl hayaller kuruyor? Onların sözünü dinlemeli, rüyalarını anlamalı. Onlardan öğrenmeli.

"Kuşaksal düşünme, postmodernizmin bize bir armağanı. Maalesef kötü bir armağan. Tarihsiz bir kimlik."

"Kuşaksal düşünme, postmodernizmin bize bir armağanı. Maalesef kötü bir armağan. Tarihsiz bir kimlik."

Peki önümüzdeki dönemde bir sosyal bilimci olarak hangi temaların daha fazla konuşulacağını düşünüyorsunuz?

Teknoloji, robotlar, dikkat ekonomisi… Pek çok kavram üzerine çene çalıyoruz. En başta salgınla birlikte tekrar gündeme gelen bir konu var. Doğayla, iklimle, insan dışı etkenlerle insan arasındaki ilişkilerin şimdiye kadarki sosyal bilimde pek yeri yoktu. Sadece şu açıdan girmişti: "Doğayı koruyalım." Sanıyorum bundan sonra farklı şekilde girecek. Bizzat insanın varlığını yeniden tanımlama konusunda bir dönüşüm yaşayacak insan bilimleri, sosyal bilimler. Çünkü artık çevreyi dışsal bir şey olarak göremeyiz. Biz onun parçasıyız.

İkincisi, dijitalleşme ve bunun insan ilişkilerini nasıl dönüştüreceği. Mesela dijital bir seçim nasıl olabilir? Dijital bir demokrasi nasıl kurulabilir? İnsan ilişkilerindeki sıcaklık, dijital ortama aktarılabilir mi? Teknolojiye teslim olmadan, robotikleşmeden, bunu insaniyetimizin içine nasıl yediririz?

Üçüncüsü, eşitsizlik. Neoliberal düzen içerisinde düşünmediğimiz bir konuydu eşitsizlik. Dünya olarak dedik ki "Ekonomik kalkınma olursa, para girerse hayat iyi olur." Neoliberal bir rüya gösterildi insanlara. Halbuki bu eşitsizlikler son derece gerçek. Covid-19 döneminde de hepsi birden açığa çıktı. Dolayısıyla halının altına süpürmeden bu meselelere eğilmemiz gerekiyor. Kısacası, sosyal bilimlerin daha sosyale yöneleceğini düşünüyorum ben. Daha insani olan, eşitliği vurgulayan bir sosyal bilimler bekliyorum. Veya umuyorum diyeyim.

Eşitsizlik demişken Amerika Birleşik Devletleri'ndeki olaylara gelmek istiyorum. George Floyd'un canice katledilmesinden sonra Black Lives Matter hareketi etkisini artırdı, sokak eylemleri arttı. Sizce sadece ırkçılık, ayrımcılık mı bu patlamayı yarattı yoksa ekonomik krizin etkisi de var mı?

Birçok boyutu var. Ben son zamanlarda bir boyutu üzerine düşündüm. Lafı yeniden neoliberalizme getireceğim. Yani 1980'lerden beri Batı'yı yöneten sisteme. Şöyle diyordu neoliberalizm: "Herkese cebine göre tüketim malları vereyim. Zenginlere lüks mallar, fakirlere ise o lüks mallara benzeyen, Çin yapımı ürünler sunayım. Hepimiz cebimizdeki kadar tüketelim ve diğer eşitsizlikleri bir kenara bırakıp tüketim eşitliğinde birleşelim." Çok da taraftar buldu bu yaklaşım: "Her problem bir para problemidir, bir tüketim problemidir, kredi kartının limiti problemidir" dendi. Bu süreç 1990'larda zirve yaptı. Fakiri, zengini, esas sorunlarını hasıraltı ederek tüketim çılgınlığına kendini kaptırdı. Küreselleşme de böyle tarif edilmeye başlandı. 2008 Ekonomik Krizi'ne kadar... O günden beri tüketim meselesi yavaş yavaş çatırdıyor.

Şöyle bir bakınca, Covid-19'dan beri ABD'de yaklaşık kırk milyon insan işini kaybetti. İşini kaybedenler de daha çok hizmet sektöründeki kişiler. Bunların önemli bir kısmı siyahlar veya diğer azınlıklar. Dolayısıyla artık o neoliberal düşü sürdürmenin ekonomisi de ortadan kalktı. Toplumsal direnişin böylesine keskin bir şekilde yükselmesinde bu sürecin önemli olduğuna inanıyorum. Çünkü sistemi öyle ayakta tutuyordu ABD. Bir tüketim rüyasıydı bu ve artık görmesi imkânsız hale geldi. Halının altına süpürülen tarihsel, duygusal birikim de bir anda ortaya çıktı.

İktisadi eşitsizliğin kendini saf biçimde ifade etmesi mümkündür ama her zaman da öyle olmaz. İktisadi eşitsizlikler başka eşitsizliklerle birleşir, bazen de kendilerini hiç iktisadi olmayan bir şekilde ifade ederler. Kimi zaman cinsiyet eşitsizliğidir bu, kimi zaman ırk eşitsizliğidir, bazen bölgesel eşitsizliktir. Niye? Çünkü öbür eşitsizlik daha tarihseldir, bilinir, duygusallığı, dili vardır. İktisadi eşitsizlikler diğer bütün eşitsizliklerin kardeşidir, onun yanına gelir, bütünleşir. Dolayısıyla "Bizde şu yoktur, bu yoktur" diye kendimizi kandırmak yerine şunu sormak şart: Bizde ne var? Bizim eşitsizliğimiz ne? İlla ırk denilen kavram, ABD'dekinin aynısı olacak diye bir kaide yok. Bir grubu aşağı, diğerini yukarıda gören eşitsizlik başka şekillerde de ifade edilebilir.

Colin Kaepernick'in ulusal marş protestosu da bu dönemde çok konuşuldu. Egemen güçler uzun süredir sporu politikadan uzak tutmaya çalışıyorlardı ama Kaepernick'in hareketi ve söylemleri, artık Amerikan sokaklarının bir parçası...

Zaten hepimiz biliyoruz ki spor, siyasetin içinde olan bir şey. Daha doğrusu, spor her zaman siyasetle iç içeydi. ABD'deki siyah sporcuların da şöyle ilginç bir durumu var: Onlar, siyahlara açılan ender yükselme alanlarından birinde ileri gitmiş, hem paraları hem şöhretleri üst düzeye ulaşan, ülkenin en itibarlı siyah vatandaşları. Ama aynı zamanda siyahlar. Bir siyahın ABD toplumunda neler yaşadığını yakından biliyorlar ve bunu ifade ediyorlar. En bilinen örnek, 1968 Meksika'daki o meşhur podyum fotoğrafı, John Carlos ile Tommie Smith'in yumruklarını kaldırdıkları an. Veya Muhammed Ali…

Bahsettiğim sporcular ve onların izinden gidenler büyük bir sorumluluk hissediyorlar omuzlarında. "Evet param var, ünüm doruklarda, beyaz adam bana hürmet ediyor ama geldiğim yere karşı sorumluluklarım var" diyorlar. Dolayısıyla siyah sporcuların böyle bir politik kimlik kazanması ve seslerini çıkarması son derece normal. O çelişkiyi ancak böyle gidereceklerini düşünüyorlar ve çok önemli bir iş yapıyorlar.

Kişisel olarak ABD, sizde nasıl bir izlenim uyandırmıştı? Orada yaşamak neler getirdi hayatınıza?

1990'larda gittim ben. Tam Seinfeld, Friends, Sex and the City dizilerinin ABD'sine... O dönem şöyle bir riya yaşanıyordu: Sovyetler Birliği yıkıldı, neoliberal hâkimiyet kuruldu, "Vur patlasın çal oynasın" hissiyatıyla herkes sadece tüketiyordu. Hiçlik hâkimdi. Seinfeld gibi işte, neydi sloganı, hiçlik üzerine bir dizi. O ona bunu dedi, şu şuna bir şey dedi, sandviçin içinden şöyle bir şey çıktı, hadi gidelim hesap soralım… Böyle boş işlere indirgenen bir hayat kültürü. Muzafferane bir yaklaşımın peşinden geliyordu bu, "Biz kazandık, dünya artık böyle dönecek" yaklaşımı…

Bunların yanında, kişisel olarak master ve doktora yaptım orada. Amerika üniversitesi, kendi başına bir âlemdir. Orada o kadar farklı yerden gelen insanla beraber oturuyorsunuz ki! Brezilyalısı, Filistinlisi, Şililisi… Onlarla bir masanın etrafında oturup konuştuğunuzda kendinize şunu demeye başlıyorsunuz: "Ne kadar aptalmışım meğerse." Bunu söyleyebilmek önemli bir eşiktir hayatta. Kendinizi mukayeseli bir çerçeveye koyduğunuzda, eşsiz bir varlık olmadığınızı fark ettiğinizde daha gerçekçi bakabiliyorsunuz. Benim kişisel hikâyemin ikinci bölümünün en önemli ayağı; son derece bilgili, zeki kadın ve erkeklerin ortasına düşüp kendimle alakalı bütün o düşük seviyeli sosyal romantizmden sıyrılmakla başladı. Bunu da bir akademik hürriyet ortamında yapabildim. Amerikan medeniyeti diye bir şey varsa benim için o medeniyetin en önemli ayağı Amerikan akademisidir. Umalım ki o ortamı korumuş olsunlar.

"Bir de Galatasaray fenomeni vardır orada, bir spor kulübü olarak. Başarıları ve başarısızlıkları vardır ve ona sahip çıkarsınız."

"Bir de Galatasaray fenomeni vardır orada, bir spor kulübü olarak. Başarıları ve başarısızlıkları vardır ve ona sahip çıkarsınız."

Hayatınızın ikinci bölümü dediniz. İlk bölümde Galatasaray Lisesi vardı herhalde... Oranın size, hayatınıza, arkadaşlıklarınıza nasıl bir etkisi oldu?

Ben çocukken girdim Galatasaray'a. Sekiz yıl yatılı okuyunca artık iç içe geçiyorsunuz arkadaşlarınızla, kardeşleriniz gibi oluyorlar. Kimsenin birbirine kırılmadan konuşabildiği, takılmadan muhabbet edebileceğiniz bir dilde buluşuyorsunuz. O dil çok önemlidir. Rahatça konuşursunuz, istediğiniz kelimeleri kullanırsınız ve karşı tarafın sizi küçümsemeyeceğini, yanlış anlamayacağını bilirsiniz. Benim için Galatasaraylı arkadaşlarımın değeri budur.

Bir de Galatasaray fenomeni vardır orada, bir spor kulübü olarak. Başarıları ve başarısızlıkları vardır ve ona sahip çıkarsınız. Liseliler grubundan bahsedilir ya... Tabii ki "Kulüp bizim, başkasının olamaz" gibi bir düşünce yanlış. Ama şöyle bir düşünce de mevcut: "Biz bu kulübün sınırlarını çizeriz ya da belli sınırların ihlal edilmesinin karşısında dururuz." Atıyorum başka kulüplerde sık sık neyi görürüz? Çok zengin biri gelir, kulübü kontrolü altına alır, monarşik bir yapı kurar. Bizde buna pek sık rastlanmaz. Bu bir tutuculuk veriyor Galatasaray'a ister istemez ve belki de belli konularda adaptasyonun, dönüşümün önüne geçiyor. Fakat bir gelenek oluşmasını da sağlıyor. Galatasaray'ı farklılaştıran da o gelenek.

Yönetmen Reha Erdem'le röportaj yapmıştım yıllar evvel, şöyle demişti: "Çok kabiliyetsiz bir futbolcuydum. Ama bizim okulda ayağına top değmemiş insan çok azdır. Sabah 5'te Grand Cours'da turnuvalar yapardık." Sizin lisedeki futbol serüveniniz nasıldı?

Ben de çok kabiliyetsizdim. Biz genelde Japon kale oynardık, tenis toplarıyla. Fakat yine de futbol bizim için özeldi. Lisede bu bir kültürdü, maçlara giderdik, çok severdik izlemeyi, bazen de oynamayı. Ancak genel olarak şöyle bir durum vardı: Belki o zaman Türkiye'nin şartları da öyleydi, çok az spor branşı mevcuttu. Örneğin tenis veya voleybol oynamak isteyenler hiç şans bulamazdı. Futbol her şeyi tekeline almıştı. Sporcular biraz ayrıcalıklı bir kesimdi, her türlü spor tesisini kullanma hakkı onlardaydı, iri yarı çocuklar oldukları için farklı duruyorlardı. O yüzden de spor, kitleye yayılmayan, bizim seyrettiğimiz, onların yaptığı bir şeye dönüşmüştü. Belki de hep böyleydi, sonuçta Amerikan lise filmlerinin klişesi de değil midir bahsettiğim konu? Belki de dünyanın her yerinde sporun böyle dışlayıcı bir tarafı var. Açıkçası ben sporun daha demokratik, katılımcı bir yanı olmasını isterdim.

Yıllar içinde spor izleyiciliğiniz nasıl değişti peki?

Zamanla atletizm ilgisi başladı bende. Özellikle orta mesafe koşularına bayılıyorum, 800 ve 5000 arası koşulara. Orada hem hız hem dayanıklılık hem strateji öne çıkıyor.

Basketbolu ne yazık ki hiç izleyemiyorum. Çünkü bana hep çok özel insanların yapabildiği bir spormuş gibi geliyor, sanki boyu iki metrenin üzerinde olan insanlara bir alan açılmış gibi hissediyorum. Basketbolda bir de futboldan farklı olarak favori takım genelde kazanıyor. Halbuki sporun zevki biraz da zayıfın mücadele edebilmesinden, bazen de kazanabilmesinden gelmiyor mu?

Karantina döneminde merak saldığım başka bir şey daha oldu. Lig Radyo'da iki program serisi vardı, biri çok bilinmeyen sporların sporcularıyla konuşuyordu. Diğeri de üçüncü, dördüncü liglerin futbolcularıyla röportajlar yapıyordu. Ve o kadar güzeldi ki bu konuşmalar. Hep merak ederdim mesela; üçüncü ligdeki bir futbolcu neler düşünür? Meğerse orada ne dünyalar, nasıl hayatlar varmış. Farklı rekabet alanları, kendine has efsaneler, iktidar savaşları…

Aynı şekilde engelli bir sporcumuzun anlattıklarından etkilendim, olgunluğu karşısında gözlerim doldu. "Bak bu haliyle neler yapıyor" diye düşünmedim dinlerken. Daha ziyade "Ne kadar olgun bir insan var karşımda" hissine kapıldım. İnsan nasıl büyür, nasıl kendisinin en güzeli haline gelir? Spor biraz da bu imkânı sağlıyor. Ve bu imkânı kullananların olgunluğu, güzelliği beni sarhoş ediyor.

Doğru düzgün yenilmeyi öğrenmek, neden yenildiğini bilmek, bedeninin sınırlarını görmek, rakibine saygı duymak. Bunlar çok kadim, insanı insan yapan erdemlerdir. Düzgün bir toplum kurarken ihtiyacınız olan değerler bunlardır. Ve o değerlerin bazıları sporda mayalanıyor.

"Yenilmeyi öğrenmek, bedeninin sınırlarını bilmek, rakibine saygı duymak. Bunlar kadim değerler."

"Yenilmeyi öğrenmek, bedeninin sınırlarını bilmek, rakibine saygı duymak. Bunlar kadim değerler."

Sanat, spor, akademi gibi alanlar üzerine konuşurken siz hep şundan bahsedersiniz: Eskiden bu dallar arasında katı bir ayrım yoktu. Antik Yunan'a baktığımızda spor, şiir, matematik gibi alanlar birbirinden kesin bir şekilde ayrılmıyordu. Hâlâ öyle olamaz mı?

Bence olabilir. Ama işte yaşadığımız dünyada bu dallar aşırı branşlaşmayla, spesiyalizasyonla ayrışıyorlar. Sporun endüstrileşmesiyle birlikte örneğin futbolcu bir arkadaşınızın olması da artık kolay değil. Eminim içlerinde çok düzgün insanlar vardır ama aramızda bir uçurum var.

Sporcuları dinlerken siyasi değerlerinize dokunan şeyler dahi bulmak mümkün. Çünkü sporda rakibin nasıl düşündüğünü anlamak zorundasın. Empati, birinci kural. Ötekileştirme ve kutuplaştırmadan en az yararlandığın alanlardan biri bu. Rakibini düşman olarak gördüğünde yenilirsin. Yapman gereken onu anlamaktır: Sınırları ne, nerede iyi, nerede kötü? Bu yüzden de spor, karşımızdakini düşman olarak görmemeyi bize öğretir. Kutuplaştırmaya, ötekileştirmeye sahada da rastlamıyor muyuz? Bazen, elbette. Ama ne oluyor? O çirkin görüntüler yıllarca unutulmuyor. Eğer sporcular da yöneticiler ve taraftarlar gibi düşünmeye başlarlarsa işler zıvanadan çıkıyor.

Sonuçta işin sırrı şurada: Rakibin de senin gibi bir insan. Şeytan değil, öteki değil, hatta bazen yakın dostun. Metin Oktay-Lefter örneği gibi. Bu güzel bir şey. Mert kadın ve erkeklerin, birbirleriyle hürmet içinde ilişki kurdukları, yaşlandıklarında oturup karşılıklı anıları yâd edebildikleri, pozitif bir dünya olmalı spor. Oradan onur kodunun toplumun diğer alanlarına yayılması lazım. Spor, bunun üretildiği bir alandır. Eğer, toplumdaki diğer kutuplaşmaların yansıdığı bir alan oluyorsa bu felaket bir durum. Spor, tam da toplumun kötülüklerinin yontulduğu, törpülendiği yer olabilmeli. İnsani tarafını görmeden sahaya baktığınızda sporun o terbiye edici, eğitici, kadim tarafını da çöpe atmış oluyorsunuz.

Galatasaray Lisesi bir yandan da müzikal kariyerinizin başladığı yer. Orada Ezginin Günlüğü'nün temelleri atılıyor ve siz de 1980'lerde fenomen olan o grubun kurucuları arasındasınız. 12 Eylül ikliminde, sanat size nasıl bir kapı açtı? Müziğe dair ilk düşünceleriniz nasıl filizlendi?

Galatasaray Lisesi, sanat konularında çok kapı açardı. Lisede folklor kolunun koroları vardı, arkasından lise dışında bazı korolarda faaliyet gösterdim. Sonra 12 Eylül oldu, artık müzikle uğraşan küçük bir çevremiz olmuştu, lise dışında ne yapabileceğimizi düşünmeye başlamıştık. O küçük çevrede Emin İgüs de vardı ki grubun esas kurucusu odur. Ve çoğunluğu liseden olan bir grupla 1981'de Ezginin Günlüğü'nün temellerini attık. Grup, bir tür müzik okuluna dönüştü. Hem teknik olarak hem müzikalite olarak birbirimizi çok etkiledik. Haftada iki-üç kez buluşurduk, saatlerce solfej çalışmaları yapardık, parçalar önce kâğıtlara nota olarak yazılırdı, düzenlemeleri yapılırdı, sonra çalınırdı. Klasik bir yaklaşımımız vardı. 1980'li yıllarım grupta geçti. ABD'ye akademik çalışmalar için gidene kadar… İçinde büyüdüğüm bir ortamdı.

Ezginin Günlüğü'nün nasıl bir mirası olduğunu düşünüyorsunuz?

Sözü ve bestesiyle özgün Türkçe şarkı üretebilme anlamında Ezginin Günlüğü'nün önemli işler yaptığına inanıyorum. Başka şarkıcılar yurtdışındaki parçaları uyarladılar. Biz o aranjman geleneğinin dışında kaldık. Melodi olarak, söz olarak, icra olarak bize ait olan ama herkesin zevkle dinleyebileceği şarkılar yaratabilmenin peşine düştük. Bunun da evveliyatında Anadolu Pop vardı, Ruhi Su vardı, Zülfü Livaneli vardı, Şili'deki Nueva Cancion (Yeni Şarkı) akımı vardı, Theodorakis, Hacıdakis, Manos Loizos gibi çağdaş Yunan bestecileri vardı. Yeni Şili Şarkısı gibi kökünde folk olan ama bestesi, sözü modern ve özgün, buraya ait şarkılar yapmak istiyorduk ve yaptık da...

Sonra ABD'ye gittiniz. O dönemde akademisyen kimliğinizle müzisyen kimliğinizi tamamen ayırdınız mı? Uzun süre müzikten uzak kaldınız...

Aslında hepsi kişisel olarak hayatımdaki bazı ihtiyaçlara cevap olan uğraşlar. Yani sabah akademisyenlik dükkânını, akşam müzisyenlik dükkânını açmıyorum. Bunlar içsel süreçler ve her biri hayatın belli ihtiyaçlarına cevap veriyor. Ruhsal ihtiyaçlarınız sizi öyle bir noktaya getirir ki analitik, matematik bir cevap ararsınız, orada sosyal bilim devreye girer. Öyle bir yere gelirsiniz ki muğlak bir alandır o, ancak şiirsel bir cümleyle ona yanıt bulursunuz. Orada şiir ve müzik devreye girer. Bunlar ruhsal yolculuğumun farklı durakları ve aynı insanın parçaları.

Akademisyen olduğum için de memnunum, o sayede hayatımın belli dönemlerinde ne yaşadığımı anladım, iyi-kötü başka insanlara da hayatlarındaki soruları nasıl yanıtlayabilecekleri konusunda belli kavramsal, metodolojik anahtarları vermeye çalıştım. Herkese de tavsiye ediyorum. İlla doktora yapmalarına gerek yok ama bu konuları okumak, sosyal bilim meselelerine kafa yormak önemlidir. Gazete yazılarıyla yetinmemek lazım. Çünkü hepimizin toplumla, siyasetle ilgili soruları, sorunları var. Bunlara iyi anahtarlarla çözüm aramaktır mesele.

Şimdi yeni bir albüm hazırlığı içerisindeyim, Temmuz ayında dört şarkıyı çıkaracağız, yıl sonunda albüm gelecek. Bu parçaların bir kısmı müzikten ayrı kaldığım dönemde yaptığım çalışmalar aslında. Gönül isterdi ki daha erken dönebileyim… 2010 yılında tekrar aktif olarak müzik yapmaya başladım ama ne bileyim, 2000'lerin başında da başlayabilirdim. Fakat hayatın içinde bir sürü iş çıkıyor karşınıza; başka yollar, fırsatlar, kararlar… Biraz şans, biraz kader, biraz girişim gücünüz. Bu noktada, ne yazık ki yakında kaybettiğimiz Kadir Şan Tarhan'ı anmak istiyorum. Çünkü 2010'da rastgele karşıma çıktı ve onun karşıma çıkmasıyla ben müziğe döndüm. Onunla birlikte iki albüm yaptık: 2015'te Sen Yoksun ve 2017'de Türkülerle Yeniden.

Müziğe bakışınız değişti mi yıllar içinde?

Özünde aynı aslında: dünyada da zevkle dinlenebilen özgün Türkçe şarkılar yapmak. Sağdan soldan kopya çekmeden, buranın gündelik hayatından beslenen sözlerle, bestelerle müzik yapmak. Belki modası geçmiştir ama "Şöyle söylesem ne iyi olur" dediğim şarkıcılar, Fransızların diseur dediği, 'okuyucu, söyleyici' türden şarkıcılar. Jacques Brel, Bob Dylan, Vysotsky gibi… Derin, kaliteli sözleri etkileyici bir müzikle söyleyebilmek. Biraz ozanlık aslında, şiiri müzikle ifade edebilmek veya tersi, müziği şiirle ifade edebilmek. Bundan sonra da iddiam hep bu olacak. O anlamda hâlâ Ezginin Günlüğü ruhunu taşıyorum içimde.

Twitter'da bazen anlatmak istediğinizi var olmayan bir Rus romanının veya İspanyol öyküsünün içine yerleştiriyorsunuz. Neden?

Sosyal bilimle ve şiirle diyemediğim birçok şey var hayatta. Bu tür düzyazı ve edebiyat, bunları söyleyebilmek için inanılmaz bir imkân veriyor. Zaten şunu fark ettim ki edebiyat, insanın özgür düşüncesini ifade edebildiği tek alan neredeyse. Her yerde çok kısıtlısınız, edebiyat gerçekten deneysel düşünebileceğiniz, "Hayat şöyle olabilir mi acaba?" diye sorular sorabileceğiniz ve karşı tarafın da "Sen ne dedin?" diye tepenize çökmeyeceği güzel bir zemin. Beni edebiyata çeken, bu söyleyebilme ve iletebilme imkânı. Niye kendi adıma yazmıyorum, hayali karakterler yarattım? O biraz oyun, Rus romanını çok severim. Önce biraz denemeler yaptım, sonra insanlar da sevince devam ettim, öğrenerek ilerledim. Bu imkân beni mutlu ediyor ama "Otur, 500 sayfalık bir roman yaz" derseniz elbette "Ben romancı değilim" derim. Öyle bir iddiam yok.

Bir söz vardır, bazen kurmaca bir metin, yani bir yalan, size gerçeğe dair daha fazla şey söyler. Yalanlardan yola çıkarak gerçeği anlatmak mümkün...

Elbette, eğer söylediğinizin yalan olduğu belliyse. Örneğin bana kalırsa gerçek hakkında en çok şey anlatan sanatçılar Kübistler, Dadaistler, sürrealistler, büyülü gerçekçiler… Veya bilimkurgu… Biz aslında bir insanın düşlerini, düşüncelerini, gerçeğe ilişkin kırma dökmelerini orada buluyoruz. Gerçekçi olmaya kalksa anlatamayacağı ne kadar hayal, korku, fantezi varsa onu gerçeküstü bir dille çok daha net koyuyor ortaya. O yüzden fiction, yani kurmaca, sizin de dediğiniz gibi, gerçeği anlamak için önemli bir alan. Anlatmak için de...

Socrates Dergi