Zirvede Kalma Sanatı

10 dk

Tarihin en ünlü tenis turnuvası olan Wimbledon tahtını korumak için neler yaptı ve teknolojinin de etkisiyle değişen dünyaya nasıl ayak uydurdu?

Konu Wimbledon olduğunda akan sular durur teniste. Bütün Grand Slam'ler çok özel olmakla birlikte onun yeri her zaman başkadır. Roma hukukundaki "Primus inter pares" yani "Eşitler içinde birinci" ifadesi, Wimbledon'ın tenis hiyerarşisindeki pozisyonunu tanımlamak için en doğru araç belki de. Ülkemizden bir örnek verelim: 1995 yılında Bursaspor, o zamanlar UEFA Kupası'na gitme hakkı sağlayan Intertoto Kupası'nda mücadele etmiş ve Wimbledon FC ile eşleşmişti. Türk basınının sporla ilişkisinin ne denli futbol odaklı olduğu malum. O zamanlar da durum pek farklı değildi. Ancak bu eşleşme için yapılan yorumlar çoğunlukla şu yörüngedeydi: "Biz Wimbledon'ı tenis turnuvası olarak bilirdik, futbol takımı da nereden çıktı?"

Dünyanın her yerinde benzer senaryoların yaşanabileceğine eminim. Uganda'nın ya da Bolivya'nın ücra bir köyünde de bu markayı ve markanın hangi alanda faaliyet yürüttüğünü bilenler muhakkak vardır, olacaktır. Zaten pazarlamada bir markanın ulaşabileceği en uç nokta 'jenerik marka' olmayı başarmak. Kabaca, bir marka isminin, ürünün ismi olarak kendini kabul ettirmesi ve aynı ürünü üreten farklı markalar için bile bu ismin kullanılması olarak açıklayabileceğimiz bu durum, 1980'ler Türkiye'sinde çok fazla örnek barındırıyordu. Kot pantolon, selpak, sanayağ gibi... Wimbledon için durum tam olarak bu şekilde tezahür etmese de bilinçli spor takibinin azaldığı ölçüde o eksene yaklaşıldığını düşünmek yanlış olmayacaktır.

Nasıl oldu da Wimbledon bu kadar güçlü bir marka yaratmayı başardı ve daha da önemlisi, bu gücü muhafaza edebilmek adına bugün neler yapıyor? Evvela, en önemli sır aslında bir sır değil. Bütün ticari işletmelerin sırtlarını yaslamaya ilk çalıştıkları 'kıdem' yani kadim olma konusu, kendi başının çaresine bakmış. 1877'de tenis oynanmaya başlamasıyla dünyanın en eski turnuvası konumunda çim Grand Slam'i. Yani, giriş tabelasına Meşhur Tarihi Wimbledon ve alta küçük puntolarla "Since..." gibi şeyler yazmaya pek hacet yok.

İkincisi, zaten tenisin İngiltere'de 1800'lerde aristokrasinin çay partilerinde, malikânelerin, köşklerin çim bahçelerinde doğduğu biliniyor. Bunları arka arkaya sıraladığımızda hâlihazırdaki Wimbledon'dan fazla farklı gelmiyor kulağa. Bu biraz pizza ve Napoli arasındaki ilişkiye benziyor. İtalyan bir şef olan Raffaele Esposito, 1889'da İtalya kraliçesi Margherita'nın onuruna ilk modern pizzayı yapar. O günden beri pizza dünyanın her yerine yayılan bir ortak mutfak mirası olarak varlığını sürdürse de herkes bilir ki Napoli, bu işin merkez üssü olarak pizzaseverlerin kutsal topraklarıdır. Ürünün doğduğu yer olmanın verdiği böyle bir meşruiyetle yarışmak çok kolay değil ve Wimbledon da konu tenis olduğunda bunu haiz.

Bir de bunların üstüne Britanya İmparatorluğu'nun ve İngiliz kültürünün etkisini ilave etmemiz gerekiyor. İnsanlara "Gelmiş geçmiş en büyük imparatorluk hangisi?" diye sorduğunuzda genellikle "Moğol İmparatorluğu" ya da "Roma İmparatorluğu" cevaplarını alırsınız. Evet, bunlar tarihte iz bırakmış, geniş sınırlara ulaşmış kocaman yapılardır. Ancak sorunun tam doğru cevabı değiller. Britanya İmparatorluğu, en geniş sınırlarındayken yaklaşık 35,5 milyon kilometrekarelik bir alan kaplıyordu. Bu da gezegenin yüzölçümünün takriben yüzde 27'sine denk geliyor. 20. yüzyıl ile beraber sınırlarda ve jeopolitik gerçekliklerde büyük değişimler yaşanmış olsa da Büyük Britanya, hâlâ geçmişten taşıdığı kuvvetli bir nüfuza sahip. Ayrıca, İngiliz dilinin ABD etkisiyle iyice baskınlaşan hâkimiyet alanıyla, zengin ve karizmatik Brit kültürünün sinema ve televizyon sayesinde daha da cazip olmasıyla Britanya'ya ait her şeyin sürekli yukarıya doğru ivmelendiğini söylemek mümkün. Wimbledon da bundan payına düşeni alıyor.

Ancak davaya hizmet eden bir başka nokta var ki kendi içinde büyük bir karmaşaya sahip. Wimbledon'ın nevi şahsına münhasır kimliği ile Britanya'nın köklerindeki bürokrasi ve gelenekçilik marka olma sürecine büyük katkı yapsalar da daha ileriye gitmek için potansiyel birer tehdit konumundaydılar. Zira son yirmi yılda dünya çok değişti ve her marka için gerekli olan kendini yenileme zorunluluğu artık daha da kaçınılmaz hâle geldi. İşte burada aniden tenis turnuvalarının şahı için oldukça ciddi bir meydan okuma kapıya dayanıverdi. İnternetin işin sosyal ve kurgusal, teknolojinin ise fiziki ve enformatik kısmını yüklendiği bu tarihi kırılma sürecinde ezberlerin bozulması için de farklı pencereler ortaya çıktı. Bu, Wimbledon gibi daha önceki düzenin gözbebeği olan kurumlar adına tedirginlik, sırasını bekleyen diğerleri için de fırsat demekti. Kısacası, kartlar yeniden dağıtılıyordu.

Geride kalan bu otuz yıllık evrim sürecinde Wimbledon'ın, zamanın ruhunu okuma ve ona göre aksiyon alma konusunda sınıftaki en iyi öğrenci olduğunu söylemek doğru olmaz. Her ne kadar 1980 yılında otomatik kızılötesi servis hakemi Cyclops sistemini ilk kullanan Grand Slam olarak kortlara teknolojinin girmesi için öncülük etmiş olsa da İngiltere'nin slam'i bu sınavın ilk iki on yıllık diliminde yeteri kadar proaktif değildi. Özellikle de Avustralya Açık ile kıyaslandığında... 1980 öncesi yerleşik düzenin en sönük büyük turnuvası olan Avustralya Açık, yeni çağın bahşettiği fırsatları en iyi kullanan slam olarak şu anda muazzam bir konuma ulaştı. Eskiden birçok oyuncunun dudak büktüğü, gitmeye dahi tenezzül etmediği bir turnuvayken bugün slam'ler içinde Wimbledon'ın hemen arkasına mevzilendi. Altyapı ve tesislerin yenilenmesi, sporcu ve seyirci deneyiminin en keyifli hâle getirilmesi için olanakların seferber edilmesi, sosyal medyanın eğlenceli ve akılcı kullanımı bu dönüşümün temel direkleri. Hâlihazırda üç ana kortunda çatı düzeneği olan tek majör turnuva Avustralya Açık ve merkez korttaki yağmur geçirmezlik lüksüne Rod Laver Arena'nın inşa edildiği 1988 yılından beri sahipler. Wimbledon ise merkez kortun üstünü 2009'da kapatabildi.

Serena Williams

Serena Williams

Tenisin moda sektörüyle yavaş yavaş entegre olması ve spor ekipmanı üreticisi dev firmaların bu dirsek temasında daha fazla söz sahibi olması da Wimbledon için bir kafa karışıklığı yaratıyordu doksanların başında. Oyuncuların beyazdan başka bir renk giymesine izin vermeyen kıyafet kodu, değişen algı ve trendlerle tartışılır hâle geldi, hatta bazı oyuncular tarafından esnetilmeye de çalışıldı. Bu yol ayrımında, Agassi gibi ikonların baskılarına rağmen tavır değiştirmemek kilit hamlelerden biri olarak karşımıza çıkıyor an itibarıyla. Zira çağı yakalamak ve değişime ayak uydurmak derken kendine ait değerlerin özünü kaybetmek gibi riskler ciddi anlamda mevcuttu.

Sancılı ilk yılları atlattıktan ve o radikal çatı inşasına karar verildikten sonra Wimbledon için sular büyük ölçüde duruldu. Güçlü markanın bir sonraki döneme nasıl taşınacağı konusunda bir yol haritası kendiliğinden belirmeye başladı: Yeniliğe karşı durmamak ancak özel değerleri de muhafaza etmek. Gelinen noktada, bu sene Birinci Kort'a da çatı kaplaması yapıldı. Şahin Gözü Sistemi diğer her turnuvada olduğu gibi Londra'da benimsendi ve en son, erkeklerde final setlerinde 12-12'de tie-break'in oynanmasına karar verildi. Yirmi yıl önce asla tahmin edileyecek bu cesur uygulama, dünyanın en büyük tenis turnuvasının dinamikleri dikkate alındığında, aslında ne kadar uzun bir yol geldiğinin en açık kanıtı. Wimbledon, Avustralya Açık kadar etkileyici bir dönüşüm performansı vermedi, doğru. Ama zaten buna ihtiyacı da yoktu. Sahip olduklarıyla tepede yer alıyordu, organizasyonunda alerji yaratabilecek koyu bir tavır değişikliğinden ziyade 'bekle ve gör' politikası izleyerek gerekli adımları attı ve bu kadarı yetti de arttı. Meseleyi daha iyi kavramak için Manş'ın diğer ucuna bakmak kâfi. 2000'lerin ortalarına kadar prestij anlamında neredeyse Wimbledon ile beraber zirveyi paylaşan Roland Garros, aynı ıslahatları yapamayıp kabuğuna sıkışınca bariz şekilde dört büyük turnuvanın en keyifsiz ve sönük olanına dönüştü son yıllarda.

Geçtiğimiz sene Wimbledon, tesislerinin bitişiğindeki Wimbledon Park Golf Kulubü arazisini 65 milyon sterlin ödeyerek satın aldı. Böylelikle, atılımları geliştirebileceği 30 hektarlık bir ekstra alan kazanmış oldu. İlk hedef, Roehampton'da oynanan ön eleme maçlarını kendi bünyesinde toplamak ve eklenecek yeni yaşam merkezleriyle Wimbledon deneyimini her paydaş için daha özel hâle getirmek. Sahip olduğu sinematik arşiv ve kurduğu ehil sosyal medya ekibiyle taşıdığı mirası kullanma ve heyecan yaratma işinde bambaşka bir boyutta olan Wimbledon, geleneği gelecekle buluşturma vizyonunda ideali yakalamış gibi görünüyor. Görünüşe bakılırsa tarihin en büyük tenis turnuvası, değişen dünyada da unvanını korumaya devam edecek.

Socrates Dergi