.jpg?w=3840&fit=max&q=75)
Unutulmaz
21 dk
Rasim Kara, Beşiktaş'ın sıkıntılı günler yaşadığı dönemde dahi saygı gören bir futbolcuydu. Antrenörlük yıllarında kulübüyle yolları bir kez daha kesişti. Belki şampiyon olamadı ama kulüp tarihinin en unutulmaz sezonlarından birine imza attı…
Derginin ilk senesinde Rasim Kara'nın kapısını Batu Anadolu ile çalmış ve Bursaspor yıllarından başlayıp kalecilik günlerini konuşmuştuk. Daha sonra Şeref Stadı dosyasında, Beşiktaş Kaptanı olarak kendisine danıştık. Kolej Havası belgeselinin çekimlerinde ise Riva'da ziyaret ettik kendisini… Bu ay yine Riva yolundaydım ve yanımda bu sefer Alptuğ Uslu vardı. Rasim Hoca ile 'bekleyiş ve sabır' ile geçen kariyerini, ağırlıklı olarak da 1996-1997 sezonunu konuşmayı düşünüyordum. Odasına girdik, çaylar söylendi, konumuzun 'Sabır' olduğunu ilettik. "Aldırma Kartal Aldırma!" tezahüratı ile başlamayı düşünüyordum ki Rasim Hoca devreye girdi: "Denir ya, 'Sabrın sonu selamettir.' Futbolda yaşadım onu. 15 sene sonra 1981-1982 sezonunda Eskişehir'de yarıda kalan maçla şampiyon olduk. Hayatımın en mutlu anlarından biriydi."
Maçın ortasındaki o bekleyiş, o gerginlikte herkesin ayrı bir hikâyesi vardır sanki…
O gün ilk 11'de Adem (İbrahimoğlu) başlamıştı. Ziya (Doğan) ilk golü attı, herkes gibi ben de gol atılan kaleye bakıyordum. Tüm takım Ziya'nın golünü kutlarken, Adem de üst direğe sıçrayıp 'karate yaparak' seviniyor. Biz görmedik olan biteni, bir baktık ki kenara işaret yapıyor. Masör gitti, "Eli şişmiş. Oynayacak durumda değil!" dedi. Hakem Talat Tokat, bir türlü Adem'i değiştirme fırsatı vermedi bize ve ilk yarı bitti. Yöneticiler soyunma odasına geldi, hepsinin suratı bembeyaz, 15 senelik bir hasret var. "Merak etmeyin, buradan şampiyon çıkacağız" dedim. Oyuna girdim, bir gol yedik, sonra Ziya bizi öne geçiren golü attı ve olaylar başladı… Tribünden maddeler atıldı, hakem içeri girdi, sahanın ortasında bekliyoruz. Yapacağımız herhangi bir taşkınlık kötü sonuçlar verebilir. Bu yüzden futbolcuları topladım ve sohbet etmeye başladık. "Sakın el-kol hareketi yapmayalım, sakin bir şekilde bekleyelim" dedim. Sonra hakem çıktı, bir daha girdi, olaylar devam etti ve maç tehir edildi. Akabinde hükmen Beşiktaş galip geldi ve şampiyon olduk!
Daha sonra futbolu bıraktınız, bir süre Antalyaspor'da Adnan Dinçer'le çalıştınız. Akabinde Sepp Piontek'le mesainiz başladı. Türk futbol tarihinin en etkili neslinin temelleri atıldı Piontek döneminde. Ama kötü sonuçlar sonrasında Türk futbolseverden en çok beklenen sabırdı herhalde?
Uzunköprü, Antalya derken, "Artık İstanbul'a döneyim" dedim. İstanbul'a geldim, federasyona uğradım bir gün. Bölge antrenörlüğü teklif ettiler, aklıma yattı. Sonra Fatih Hoca (Terim) bir gün "Beraber çalışacağız" dedi çünkü Piontek'le birlikte hem A hem de Ümit Milli Takım'dan sorumluydular ve Fatih Hoca'nın Ümit Milli Takım'la mesaisi daha fazlaydı. Piontek'le işler iyi gitmedi. 1992 elemelerinde altı maçta altı yenilgi, bir gol… Kötü bir hoca değildi, ondan çok şey öğrendik, bakış açımız değişti. O ayrıldıktan sonra Fatih Hoca'yla "Bir jenerasyon değişikliği şart" diye düşündük. Türkiye'yi taradık ve hakkaniyetle seçim yaptık. Rüştü, Hasan, Tugay, Abdullah, Arif, Hakan gibi oyuncuların yanında amatör takım Kilimli Belediye'den Ergün Penbe'yi bulduk.
Akdeniz Oyunları'nda 1991'de final oynadık, 1993'te de Zidane'ların Thuram'ların olduğu Fransa'yı geçerek şampiyon olduk. 1993'te Wembley'deki maçtan bir gün önce Ümit Milli Takım olarak İngiltere ile maça çıkacaktık. Bütün gazeteciler, yöneticiler, parlamenterler… Hepsi bizi izlemeye gelmişti ve Steve McManaman gibi önemli oyuncuların olduğu İngiltere'yi 1-0 yendik. Soyunma odasında herkes ağlıyordu, "Makûs talihimizin dönüm noktası bu" dedik. Altı senelik bu süreç sonunda bileğimizin hakkıyla 1996'ya gittik, Dünya Kupası üçüncülüğüne kadar giden yol açıldı.
Futbolcu ve takım kaptanıyken de Serpil Hamdi Tüzün'ün Özkaynak projesine tanıklık ettiniz…
Beşiktaş ben geldiğimde kötü durumdaydı. "On oyuncu aldık, şampiyon olalım" beklentisi var. Anadolu'dan gelen oyuncunun İstanbul'a uyumu, büyük takım oyuncusu olmak için nelere sahip olunmalıdır; bunlara dair en ufak bir çalışma yok. Benim geldiğim sene Zekeriya Alp kaptandı, Ahmet Börtücene ikinci kaptandı, Nikolar falan vardı. Onlar kadro dışı kaldı ve ben o sene sonunda takım kaptanı oldum. Beslenecek, yatacak yer yok. İdman sahası ayrı bir dert. Toprak saha, duş akmaz, Ortaköy Hamamı'na koşarak gideriz… Bir gün Şeref Stadı'na geldik, kapıya mühür vurulmuş: "Bu sahadaki toprak sağlığa zararlı." Tamam da çalışmamız lazım, başka saha yok, kırdık kilidi, idman yaptık.
A takımda bunlar yaşanırken altyapıda Serpil Hamdi Hoca ve ekibi oyuncu yetiştirmeye çok önem verdi. Süleyman, Ziya, Rıza, Küçük Haluk, Fikret… A takımdan önce PAF Ligi diye bir lig başlamıştı ve bizden önce onlar İnönü'de maça çıkıyordu. Biz kötü netice alıyoruz, onlar herkesi yeniyor. Durum böyle olunca seyirciler bizim maçlardan önce PAF takımı maçlarında kazanan Beşiktaş'ı izlemeye başladı ve genç oyuncuların A takıma çıkmasını istediler. O sinerji sonucunda Beşiktaş kimliğini buldu. 1990'lara, Gordon Milne'li dönemdeki şampiyonluklara kadar uzanan süreçte Serpil Hamdi ve ekibinin projesinin meyveleri toplandı.
Bir tek Serpil Hamdi Tüzün, A takımın başına getirildiğinde o projenin dışına çıkıldı. Serpil Hamdi Hoca eğitici bir antrenördü, A takımdaki oyuncu grubu sıkıntılıydı ve kümede kalmanın bizim için kurtuluş olduğu bir sezon oldu. Zonguldak'ta Ercan Ozan'ın golüyle ligde kaldık.
Sizin o dönemki kaptanlığınızı da çok överler. Sakinliğiniz, gençleri korumanız, zor dönemlerde verdiğiniz demeçler...
Uşak'ta alt ligde 'Radyocu' lakaplı kaptanımız Mehmet Abi (Öğreten) vardı, Bursa'da Mesut Şen vardı… Bir sorunumuz olduğunda gideceğimiz ilk kişi yöneticiler değil, onlar olurdu. Geldik Beşiktaş'a, iş başa düştü. Gençler var, neticeler kötü… Onlara çok bağıran hocalarımız olurdu, onlarla çok tartıştığım olmuştur. Misal öyle bir hocamız vardı. Gittim, "Hocam gel, danışıklı dövüş yapalım. Ben, Mehmet Ekşi, Necdet… Kasten hata yapalım, siz de bize bağırın. Biz karşılık vermeyeceğiz, çocuklar da derslerini çıkarırlar. Ama sen sürekli onlara bağırınca elleri ayakları dolaşıyor" dedim. Hoca beni de kesti!
Beşiktaş'a antrenör olduğunuzda bütün bu sorunlarla boğuşmuş olmanın avantajlarını gördünüz mü? "İlk önce buradan başlamalıyım" dediğiniz ne oldu?
Grup dinamiğini kazandırmam gerektiğini düşündüm. At yarışı bültenleri Fulya'da yerlerde dolaşıyormuş. "Bundan sonra bir tane bülten görmeyeceğim tesislerde" dedim ve görmedim de. Televoleler… "Bir kişi gitmeyecek!" dedim. O nedenle o kanallar, gazeteler bana cephe aldı. Yapılan iyi şeyler yerine hatalarımı yazmaya odaklandılar. TSYD Kupası'nı, Başbakanlık Kupası'nı kazandık… Derbi kaybetmedim, Avrupa'da üst üste iki tur atlamamış Beşiktaş ile üç tur geçtim ve bunlar da dahil olmak üzere İnönü'de hiç yenilmedik. Gol rekoru, averaj rekoru… Averaj hâlâ kırılmadı, golü de sanırım bir golle geçti Sergen'in (Yalçın) takımı ama daha fazla maç oynadılar. 'Fair Play' hususunda sıkıntısı olan takım, örnek takımlardan biri oldu. VAR olsaydı şampiyon da olacaktık…

"Fatih Hoca'yla 'Bir jenerasyon değişikliği şart' diye düşündük. Türkiye'yi taradık ve hakkaniyetle seçim yaptık."
Televole kültürü ile mücadelenize sezon başında tepkinizi koyarak başlıyorsunuz ama gazetelerin de gündeme taşımasıyla alevlenen bir pot da kırıyorsunuz?
"Televole hakkında ne düşünüyorsun?" diye bir soru sordular. Ben de Televolelere sinirlenmiştim ve "Futbolcunun işi sahadır, oraya gidip tiyatro yapmak isteyen…" diye başladım, gele gele aklıma Muhsin Ertuğrul Tiyatrosu geldi. "Burası Muhsin Ertuğrul Tiyatrosu değil!" dedim. Hata yaptım, "Tiyatro değil burası!" demek ayrı, o artık yerleşmiş bir şey gündelik konuşmalarımıza ama özel isim vermek ayrı. Hatalıydım. Hazır olmadan verilen cevap! Bir antrenörlük dersi de oldu bu. Muhsin Bey başta olmak üzere birçok sanatçıya ayıp ettim. Ama bu, Televolecilerin dalına bastığım için bu kadar üzerine gidilen bir şey oldu…
O dönem, yabancı antrenörler dönemiydi. Metin Türel'in 1980'lerin başındaki bir sezonu dışında sezon başından itibaren yerli hoca olarak Beşiktaş'ın başına geçen kimse yoktu…
Türk antrenörü geçtim, kaptanlık yapıp da antrenör olan sanırım Şeref Görkey'den (1961) sonraki ilk kişiydim. Onun dışında milli takımda ikinci adamsın, "Başantrenörlük gömleği bu adama bol gelir" diyenler var… Ama rotamı çizmiştim. Transferlerim planlıydı, özellikle yabancı transferlerinde çok isabetli işler yaptık, oyun sistemim belliydi. Sadece sabra ihtiyacımız vardı. Benim o sabrım vardı ama basının, taraftarın yoktu. Sezon başlamadan UEFA maçları başlamıştı ve Dinamo Minsk bizi ilk maçta sahasında yendi. İki gün sonra lig başladı ve Bursa'ya yenildik, "Hop, n'oluyoruz!" dediler. Sonra 7-0'lık Van maçı geldi, Dinamo Minsk'i İnönü'de eledik. 3-3'lük Trabzon maçı, Fener maçı derken kendimizi gösterdik…
Ondan önce TSYD'yi kazandık... İlk maç Galatasaray'la, kazanan takım ertesi gün Fenerbahçe ile oynayacak, kural bu. Yarım saatte 3-0 öne geçtik, ilk yarı bitti. Şimdi öbür gün yenileme yapmadan oynayacak takım, ben de Sergen, Recep, Orhan gibi oyuncularımı çıkardım dinlenmeleri için. Fenerbahçe maçını düşünüyorum, medya ne dedi? "Fatih Terim'e fark yapmamak için oyuncuları çıkardı."
Denizli maçı, ilk yarı 0-0. İkinci yarının başında Oktay Derelioğlu ve Sinan Demircioğlu hamleleri ile 4-0 bitiyor. Diziliş değişiyor, oyuncuların yerleri değişiyor ve bu tarz hamleleri birçok maçta görüyoruz.
Ben antrenörlük yaşamımdaki birçok maçı tek sistemle başlayıp bitirmemişimdir. Sistemlere inanıyor muyum? Evet. Bir şeklin olacak, dizilişin olacak. Ama "Bu rakibi nasıl yenerim?" sorusuna ancak sahada bazı değişiklikler yaparak cevaplar buluyorsun. Fenerbahçe maçında iki açıkla oynamıştım misal. Yani aynı tarafta iki açık oyuncusuyla. Sonra "Barcelona iki açıkla oynuyor" dediler… Misal adam markajına karşıyım ama bir tek oyuncuya adam markajı uygulattım, Fenerbahçe maçlarında Okocha'ya. Karşısında da Sinan'ı oynattım. Müthiş markaj yapıyordu.

"Bir şeklin olacak, dizilişin olacak. Ama 'Bu rakibi nasıl yenerim?' sorusuna ancak sahada bazı değişiklikler yaparak cevaplar buluyorsun."
Fenerbahçe ile o sezon beş defa oynadınız, yenilmediniz ve çok ikonik anlar yaşandı. Sergen Yalçın'ın frikiği, Amokachi'nin Nijerya'dan dönüşü…
Bir gün Ertuğrul geldi, "Hocam, keşke bütün maçları Fenerbahçe'ye karşı oynasak" dedi. Saracoğlu'ndayız... İlker zaten sağ açıktan bozma bir bek, Amokachi'ye "Santraya kadar takip et İlker'i, sonra kal, seni ya Uche ya Högh durdurmaya gelecek ve göbek açılacak. Frikik, penaltı alabiliriz" dedim. Bir tane yakaladık, frikik oldu, Rüştü 90'dan aldı. Son dakikalara geliyoruz artık. "Fena değil beraberlik Kadıköy'de. Sergen'i de çıkarayım" dedim. Tam değişiklik istedik, hakem bayrağı kaldıracaktı ki frikik oldu. Koştum hakeme "Dur, dur! Frikiği atacak, sonra çıkacak" dedim. Attı frikiği…
Amokachi'nin döndüğü maçta da ayrı bir hikâye var. Fatih Uraz kitabında "Belki de hatalı bir karardı" diyor. Daha önce konuştuğumuzda da demokratik bir karar aldığınızı anlatmıştınız.
Bazı yerlerde fikir alırsın futbolcudan. Kongre var, Süleyman Abi'ye (Seba) muhalif olanlar pusuda bekliyor, "Bir adamı getiremediniz" diyerek. Ama adam geldi, İngiltere'de rötar yaptı uçağı. Ayrıca bir de tatile gitti gibi haberler vardı. Annesi kanser olmuştu ve on yaşından itibaren Avrupa'da büyüdüğü için anne sevgisi daha başkaydı. Gitti çocuk. Oyunculara dedim ki "Amokachi yetişirse onu oynatacağım. Yetişemezse Orhan oynayacak." Onlar da saygı gösterdi. Maça yarım saat kala geldi! İşte anons yapıyorlar "Şimdi girdi stada" gibisinden… Girdi soyunma odasına:
— Nasıl hissediyorsun Daniel?
— 15 saattir yoldayım. Yorgunum, uykusuzum. Ama sen "Oyna" dersen oynarım hoca.
— Bir şartla: Kendini çok hırpalamayacaksın.
İyi oynamadı hatta yine Orhan'ı soktum ama öyle gerekti. Beni kurtaracak tek şey vardı, o maçı kazanmak. Oynatmasan "Neden oynatmadın?" Oynattın, yenildin, bu sefer "Hazır olmayan adamı niye oynattın?" Sonra Ertuğrul 84'te kafayı vurdu, golü attı ve kimse bir şey diyemedi. Bazen şansa da ihtiyacınız var ama onu da kendin yaratacaksın.
Valencia deplasmanına fazla defansif çıktığınızı kabul eder misiniz? Mehmet Özdilek de Sergen Yalçın da kulübedeydi…
Galatasaray maçı oynayıp gittik oraya. Sergen de Galatasaray maçında kötü oynamıştı, bir de Valencia'nın sahasında zemin çok kötüydü, oyuna sonradan girmesi daha iyi olur diye düşündüm. Orada esas sorun, Yankov'un kart cezası nedeniyle oynamamasıydı. Ama doğru, Şifo'yu da Sergen'i de oynatabilirdim, hata yaptım. Amokachi o golü kaçırdı, Ali kendi kalesine attı, Sinan kırmızı kart gördü… Bunların biri bizim lehimize sonuçlansa skor farklı olabilirdi ve o zaman da "Hoca ne hamle yaptı!" olurdu. Futbol böyle.
14 oyuncudan gol katkısı almışsınız o sezon, altısı çift haneli gol atmış. Sergen'in en iyi sezonlarından biri, Oktay'ın kariyer sezonu, Amokachi, Yankov, Serdar, Erkan… Gayet iyi katkılar var.
Sinan, Salih, Serdar… Serdar, sol tarafta A Milli Takım'a seçildi o sezon. 34 lig, sekiz Avrupa, Türkiye Kupası yarı finali falan derken elli küsur maç oynadı takım o sezon sanırım. Dikkat edin, hiç adale sakatlığı yoktur çünkü iyi çalıştık, iyi idman yaptık. Daha da önemlisi idmanlarım genelde topla olur, kondisyon idmanları bile. Onun için futbolcu keyif alır bu tarz idmandan. Misal Sergen, Daum'la takışmış, "Sakatım" diyormuş. "E sakatsan düz koşu yap" diye cevap vermiş Daum, iki tur sonra duruyor Sergen, "Koş" diyen Daum'a "Gel sen koş" şeklinde karşılık veriyor. Oyuncularla bu duruma gelinmemesi lazım. Bu tarz futbolcular oyun oynamak ister. Hepimiz için çocukluktan başlayan bir oyun bu. Oyun da keyif alarak oynanır. Keyif almadan oynanan bir oyun söyle. Sergen de bu oyundan keyif aldı.
Futbolculara şunu söylerim hep: "Top genelde altmış dakika oyunda kalıyor. Denk geçen bir maç desek otuz dakika bizde olacak varsayalım… Öbür takım oynarken mi biz oynarken mi keyif alıyorsunuz?" Hep bir ağızdan, "Biz oynarken!" diyorlar. E o zaman bir an önce o topu almamız ve bizim oynamamız lazım. Uydu gibi bütün maç takip mi edeceğiz?
Saha içinde her şey yolunda gibi, anlattıklarınızdan o çıkıyor. Sorun yönetim tarafındaydı galiba...
Zaten sorun oradaydı. Rahmetli Süleyman Abi'ye karşı olan bir grup vardı. Ben gittim, birkaç sene sonra "Ahmet Dursun, Seba gitsin!" dönemi başladı. E bu muhalif grup basını da eline almıştı. Sadece onlar da değil; Süleyman Abi'nin yanında olan ama bana karşı olanlar vardı: Uğur Ekşioğlu gibi, paşalar gibi… İyi bir CEO olabilirsin ama futbol başka bir şey; çok iyi bir asker olabilirsin ama futbol ayrı bir şey.
Nerede başladı yönetimle çatışma?
Euro 96 dönüşünde göreve başlayacaktım. İngiltere'ye gitmeden önce Fulya'yı gezmeye gittim. Tesislere bir baktım, eksik, gedik… 35-40 derecede, ağustosta çift idman yapıyorsun ama tesiste klima yok, odalarda televizyon yok, aşağıda tek televizyon başında herkes… Ben de her odaya klima, televizyon ve mini bar koyulmasını rica ettim ama Uğur Ekşioğlu karşı çıktı. Ama beni daha da üzen şu oldu; iki sene sonra Karl-Heinz Feldkamp geldi, istedi ve yaptılar. İlk başlarda alttan aldım ama sonra patladım…

"Rahmetli Süleyman Abi'ye karşı olan bir grup vardı. Ben gittim, birkaç sene sonra 'Ahmet Dursun, Seba gitsin!' dönemi başladı."
Dönemin gazetelerine şöyle bir baktım da… Antalya kampında basına yansıyan bir sorun, Samsun maçından sonra bir gerginlik, Uğur Ekşioğlu'nun sizin için "Biraz Fatih Terim'i örnek alsın" minvalinde bir açıklaması, sizin kafileye bir oyuncu almanızla ilgili bir olay var...
Sergen ve Şifo darbe almıştı. 16 kişi giderdi o zaman. 17. oyuncuyu götürelim dedik çünkü sağlık heyeti ikisinin de sakatlığı sürebilir dedi. Bildirdik biz de… Futbol Şube Sorumlumuz vardı, bir Paşa (Recai Uğurluoğlu). Süleyman Abi, "Asker ciddi olur" diyerek onu göreve getirmişti. Paşa, bu talebime karşı çıktı. "Uçakta vali muavinine yer kalmıyor" dedi. Ben de "Sıkışırsam vali muavinini oyuna sokarım o zaman" dedim. Böyle bir şey olabilir mi? Masalara yumruklar vurdum, tartıştım ama bugün bakınca belki daha makul şekilde çözebilirdik… Ben bir tur geçmenin hesabını yapıyordum. O da gidip Süleyman Abi'ye "Buranın Paşa'sı benim" dedi. Daha anlatamadığım, amatör takımda olmayacak şeyler var…
Ligin ikinci yarısı da biraz sıkıntılı başlamıştı. Bursa maçındaki kayıp, meşhur karlı zemindeki Van maçı ve Metin Tokat…
VAR olsa işte… Adam smaç yapıyor ya! Ahmet Çakar'ın Amokachi'yi atması, Alpay'a çaldığı penaltı, Vahap Beyaz'ın İstanbulspor-Galatasaray maçında çaldığı penaltı, Van maçı… O zaman Ankara aktarmalı geliyorduk Van'dan. Metin Tokat'la da aynı uçaktaydık. Bindik uçağa, onu korumak için yanına oturdum. "Hocam," dedim "Ben de çok hatalı gol yedim. Hatalar yapmaya da devam ediyorum. Hakem de hata yapar. Ama neden çalmadın, cidden merak ediyorum?" Ne desin? "Kafasına çarptı." Herkes gördü ya, o gün orada olan herkes! Ama antrenörün yüzü takımın aynasıdır. Ben hep sakin olmaya çalıştım. Tabii bir de biliyorsun, o zaman kulübede sigara içmek de serbestti… (Gülüyor.)
O zaten tezahürat olmuş bir ritüeldi artık…
Oynadığım dönemde "Kalemizden Panter Rasim var" diye başlayan bir tezahürat vardı. "Geri dörtlü çelikten duvar, orta saha hepsi canavar, ileride Şaban-Reşit var." Sonra antrenör oldum, "Rasim Kara Rasim Kara bulunmaz eşin, şampiyon yap Beşiktaş'ı taraftar için" başladı. Baktılar ki iş içinde işler dönüyor, son satırı "Bir sigara yak taraftar için" diye çevirdiler. Bende de o taraftara o şampiyonluğu veremediğim için bir burukluk oldu. Neyse ki öğrencimiz Sergen bunu başardı, öyle mutlu olduk.
Bu sezon da adınız sık sık anıldı ama şampiyonluk yarışında…
Evet, sanki Sergen değil de ben şampiyon yapmışım gibi durumlar oldu, garip… O kadar şampiyonluklar var bizden sonra ama benim kaybettiğim şampiyonluk hiç unutulmuyor. Beşiktaş seyircisi mağdur edilmiş kişinin yanındadır hep. Hakkı yenmiş bir Rasim Kara ve Beşiktaş var ve genç çocuklar dahi izlememiş olsalar bile dinledikleri, internetten gördükleriyle desteklerini sürdürüyorlar.
Hikâyenizin ilk yılları benzerlikler gösterirken Beşiktaş'taki sıkıntılar sonrasında siz başka bir yola girdiniz. Fatih Terim'in Galatasaray'daki kariyerini bakınca "Keşke!" diyor musunuz?
Ben kalsaydım birkaç şampiyonluk fazlası olurdu Beşiktaş'ın. Ama devam edip etmemek benim kararım değildi. Çok rahatım vicdanen. Seyirci de bunun farkında. Futbol böyle. Ama ben, Beşiktaş'ı şampiyon yapamamanın eksikliğini hep hissettim ve hissedeceğim. Ne yapalım, kader böyleymiş!